Doğan Hızlan: Ben edebiyatta fanatizm geçerli olmasın istiyorum. Yani, (Ezra) Pound faşizmi savunmuş bir şair ama seviyorum. (T.S.) Eliot kuralcı ama onu seviyorum…
17 Aralık 2015 13:30
Doğan Hızlan’ın Kitap Hayat İçindir ve Kitaplar Kitabı serisinin beşincisi Deme Kış Yaz, Oku Yaz adlı eserleri raflardaki yerini aldı. Hızlan’ın Hürriyet, Radikal Kitap ve Tempo’daki seçme yazılarından oluşan kitaplar, edebiyat kadar gezi, yemek, kent tarihi ve müzik üzerine de keyifli bir okuma vadediyor. Hızlan ile okurluğu, okurdaki değişim, edebiyat dünyasındaki müesses nizam, ödüller ve sansür üzerine konuştuk. Söz, Doğan Hızlan’da…
Gabriel García Márquez bir söyleşisinde “Herkesin üç hayatı vardır: Kamusal hayat, özel hayat ve gizli hayat” diyor. Sizin bir eleştirmen, hâliyle okur olarak kamusal bir hayatınız var. Ben, okurun kitapla kurduğu ilişkiyi çok mahrem bulurum. Kamusal olanın ötesinde, özel ve gizlide nasıl bir okur Doğan Hızlan?
Ben her okuduğumu yazmam. Adeta benim özel okumalarımdır onlar. İçinde her türlü gizli olan da vardır, asosyal olan da vardır, apolitik olan da vardır, çok politik olan da vardır. Onları yazdığımı sanmıyorum. Çünkü onlar insanın kişiliğini yapan şeylerdir ama bu kişilik izleri, bu kişilik yansımaları okuru pek ilgilendirmez. Hani, adeta okumaların bir özel hayatı da var. Ben kitap dışında nota da okurum. Onlar hele hiç ilgilendirmez kimseyi. Bunun dışında tabii, ben bilgili okuru çok seviyorum. Yani, okur biraz muhalif, biraz mütecaviz de olabilir. Enis Batur’un bir lafı var, diyor ki: “Müşteri velinimetimizdir gibi okur velinimetimizdir” dememek lazım. Evet, doğru. Enis’in söylediği güzel bir söz ama ben velinimet veya değil olduğuna bakmıyorum; okurun kızma hakkı, eleştiri hakkı var. Hele bu internet hızı çıktıktan sonra… İnsan yazının da çokgel olan özelliğini tartmış oluyor. Yani, eksiğinizi, fazlanızı görmüş oluyorsunuz. Ama bence tabii yayınlanan her yazı eksiktir.
Yazının eksiğini, fazlasını okur mu belirler sizin gözünüzde?
Mesela ben kitaplarımı hazırlarken, başkalarına okutuyorum. Çünkü siz okuduğunuz zaman kendiniz tekrar ediyorsunuz ve bir beğenme duygusuna sebep olabiliyor. O zaman nesnel bir değerlendirme yapamıyorsunuz. Oysa başkası okuduğunda… Tabii, okur da çok değişik bir kitle; birisi sadece bir türün bilgilisi, birisi genel bir okur. İyi bir yazar bence okuru türünden dışarıya çıkarabilir, okuru baştan çıkarabilir. Fuarların bence bu yararı oluyor: Kitabevine gidiyorsunuz, yeni kitapları, bir yazarın başka kitaplarını da görüyorsunuz. O zaman yazanların da bütün serüvenini öğreniyorsunuz. Düşüşte mi, yükselişte mi yoksa stabil bir yazarlık hayatı mı var, öğreniyorsunuz. Bizde edebiyat tarihleri, eleştiri tarihleri çok az olduğu için insanların bütüncül, kuşatıcı bir değerlendirme, ölçümleme yapma imkânı çok az. Günübirlik yaşayan bir toplumda günübirlik yargılar var. Bir roman çıkıyor, okur, eğer daha evvel roman üzerine, romanın tarihine dair bir bilgisi yoksa onu şaheser görebiliyor. Eleştirmenlerin ve kitap tanıtanların, denemecilerin bence işlevleri onunla daha evvelkiler arasında bağlantı kurması. Yani, “Bu romanın şu özelliği var ama daha evvel de böyle romanlar bizde veya yabancıda yazılmıştı” demek.
Peki, “günübirlik yaşayan” bu toplumda eleştirmenlerin kitapla okur arasında etkin bir bağ kurabildiğinden bahsetmek mümkün mü sizce?
Vallahi ben de eleştirmenim; kendimi ve başkalarını koruyarak “Evet” diyemem. Çünkü eleştiri makbul bir tür değil, bir tür lanetli tür. Övdüğünüz oranda sevgi ve onay görüyorsunuz. En klasik şekliyle “Bizde eleştiri yok” diye başlarlar… Tabii, eleştirmen az olduğu için bizde genel eleştiri var. Genel eleştiriden kastım da; bir kitabın çeşitli unsurlarını, çeşitli özelliklerini birarada düşünerek eleştiri yazıyorsunuz. Belki türsel eleştiri olsa, o zaman birisi stilistik açıdan bakacak, birisi Marksist açıdan bakacak, birisi psikolojik açıdan bakacak, başka disiplinler açısından bakacak ama şu anda bu yapılamıyor. Çünkü öyle baktığınız anda bir kitabı tanıtmış olmuyorsunuz. Bu akademik çalışmalar bizde çok az var. Genel eleştiride de Türkiye’de ben didaktik eleştiriyi savunuyorum; yani okura kitabı tanıtan, bilgilendiren, kararı biraz da okura bırakan. Ama birçok okur da var ki “Yahu, beğendin mi beğenmedin mi kardeşim, bunu söyle” diye bir beklenti içinde oluyor. Ben analitik biçimde unsurları söylüyorum; şunlar şunlar var, bu ölçütler dâhilinde ben bu kitabı, bu yazarı- şairi değerlendirdim. Siz dersiniz ki “Bu ölçütler benim ölçütlerim değil” o zaman da beğenmeyeceksiniz. Yani ben tercih hakkını okura bırakmaktan yanayım. Çok bağımlı okurun tehlikeli olduğu kanaatindeyim. Benim yazarım belki denilebilir ama benim eleştirmenim sözü söylenmemeli. Ben edebiyatta fanatizm geçerli olmasın istiyorum. Yani, (Ezra) Pound faşizmi savunmuş bir şair ama seviyorum. (T.S.) Eliot kuralcı ama onu seviyorum…
Yani yazarlara ahlakçı bir gözle bakmamak mı gerekir?
Bakmamak gerekir. Sadece ideolojik açıdan değil, kişisel ahlak açısından da bakmamak gerekir. Çünkü şöyle şeyler var; bakıyorsunuz, “Yahu, tanıdım ne biçim adam bu” diyor yahut sarhoş görüyor belki onu… Biraz Doğu’ya da mahsus bir şey bu bence: Bir yazarı sevdiniz mi onu biraz insanî özelliklerden arındırılmış, eski deyimiyle münezzeh görüyorsunuz. “Ona yakışmaz” diye bir şey var. Burada bir başka şey daha önümüze çıkar bizim; metin var karşınızda, insan yok. İnsanın yaşamı orada yok. Şimdi, evet, aslolan budur. Aslolan budur ama eğer hayatının yansıması metinde yüksek orandaysa, ona bakmak gerekir. Toplumcu gerçekçi kuşağa bakacaksınız, Rıfat Ilgaz’a bakacaksınız, Nâzım Hikmet’e bakacaksınız, o hayatların izdüşümü var. Hayatları yok saymak mümkün değil. Diyelim ki sürgüne gitmiş yazarlar var, o sürgünde okudukları, yaşadıkları buraya yansıyor. Çok tartışılması gereken bir konu: Hayata bakmak mı lazım, bakmamak mı? Belki bir çeşit öznel eleştiri, o eserin nasıl bir ruh hâli içinde yazıldığı, neler çekildiği, bütün bunlar sözkonusu olmalı eleştiride. Diyelim ki bestseller akımı var…
Evet…
Gerçekten yazar da yanılıyor, okur da yanılıyor, eleştirmen de yanılıyor. Umberto Eco’nun bir cümlesi vardır bestseller için; bir dergi var, Publisher’s Weekly, o bizim kutsal kitabımızdır diyor. Bu nasıl etkiliyor? Kitap çıktı, bir ayda 100 bin sattı, 25 dile çevrildi, 10 rejisör bunun peşinde, bir ünlü rejisör bunu filme aktarıyor. Bu bize öyle bir yanılma duygusu veriyor ki, Eco da diyor, evden çıkar çıkmaz o kitabı almak zorunda hissediyorsunuz kendinizi. Bu tabii bir endüstri. Bestseller kitaba bakıyorsunuz, edebiyat tarihine kalmayacak diye düşünüyorsunuz. Ama bugünün okuru onu çok büyük şevkle okuyor.
Siz bunca yılda okurda bir değişim görüyor musunuz?
Tabii, okur da gittikçe biraz hafifliyor. Her okur değil ama… Okuru baştan çıkaran çok büyük unsurlar var. Görsellik her şeyi teslim alıyor. İnternet diye bir şey var. “Bizde okuma alışkanlığı yok” falan derler, bunlara pek inanmıyorum. Bu kadar yayınevi, bu kadar kitap çıkarıyorsa ve satılıyorsa okunuyor demek ki. Eleştirmenin görevi, çoksatanlardan çok, satması gerekenlere değinmektir, benim kişisel görüşüm. 150 bin satan kitabın 155 bine ulaşması için ben çaba harcamayayım fazla… Ama gerçekten değerli, 500 tane satan bir kitap, göze de batmıyorsa, eleştirmenin görevinin bu arkeologluk olmasına inanıyorum. Şimdi tabii, kitapçılara gidiyor herkes, çoksatan kitaplar vitrinlerde, kasanın yanında. Sıradan bir okur, bunda bir hikmet var diye düşünüyor. Hâlbuki hikmet yok çoğunda. Güncelin kaliteli kitabı var oysa. Her yerde, biliyorsunuz, ayrıkotu gibi AVM’ler türüyor. Bunları romana getirmiş, çok ustaca bir kitap, Tahsin Yücel’in Gökdelen’i var. Yahu, durumu anlamak için Gökdelen’i okuyun, diyorum. Belki 5-10 tane satmaya vesile olduysam kendimi mutlu addederim. Okurun rengi de değişiyor, eğilimi de değişiyor.
Bu değişimi biraz açar mısınız?
Genç kuşak neyi okuyor? Tür. Biz okunmuyor deyince; hep roman, öykü, deneme falan düşünüyoruz. Ama polisiye de yükselen bir dizi, bilimkurgu, fantastik edebiyat yükselen bir dizi. Üstelik bunlar görsellikle okuma arasında bağlantı kuruyorlar. Yüzüklerin Efendisi izleniyor da, okunuyor da. Harry Potter okunuyor da, izleniyor da… Böyle bir anlaşma, etkileşim var mı Türkiye’de? Oldu. Aşk-ı Memnu çıktığında, birçok kişi gelmiş romanı istiyorum demiş. Ama bir de çok yanlış bir duygu var ki; “Okudun mu?” diyorsunuz, “Gördüm” cevabını veriyor. Görmekle okumak arasındaki fark henüz ortaya çıkmış ve kabul edilmiş değil.
Söyleşinin başında “Her okuduğumu yazmam” demiştiniz. Sizin sadece sevdiklerinizi yazdığınız gibi bir algı var, yanlış mı bu?
Bir yerde yazan, yazma olanağı olan, eli kalem tutan herkesin sevdiği bir şeyi sevdirmekle yükümlü olduğu kanaatindeyim. Bana hep derler, “Canım, sevdiklerini yazıyorsun.” E, sevmediklerimi yazan biri çıksın. Bir konuşmada demiştim: “Ben var etmenin zorluğunu seçtim, yok etmenin kolaylığına hiç itibar etmedim.” O çok kolay, okuyorsun, onun arkasındaki o emek, o sevgi, o zor şartlar… Şimdi insanlar kitap yayımlıyor, güzel ama eski zamanlarda kapı kapı dolaşırdı yazarlar bir kitaplarını çıkarmak için… Kolay mıydı? O dönemlerden bu dönemlere geldik. Bir de tabii ki siyaseti, başka amaçları kullanarak edebiyat olmaz. Bu sağ için de geçerli, sol için de geçerli. Nâzım Hikmet iyi şair olmasa, Rıfat Ilgaz, Vedat Türkali iyi yazmasalar… Olmaz böyle bir şey. Çünkü Orhan Veli’nin dediği, “şairin kadrini kıymetini şair bilir” diye, gerçekten de öyledir. Yahya Kemal ne siyaset anlayışında, Nâzım Hikmet ne siyaset anlayışında… Ama bir bütün bu edebiyat. Beni yapılan işin kalitesi ilgilendiriyor. Bizde Refik Halit Karay, büyük bir şairdir, kitapları çıkıyor şimdi, bir arkadaşıma “Okur musun hiç” dedim; “Yüzelliliklerdendir o” diyor. Bir yazarın, bir şairin Yüzelliliklerden olması, edebî değeriyle ilgili bir şey değil, siyaset anlayışıyla ilgili. Usta yazarların gazetecilikleri var. Refik Halit gibi, Nâzım Hikmet’in çok hoş gazete yazıları var, Peyami Safa var, Haldun Taner var. Bunlar edebiyat ürünü gibi bakıyorlar köşe yazısına ve bir deneme gibi yazıyorlar. En ağır eleştirileri yapıyorlar, hafiften alay ediyorlar, birbirlerine oklar atıyorlar. Ama bunun bir edebî zarafeti var. Ben onunla çok ilgileniyorum. Şimdi birdenbire pat diye “O okunmaz, bu faşisttir, şu bilmem nedir” gibi şeyleri, edebî zevkten ve zekâdan yoksun bulduğum için doğrusu sevmiyorum.
Mesela Alev Alatlı Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü aldığında adeta fırtınalar kopmuştu. Sizin tam da o dönemde yayımlanan yazınız, bu konulara hiç değinmiyor; doğrudan Alatlı’nın eserinin ne kadar “zengin içerikli” ve “aydınlatıcı” olduğunu anlatıyor. Bu şüphesiz başlı başına bir siyasal duruş. Ama ülke gündeminde bu kadar yer kaplayan konulara hiç değinilmemesini, eksiklik olarak da nitelendirebilir mi insanlar?
Şüphesiz. Ben onun için bunun unsurlarını ortaya koyuyorum. Yaşayan Edebiyatçılar yaptım 70’lerde TRT’ye. Gülten Akın’la da konuştum, Enver Gökçe’yle de konuştum ama Necip Fazıl’la da konuştum. O zaman hatta CHP iktidardaydı, “Yahu, ne yapıyorsun” dediler. Şiir dedim, bizim için geçerlidir ve onu yok sayamayız. Dediğim gibi adam baksın, şiire baksın “Yahu arkadaşım, ben böyle şiiri sevmiyorum, bu şiir bana göre değil” desin. Geleneği reddedenlere hiçbir sözüm yok. Ama gerekçeyle, bilerek reddetmek… Geçmişte diye, gelenekte diye reddetmek diye bir şey yok. Eliot’un sözü; “Yaşayan yanını bulmalıyız biz geleneğin” onu işlersin, onu geliştirirsin. O bir nüvedir, kullanırsın. Toptan da reddedebilirsin ama ben reddiye gerekçeleri istiyorum. Yani şimdi, “Divan şiiri efendim sarayın şiiridir;” yok öyle bir şey… Soracaksın, kaç tane Divan şiiri okudun? Kaç Divan şairinin hayatını okudun? Onların isyanlarını biliyor musun? Şikâyetlerini biliyor musun?
Biz bugün edebiyatımızda neleri kaçırıyoruz?
Çok. Bugünün edebiyatını, romanını anlamak için Ahmet Midhat okumak lazım. Eski romanlardan Orhan Pamuk’a kadar, en yeni romancıya kadar Ahmet Midhat’ı okumadan hiçbirini anlayamazsınız. Zevkle, derinine inemezsiniz. Bir ülkenin, bir coğrafyanın edebiyatı içinde bütün halkın hayatı gizlidir. Kimisinde Anadolu, kimisinde büyük şehirler, bunu bilmeden bir şey yapılamaz. Divan şiirinden yararlanan büyük şairler var. Halk şiiri mesela, Cemal (Süreya) rahmetli “Folklor şiire düşman” demişti. Ama bir Gülten Akın’a bakın… Geleneği yeniden yaratmak önemli. Asıl ustalık o aslında. Divan şiirinin etkileri birçok şairde var; Hilmi Yavuz’da da var, Behçet Necatigil’de var, Yahya Kemal’de var. Bizde şu var: Bir zamanlar Yahya Kemal’e hep sağcılar sahip çıktı, sonradan yavaş yavaş sol da Yahya Kemal sevmeye başladı. Hâlbuki sağın şairi değil ki aslında, Osmanlı’ya da meftun değil. Bir şiir unsuru olarak kullanıyor, onu anlamıyorlar.
Selim İleri bir söyleşimizde anlatmıştı: Eskiden bir kitap çıkarırdık, bir yerde bir yazı çıksın diye iki üç ay beklerdik. Şimdi bir kitap çıkıyor, bir hafta sonra her yerde yazı. Ne ara okundu o kitap, okundu mu, diyordu…
Bu doğru. Bir de başka bir şey de var; Kitap çıktığında iki ay sonra yazılırdı ama o kitap sekiz ay da vitrinde kalabilirdi. Ama şimdi o kadar çok kitap çıkıyor ki, çok satmayan kitabı, uzun sürede satan bir kitabı istemiyor bile kitapçılar. Ancak ısmarlıyorsunuz, ısmarlayıp da edinebiliyorsunuz… Plak dünyası da öyle; Güher- Süher Pekinel’in sözü vardır: Plak bir ay-iki ay vitrinde kalıyor Batı dünyasında diyor. Şimdi her şey endüstri olduğu için çok satan kalıyor, satmayan eriyip gidiyor. Ben yabancı müzik dergilerini takip ederim; şaşırtıcı bir şey çok sevilen bir şeyin bir sürü icrası var; bir sene biri icra ediyor, bir sene biri icra ediyor. Ama köşede kalmış bir şeyi ancak butik satıcıda bulabiliyorsunuz. Kitap zincirleri var şimdi, dünyada olduğu gibi. Bu kitap zincirlerinin yanında butik kitapçılar da olmalı. Butik kitapçılar şimdi nasıl yaşayacak, bizim şimdi sorunumuz bu.
Bir söyleşinizde edebiyatta çeşitliliğin öneminden bahsederken, “Eleştirel tavrımı belirlemiyor. Edebiyatın tekdüze yavanlığa düşmemesi, belli bir grubun tekeline verilmemesi için bence bunu yapmak gerekiyor. Bu bir yazar sorumluluğudur” diyorsunuz. Bugün edebiyat dünyasında bir tekelleşme, bir çeşit müesses nizam olduğunu düşünüyor musunuz?
Şimdi şöyle söylemek lazım; bazı dergiler var kendi inancında, kendi siyasal kutbunda ilerleyen. Ama edebiyat dergileri böyle bir fanatizmin kurbanı değil. Ayrıca genç kuşağın, genç şairlerin çıkardığı, İstanbul’daki yoğunluk arasında her zaman görünmeyen, çok da hoş bir ince damar var. Ta Anadolu’nun birçok yerinde çıkan dergiler var. Bunlar, iyi bir edebiyatın ve fanatik olmayan ve daima eleştirel edebiyatın izini sürüyor. Bir yazarın tabii, eleştirel bir tavrı olması lazım. Ama bizde ne yazık ki bir de yazılıya güvenmek yerine, sözlüye itibar var. Üç saat birine konuşsanız dinliyor da, bir saat kitap okumuyor. Bazen bir şey sorarlar, “Sen bilirsin” diye… “Kitaba bakın” derim, gene “Bilmez misin?” Yahu, belleğim beni yanıltabilir. Márquez’le başladınız lafa, Márquez’in Veda Mektubu yayınlandı. Ajansını aradım, yok böyle bir şey dediler. Hürriyet hariç, bütün günlük gazetelerde bu veda mektubu çıktı. Bir şiir çıktı: “Madem ki çaresizsiniz/ ama çare sizsiniz” Behçet Necatigil’in diye. Yahu, Behçet Necatigil incelemeleri yaptım hayatım boyunca, yine kendime inanamadım, kızına sordum, “Yok böyle bir şiiri” dedi. Araştırdım araştırdım, şiir Metin Üstündağ’ın. Namdar Rahmi Karatay vardı, meşhur şiiri, düğünlerde bile okunurdu zamanında, “Geçti Bor’un pazarı/ Sür eşeğini Niğde’ye” Çok enteresan, 30’larda Konya’da Fransızca felsefe dergisi çıkarmış Namdar Rahmi Karatay. Yani, Anadolu’nun çok önemli bir damarı var. O şiiri, o başkası yarım yamalak her türlü yayımladılar. Biri de kitaba bakalım demiyor…
Duygu Asena’dan Haldun Taner’e, Sait Faik’ten Orhan Kemal’e pek çok ödülün seçici kurulundasınız, hatta birçoğunda jüri başkanı olarak görev alıyorsunuz uzun yıllardır. Bunun, edebiyatta bir tekelleşmenin işareti olduğu yönündeki eleştirilere ne dersiniz?
Böyle görenlere hiçbir itirazım yok. Fakat şu fikirdeyim, her jürinin başka bir eğilimi var. Her jüri ayrı kişilerden oluşuyor, onun için de benim aslında nesnelliği temsil ettiğim gibi bir kanaatim var. Bütün yazılmış kitapların, ödüle değer kitapların herhangi bir ödülü alması için çaba gösteriyorum. Çünkü o jüride olan üyeler önemli şu kitaplara ödül vermezler. Ama o kitap o ödüle değerlidir. Ben o çeşitliliği, çoğulculuğu sağlamaya çalışıyorum. Orada ödül almayan kitap, başka jüride ödül alır. Onun için de benim bu çalışmalarımla değerli bütün kitapların ödül aldığı kanaatindeyim. Bu çok öznel bir savunmadır ve insan, biliyorsunuz, yaptığı işi doğru savunmaz. Benim hiçbir jüride bir kitabın ödül kazanmasını savunduğum yoktur. Bazan da çoğunluk hiç benim beğenmediğim bir kitabı ödüle değer görür; ben orada bir yönetici sıfatıyla çalışırım. Aslında tabii, bütün jürilerin ödüllerinde ben şuna inanıyorum: Eğer o kitabın birkaç okura daha ulaşmasını sağlıyorsa, eğer bir de hakikaten mali açıdan bir katkısı varsa edebiyata değer katmıştır. Yoksa ödül kazanmayan bir sürü güzel kitap var, ödül kazanan da bir sürü güzel kitap var.
Cem Mumcu’nun derlediği Türkiye’nin Çıplak Tarihi üzerine, “Kendi kuşağımdan sonra… 2000, 2010’lar daha karamsar bir dünya, ülkenin hüzünlü insanlarıyla tanıştım” yazıyorsunuz. Bu kuşağın karamsarlığını anlıyor musunuz?
Tabii, bir sürü siyasal olayları, bir sürü siyasal yıkımları, bir sürü darbeleri gördüler, 6-7 Eylül’ü gördüler. Bunların hepsi görününce, hiç şüpheniz olmasın, iz bırakıyor. Ve ne olursa olsun, o görüntüler gözünüzün retinasına yerleşiyor, silemiyorsunuz. 27 Mayıs’tan sonra Yaşar Kemal, Demir Özlü, ben kol kola gezişimizi hatırlıyorum ama onun dışında 6-7 Eylül’de top top kumaşların sürüklendiğini de hatırlıyorum. Yani, (André) Gide’in bir sözü var: Hatırlamak dert icadıdır, der. Onun için yaşadıkça gördükleriniz, kuşakdaşlarınızın çektiklerine tanık olduğunuz zaman tabii ki mutlaka ki derinde bir hüzün bırakıyor.
Mesela Çetin Altan son yazısında “Hayal ettiğim ülke bu değildi” yazdı. Sonrasında, Hasan Cemal dâhil pek çok kişi “Benim de hayal ettiğim dünya bu değil” minvalinde yazdı. Geçenlerde Murat Belge “Bu ülkeye demokrasinin geldiğini ben göremeyeceğim” yazdı. Siz bu isimlerin karamsarlığını paylaşıyor musunuz?
Ben karamsarlığı paylaşıyorum ama sanat açısından da her şeye tahammül edilir görüyorum. Arif Damar’ın şiirini çok severim: “İlle de görmek için mi beklenir güzel günler/ Beklemek de güzel” O beklemenin dışında, ben yazan çizen bir insanı, burada yaşayan bir insanı Sisifos’a benzetiyorum. Sisifos ne yapar? Bir taşı çıkartır yukarı, taş iner ama yine çıkartır. Bu, direnci ve umudu da Camus kitabında yazıyor. Öyle görüyorum ben. Çünkü öbür türlü taşın dibinde oturup ağlayacaksınız… Ama onu, o taşı çıkarırken, belki de durabilir diyeceksiniz.
Mart 2015 tarihli bir yazınızda “Edebiyat tarihini, ustaların ürünlerini bilmek, sadece edebiyat kültürünüzü geliştirmez. Türkiye’nin siyasal, toplumsal tarihini de size öğretir” yazıyorsunuz. Eleştiri için de geçerli mi bu? Mesela Doğan Hızlan yazılarında siyasal ve toplumsal tarihimize dair bir döküm de çıkıyor mu?
Yazdığım kitaptan, şimdi uzun yazılarımı başka bir kitapta topluyorum, orada Bedrettin Cömert’i yazıyorum, Serol Teber’i yazıyorum. Eleştirmenlerin tabii ki yazılarında hem günübirlik zevklerin ve siyasetin izleri bulunur, hem de siyasal döküm… Niye o kitabı yazmışız? Niye o kitabı değerlendirmişiz? Niye o yazarın, o kitabına eğilmişiz? Altında örülüdür, “tahtında müstetir” dedikleri şey, bunların hepsi yaşanıyor, yapılıyor. Fazıl Say’ı yazıyorsanız, Fazıl Say’ın durumunu da anlatmış oluyorsunuz çünkü. Bir edebiyatçıyı da yazıyorsanız, bunu yapıyorsunuz. Yani edebiyatta her şey belki açık değil, yazıda açık değil ama bunun içerdiği anlam, daima bir mesajı vardır…
Beri yandan, mesela kitapta Latif Demirci’nin Eyyy Siyaset kitabı üzerine yazınızda “Siyasetin, siyasetçinin yaptıkları, söyledikleri… Onlardan kaçmaya çalışsanız da. Yoruyorlar bizi. Bütün ülkeyi” diyorsunuz. Siz siyasetten kaçıyor musunuz?
Zaman zaman. (James) Joyce’un biraz var böyle tavrı, günlük siyasetten kaçıyorum. Ama günlük siyasetin yazdıklarıma, yaptıklarıma hâkim olarak zedelemesini istemiyorum. Ama tabii şöyle bir şey yaşıyorsunuz; televizyonda izliyorsunuz, bir gazetede okuyorsunuz, Muhsin Ertuğrul’un eskiye dair bir sözü var, bir arkadaşım nakletti, “İniyorum, bir dolmuşa biniyorum. Dolmuşta çok kötü bir müzik çalıyor. Evime yürürken kahvehaneden o müziği dinliyorum. Sonra evime gidiyorum, çalışırken birdenbire mırıldanmaya başlıyorum. Yani, tamamen arınmak mümkün değil. Ne yaparsanız yapın… Kuvözde de yaşasanız, akvaryumda da yaşasanız, artık öyle bir dünya yok zaten. Çünkü Taksim’e gidiyorsunuz, gösterilerle karşılaşıyorsunuz; Gezi’ye uğruyorsunuz, Gezi olaylarıyla karşılaşıyorsunuz ve artık o olaylar kitaplaşıyor da… Kitaplaştığı anda hiç şüphesiz benim için bir yazınsal meşruiyet kazanıyor. O zaman da onu yazmamak sorumsuzluk…
Sennur Sezer’le bir konuşmanızda “Siyaset, sanatın özgürlüğüne müdahale ettiğinde benim alanıma girer. Özgürlüğün olmadığı bir yerde yaratıcılık, sanat olmaz” diyorsunuz. Siz, sansüre karşı yeteri kadar ses çıkardığınızı düşünüyor musunuz?
Olmaz, çok zor... Ben sansürü, sinema sansüründe yazdım. Bir kere ben, kitabın ve müziğin, sanatın yani sansürle terbiye edilmesinden yana değilim. Sanatın kendi kuralları iyi veya kötü diye tayin eder. Ama sansür hiçbir şekilde kabul edilemez. Şöyle olsun veya böyle olsun sanat gibi bir politika yürütülemez. Zaten ben kültür politikalarına karşıyım. Kültür politikası her halükârda bir anlayışın temsilcisidir. Devletin kültür politikası olmaz. Herkesin bir kültür politikası olsun, devlet de madden destekler…
Ama Haziran seçimleri öncesinde partilere İKSV’nin Kültür Politikaları Öncelikleri ve Öneriler raporunu dikkate almalarını önermiştiniz. Bugün nasıl bir kültür politikası görüyorsunuz?
Daha bir şey yok… Daha bir kültür politikası yok. Partiler zaten hepsi birbirine benzer böyle konularda. Birisi de demiyor mesela yabancılardaki gibi bir Arts Council kurulsun, bağımsız olsun. Her alandan insan olsun içinde ama gerçekten güvenilir insanlardan oluşsun…
Sansürden konuşuyorduk. 2013’te Hürriyet gazetesinde köşe yazılarının sansürlenmesinin, yazılarının kırpılmasının sizin aracılığınızla yapıldığı iddiaları ortaya atıldı ve siz konuşmadınız. Siz, gazetede sansür yaptınız mı?
Ben kimseyi sansürlemedim. Sadece hakaretleri ve takdir etmediğim şeyleri uyardım. Ama mesela bazıları küfür yazıyor. Birkaç arkadaşımda öyle oldu. Tabii ben böyle bir üsluba karşıyım. Edebî değil; kimse kimseye hakaret etmesin isterim. Yoksa ben kimseyi sansürlemedim.
Hasan Cemal’in Milliyet’te işten çıkarılması sonrasında Kanat Akkaya, Mehmet Y. Yılmaz ve Yalçın Doğan’ın bu konuya değinen yazılarını sizin sansürlediğiniz iddia edilmişti. Yazarlardan kısımlar çıkardığınız, yazıları kırptığınız doğru değil mi?
Onlarla benim hiçbir ilgim yok. Birtakım sıkıştıkları yazıları bana okuturlardı. Ama ben hiçbir yazıyı çıkarmadım, kırpma mırpma yapmadım. Ben genel yayın yönetmeni miyim? Böyle bir görevim yok. Ama hâlâ da sorarlar; Bu hakaret midir, bu şey midir diye… Altın Kitaplar’dan bu yana, hakaretamiz şeylerin okunması bana düşer. O zaman müstehcenlik açısından bakardık. O tür bir edebî sansürcülüğüm var, ta yayınevinde başladım. Ama hiç öyle yazı değiştirdiğim yoktur. Ben yazıları zaten gazetede çıktıktan sonra akşam okuyorum. Hiç alakam yok. Hatta bazan ararlar “Yahu, bilmem nerede ne olmuş” diye; “Sorayım yazı işlerine” derim… Ben burada sadece kitaplarımı okuyorum, yazılarımı yazıyorum. Bir şey sorarlarsa da cevap veriyorum tabii.