İsveç’in yazarlık tecrübesiyle Türkiye’de karşılaşmak

İsveç ve Türkiye'den Cilla Naumann, Stefan Lindberg, Sema Kaygusuz, Melida Tüzünoğlu, Peo Rask, Bejan Matur, Birgül Oğuz gibi isimler yuvarlak masada bir araya gelip edebiyat ve kitap dünyasının sorunlarını konuştu. K24 oradaydı

04 Haziran 2015 03:00

Yuvarlak masa toplantıları tedirgin edicidir. İyi bir moderatör olmazsa katılımcılar için de düzenleyen için de bir işkenceye dönüşebilirler. İsveç Konsolosluğu’nda 2 Haziran Salı günü bir yuvarlak masanın etrafında aralarında editörlerin, konsolosluk temsilcilerinin, ajans temsilcilerinin, İsveçli ve Türkiyeli yazarların buluşmasına katıldığımda en büyük korkum böyle bir gerginlikle karşılaşmaktı. Ne mutlu ki iki kültürün uzun yıllar süren İsveç’te birlikte yaşama tecrübesinden olacak, toplantı sıcak bir karşılama ve zihin açıcı bir konuşmayla başladı.

Aslında İsveç, Türkiye’de kültür alanında bu tarz bir toplantıyı ilk kez düzenlemiyordu. Suzi Erşahin Türkiye ile İsveç arasında bir bağ kurmak istediklerini, bunun için de doğru insanları bir araya getirmeyi hedeflediklerini söyledi. Bugüne dek mimarlık, pedagoji, sanat, belgesel gibi birçok alanda insanları bir araya getirmişler. İki ülkenin arasında kültürel alanlardaki kopukluktan yakınıyor. Bu kopukluk yazarlar ve editörler ülkedeki okur profilinden bahsettikçe daha da keskin hale gelecek; ama başlangıçta kimse bu kadar keskin farklılıklar beklemiyor.

Moderatör yazarın etkinlik biçimini, rutinini anlatarak başlıyor konuşmasına ve büyük bir değişim yaşandığını söylüyor. Bilgiye erişim ve bilgi üretme biçimlerindeki dönüşüme vurgu yapıyor ve insanlık tarihinde en çok yazı ve dolayısıyla bilgi ürettiğimiz dönemden geçtiğimizi vurguluyor. Gerçekten de bugün Big Data kavramı altında yapılan tartışmaları düşünüp istemsizce kafa sallıyorum. Bu kadar çok yazmanın bir matematiği olsa gerek. Yazmanın editörler, çevirmenler ve yazarlarca nasıl güçlendirilebileceğine dair bir tartışmanın gerekliliğine bizi ikna ediyor. Aktif yazarların çalışmalarını İsveçli ve Türkiyeli yazarları dinleyerek bir karşılaştırmalı analizle ele alma şansı bulacağız. 15 yıl öncesine göre değişen yazar etkinliği köklü bir değişikliği ifade ediyor ve birçok farklılık ve benzerlik olacağı aşikar. Farklı istatistiklerden ama benzer trendlerden bahsedeceğimizi görüyorum. Dijitalleşme ve yazarlığın yeni biçimleri olacak masada. Ama önce örgütlenmenin ne durumda olduğunu yazarların kimliğinin bir parçası olarak yazar birlik ve sendikalarını konuşacağız.

İsveç Yazarlar Birliği neyle meşgul?

Cilla Naumann alıyor sözü. İsveç Yazarlar Birliği’nin 3000 üyesiyle nasıl bir yapılanma olduğunu anlatıyor. Üye olmak için başvuru yapmanız ve 2 kitap yayınlamış olmanız gerekiyormuş. Eseriniz kurgu da olabilirmiş, akademik de; ama bir kalitesi veya bir etiketleri/markaları olması şartmış. Burada biraz yüzümü ekşittiğimi kabul etmeliyim. Bu kaliteye kim ve nasıl karar veriyor? Cilla sözüne devam ediyor: “İsveç’te yayınlanmak oldukça zor bir iş ve gün geçtikçe de zorlaşıyor. Hem yazarlar hem de çevirmenlere odaklanmış durumdayız. Üyelerimiz arasında tecrübe paylaşımı olmasına önem veriyoruz, organizasyonların da demokratik olması gerekliliği üstünde duruyoruz. Merkezimiz Stockholm’de, her şeyi buradan gerçekleştiriyoruz.” Fiziki olarak yazarlara ait ev olarak adlandırılan ve içerisinde periyodik olarak etkinlikler yapılan bir mekandan bahsediyor. O konuşurken açıkçası içten içe bizim yazarların bu duruma gıpta ettiğini düşünüyorum. Türkiye’de edebiyat evi kavramının oturduğunu ve işlediğini ne yazık ki söyleyemeyiz. Peki olan biten tatlı bir yazar evinde güzel kültürel etkinliklerden mi ibaret? Elbette hayır. İsveç’teki Yazarlar Birliği’nin ciddi sorumlulukları var.  Devlet politikalarının belirlenmesi aşamasında birlik bir destekçi ve danışılan mecra işlevi görüyor. Devlete danışmanlık ediyor ya da yasalaştırma aşamalarında rol oynuyor. Bu bağlamda bu bir STK ama devletle 100 yılı aşkın bir kurumsallaşmış ilişkisi var. Yani birlik bir şey söylediğinde bu bir önem bir alan teşkil ediyor. Eğlenceli kısma geri dönelim derseniz örneğin biz toplantıdayken Flamenko ve Şiir Günü isimli bir etkinlik düzenleniyordu yazar evinde. Her yıl da bu tip 6-7 önemli etkinlik düzenliyorlarmış.

İsveç’te  ve Türkiye’de edebiyat ortamı

Söz etkinliklerden asıl konumuz olan edebiyata geliyor. Stefan Lindberg İsveç’teki eski sistemde 3-4 büyük yayıncı olduğunu ama bugün bu büyük yayıncıların yemek kitapları ve dedektiflik kitaplarına yoğunlaşma eğiliminde olduklarından yakınıyor. İsveç Edebiyat Alanı’nda bugün önemli denebilecek eserlerin 3-4 kişilik yayın evlerince çıkarıldığını söylüyor. Öznel bir yorum aktarıyor: “20 yıl önce yılda 7 tane falan güzel kitap gelirdi, hala durum aynı artan niceliğe rağmen.” Niceliğin artmasına rağmen niteliğin aynı yerde kalmasından rahatsızlar çoğunlukla İsveç’teki entelektüeller. Küçük yayın kolektiflerinin bir araya gelmesini, insanların kendi yayıncılık tecrübelerini oluşturmalarını önemsiyorlar. İsveç, Norveç ve Danimarka’nın dilleri ve edebiyatları arasındaki geçişlilik onlar için önemli bir anahtar.

 

Türkiye’de birçok yayınevi kitabın vitrine çıktıktan sonraki kaderiyle pek ilgilenmiyor. Tanıtım çalışmalarına azıcık olsun para yatıran yayınevleri yazarların gözünde “iyi yayınevi” sıfatını kapıveriyor. 

Peki İsveç’te satışlar ne durumda? Bir İsveçli eskiden yılda ortalama 2 kitap alırken bu sayı 1’e düşmüş. Ortalama satan kitaplar İsveç’te yoğunluğu oluşturuyor. Ortalama dediysek 8-15 bin kitap aralığından bahsediyoruz. Yayıncılık tecrübelerinde bir dönüşüm baş göstermiş. Kitap okuma ortalaması kitap başına 500 satışa inmiş. Bunu dramatik bir değişim olarak görüyorlar. Ama küçük bir yayınevinin bazen 100 tane satarak bile ayakta durabileceğini anımsatıyorlar. Kaç sattım böbürlenmeleriyle yayıncılık faaliyetlerini tanımlamıyorlar.

Konu Türkiye’ye geliyor. Sema Kaygusuz bazı kitapların bir milyon sattığını ancak Türkiye’de bir yazar olarak bunu meslek edinip yaşamanın zor olduğunu söylüyor. Edebiyatçıları destekleyecek bir fon olmamasından, olan fonların dağıtım süreçlerindeki adaletsizliklerden bahsediyor ve yazar olarak yaşayabilmelerindeki en önemli faktörün dayanışma olduğunu vurguluyor. Bir şairin ve yazarın her şeye rağmen yazmayı bırakmamasını vurguluyor. Kaygusuz’un hemen ardından söz alan Melida Tüzünoğlu da fonların yetersiz olduğunu vurguluyor ve yazarın yazma sürecinde ve yayın sonrasında çok az destek alabildiğinden yakınıyor. Aileden destek almadan ya da başka bir iş yapmadan yazar olmanın mümkün olmadığını söylüyor. Vitrinde görünür olan yazarlardan bunu duymak gerçekten üzücü. Dayanışma konusunda Kaygusuz’dan farklı olarak böyle bir dayanışmanın olmadığını söylüyor. Biraz da ‘jungle’ olarak tarif edilebilecek bir yayın ortamından bahsediyor ve yazarların kitaplarını tanıtmak için yayıncılarını zorlamaları gerektiğini anımsatıyor. Yani sadece ekonomik şartlarla değil yayıncıyla da mücadele etmek gerekiyor. Bu her geçen gün daha sık duyduğumuz bir şikayet. Türkiye’de birçok yayınevi kitabın vitrine çıktıktan sonraki kaderiyle pek ilgilenmiyor. Tanıtım çalışmalarına azıcık olsun para yatıran yayınevleri yazarların gözünde “iyi yayınevi” sıfatını kapıveriyor. Kimse imla hatalarına, baskı hatalarına ve daha nice hataya bakmıyor. Bir açıdan da haklı bir perspektif denebilir.  Bu noktada kitabın temasının kitabın başarısına etkisinden bahsediliyor. Kötü kitapların çok satar sıfatına ulaşabilmesinden ve bu işin ekonomisinden bahsedilmeye başlanıyor. Tam bu sırada Peo Rask az satmanın aslında bir problem olmadığına değiniyor. Örneğin İsveç’te bir yazarın yalnızca 400 kitap bastığını ve ikinci baskı yapmayacağını ifade ettiğini ve bu şekilde kitaplarını satabildiğini söylüyor. Yani az sayıda arz üzerinden bir pazarlama stratejisi. İlginç olabilir. Gerçi matbaada neredeyse aynı fiyata denk geliyor diyerek binlerce kitabı öylece basan patronları düşününce mesele o kadar da berrak değil.

Bejan Matur biraz da üzücü bir tebessüme yol açan bir şey söylüyor: Yazar bizim kültürümüzde fakir olmalı, bu bir çeşit kültür bizim için.

Yazarın yalnızlığı temamızın bir parçası; ama bu yalnızlık aynı zamanda ekonomik bir karakter taşıyor. Örneğin finansal yalnızlığa bakalım. İsveç’te  yazar fonu diye bir olgu var. 5, 2 ve 1 yıllık bazı programlar var neredeyse her yazar en az bir kez bu burslardan destek alıyorlar. İlginç bir sistem oluşturmuşlar. Kitapların kazancından bir kısım yine fona dönüyor ve yeni insanların kitaplarının basımında kullanılıyor. AB de yavaş yavaş bu sisteme doğru yaklaşıyor diyorlar. Bu fonlar aracılığıyla insanlar bir şekilde kirasını ödüyormuş. İşte bu etkileyici bir bilgi. En zengin yazarlar bu fondan yararlanmıyor ama onların satışları fona  yansıyormuş. Bir şekilde bu fonların insanlara ulaşmasına ve pazarda kalmalarına yol açıyor. Yani işe yarar bir Robin Hood sistemi Peo Rask’ın deyimiyle.  Yazarlar İsveç Yazarlar Birliği’nin bir üyesi olmak zorunda değil yararlanmak için; ama en az bir İsveç kütüphanesinde kitaplarının bulunması şartmış. Tabii yazar destek bursları ve fonlar bunla sınırlı değil. İsveç Enstitüsü ve akademisinin de tabii farklı diller için birçok bursu ve fonu var hem çevirmenlere hem yazarlara yönelik. Türkiyeliler’in İsveç’teki en büyük ikinci göçmen grubu olmasına rağmen yeterince İsveççe-Türkçe çevirmeni olmaması da sorunlardan biri olarak dikkat çekiyor.

Yazarın fukaralığı bizim için bir kültür haline gelmiş

Türkiye piyasasına geri dönüyoruz. Bejan Matur bir fuar tecrübesini aktarıyor. Dini referansları olan ve mistik kitsch olarak adlandırdığı kitapların yazarlarının önünde insanların kuyruk olduğunu anlatıyor. Bu kitapların milyon sattığını ve sosyal ağlar yoluyla etkinlik kazandığını söylüyor. Türkiye’de yazarlar ve okurların farklı adalarda yaşadığına ve farklı taleplerin belirleyici olduğuna dikkat çekiyor. Okur ve kitap ilişkisine döneceğiz; ama madem konulardan biri yalnızlık, yalnızlıkla devam edelim: Yazarın finansal ve manevi olarak yalnızlığı konusu açılıveriyor. Hem çalışıp hem yazmanın zorluğundan bahsediyor Birgül Oğuz ve para kazanmak için yazmanın yeterli olmadığını, artistik yaratıcılık için paranın çoğu zaman belirleyici olmadığını vurguluyor ve gerçekten desteğe ihtiyacı olup olmadığını özgürlük bakımından sorguladığını söylüyor. Bejan Matur biraz da üzücü bir tebessüme yol açan bir şey söylüyor: Yazar bizim kültürümüzde fakir olmalı, bu bir çeşit kültür bizim için.

Yeni yayıncılık deneyimlerine bakışlar

Yeni yayıncılık deneyimlerine ilişkin çok şey söyleniyor, örneğin Fatma Akerson bir blogger’ın çok satarlığa ve iyi bir yayınevinden yayınlanmaya giden yolunu örnekliyor. Blog’lamadan bu noktaya varmanın önemli bir tecrübe olduğunu iletiyor.  Crowdsourcing üzerine konuşuluyor. Bu konu üzerine konuşurken bu işi hangi sektörde ya da nasıl bir tüketiciyle birlikte yaptığınız çoğu zaman asıl belirleyici unsur. Bu konu ayrı ve çok daha detaylı bir yazının konusu. Birleşik Krallık’taki kimi yayınevlerinin kitlesel fonlama yöntemiyle yapılan yayıncılık deneyimlerine ve yazarların üstüne parasını verip bastırdığı kitaplardan bahsediliyor. Adı verilmeden bir ara Wattpad’den bahsedilir gibi oluyor. Bu gerçekten masadaki konvansiyonel medyaya sıkı sıkı bağlı yazarlar için farklı bir tecrübe olabilir.

Bejan Matur bu ve benzeri yeni okuma tecrübelerine dair yaşadığı bir şeyi aktarıyor. En son Norveç’te bulunduğum festivalde şunu söylediler: Proust bugün yaşıyor olsa Geçmiş Zamanın İzinde’yi yazıp yayıncıyı ziyaret etseydi tamam güzel deyip 250 sayfaya indirmek isteyecekti. Çünkü günümüzde okurun konsantrasyonu farklı. Bu gerçekten vurucu bir şey, değişen mecra alışkanlıkları okuma alışkanlığını da kökten değiştirmiş durumda. Matur’a göre bu edebiyatın sonu değil, Twitter ve Instagram’a bakınca herkesin poetik bir dil kullandığını görmekten oldukça memnun. Edebiyatın farklı bir varoluş etrafında güçlendiğini söylüyor. Bu tespite katılmamak elde değil.

Elbette konu yeni medya teknolojileri olunca e-kitap’lara ve özgür yayıncılığa da geliyor. İsveçliler küçük yayınevlerinin büyük işleri konusunda oldukça umutlular. Onların ardından ben de kısa bir söz alıp entelektüel emek ve yayınevlerindeki emeğe ilişkin mekanizmalara ve Türkiye’deki örgütlenme ortamına ilişkin bir şeyler söylüyorum. Türkiye’deki sendikal durumun vehametinin onlar da farkındalar ve sendikaların yetki alanları ile ilgili söylediklerimden sonra şaşırıyorlar. Gerçekten bu alandaki belirsizlik ve bölünmüşlük birçoğumuz için ifade edilemez sorunlar yaratıyor.

Fuarlar ve festivaller ele alınmaya başlanıldığında da farklı perspektifler öne çıkıyor. Elbette her rolün kendine has bir fuar tecrübesi var. Hatta ilden ile ve ülkeden ülkeye fuarların biçim ve içerikleri radikal bir biçimde değişiyor. Elbette masanın etrafında daha birçok şey konuşuldu; ancak yayıncılığa ve onun gelecekteki kaderine ilişkin en belirleyici tespitleri toparlamak gerekirse bu yazıya sığdığı kadardı.