Ve “An gelir Ergüder Yoldaş ölür.” Elimizde de yegâne teselli olarak (bir umut?) kendisi de müzisyen olan oğluna aktarıldığı söylenen, sağlığında tüm bu arada geçen yıllarda üstünde çalıştığını söylediği eserler kalır.
04 Şubat 2016 13:30
“Ölürse ten ölür, canlar ölesi değil”
Baştan söyleyeyim: müzik benim uzmanlık alanım değil, uzmanlık bir yanda kalsın iddia sahibi dahi olduğum bir konu değil, en fazla söylenebilecek kendi çapımda bir dinleyici olduğumdur herhalde. Ama bazı yazıları mutlaka yazmak istersin, onun ötesinde biraz da kendini yazmak zorunda hissedersin. Bu yazı benim açımdan öyle bir yazı. Tabii, ben bu derece yazmak istiyorum da bakalım sevgili editörüm basmak isteyecek mi? Bir nevi “Sen elmayı seviyorsun diye elmanın da seni sevmesi şart mı?” durumu.
Kısa bir süre önce Türkiye’nin en değerli, en birikimli ve en özgün müzik adamlarından (aynı zamanda entelektüellerinden!) Ergüder Yoldaş bu dünyaya veda etti. Neredeyse hiç ses getirmedi bu ölüm: Basmakalıp bir biçimde, birkaç klişe ifade ile anaakım medyanın arka sayfalarında, küçük puntolarla ya da ekranlarda genel yayın akışını bozmayan alt yazılarla verildi; cenaze töreni de bir Teşvikiye Camii cenazesi niteliğinde değildi şüphesiz.[1] Bu yüzden üç-beş mütevazı satır olsun kaleme alayım istedim, çünkü benim yaptığım bir tanıma göre başka şeylerin yanında tarihçinin ana bir görevi de unutmamak ve unutturmamaktır, özellikle de iktidar tarafından (buradan yalnızca siyasi iktidarlar anlaşılmasın, iktidarın iktisadi, toplumsal, kültürel çehreleri de vardır) unutturulmak isteneni. Ne çare, buna olumlu olan da dahildir, olumsuz olan da, yıllar sonra yüzünde bir gülümseme ile anımsadıkların da dahildir, dişlerini sıkarak hatırladıkların da. Dolayısıyla Ergüder Yoldaş denildiğinde benim aklıma düşen kırık-dökük çağrışımları kaleme aldım burada, gerçekten ilginç olduğuna, Yoldaş’ı ve onun yaşadıklarını çok güzel yansıttığına inandığım, herhangi bir mecrada –ölümünden sonra bile- pek de fazla dile getirildiğine şahit olmadığım birkaç bilgi kırıntısını ekledim.
Başlığı atarken bile çok zorlandığımı söylemeliyim. Çoğunlukla akademik çalışmalarla uğraştığım için biri kısa, meselenin özünü veren, diğeri ise daha açıklayıcı iki parçalı başlıkları tercih ederim makalelerimin veya kitaplarımın başlıklarında; bazen de kendimce esprili bir başlık koymaya çaba gösteririm. Burada bunlar içimden gelmedi doğrusu. Aynı şekilde, bir kez dahi yüz yüze gelmediğim Ergüder Yoldaş’ı çok iyi tanıdığımı düşündürebilecek ya da müziğine mükemmelen vakıf olduğum izlenimini verebilecek herhangi bir şey de istemedim, ne de “Ardından,” “Müziğine Dair” vesaire kalıplarını. Sanırım bu sebeplerden en iyisi basit, sade “Ergüder Yoldaş İçin Kısa Bir Yazı”.
Ergüder Yoldaş’ın müziğiyle ve tabii ki Nur Yoldaş’ın sesiyle, yorumculuğuyla tanışmam çocukluk yıllarımda oldu, ki bu da miladi takvime göre geçtiğimiz yüzyılın son çeyreğine, 1970’ler ve 80’lerin başlarına denk düşer. Seksenlerin hemen başında Sultan-ı Yegâh albümü müthiş müzikalitesine, hiç de harcıalem olmayan sözlerine rağmen müzik piyasasında patlamış, muhtemelen Yoldaş çiftinin bile aklından geçmeyen ölçekte bir başarı kazanmıştı. Çocuk aklımla dahi ortaya konulanın –sözlerinin bir kısmını tam anlamadan, müziğin derinliğine hakkıyla varamadan- çok farklı bir şey olduğunu sezebiliyordum ve evet, doğru kelime bu büyülenmiştim (doğal olarak, bazı şeyleri ancak yıllar geçtikçe, zaman içinde öğrenecektim: Batı müziği temelli, konservatuar mezunu Ergüder Yoldaş[2] bu altyapının üzerine yerel renkleri bindiriyor, ağırlıklı olarak Batı enstrümanları ile Doğu’nun müzik formlarını yorumluyor,[3] bir kısmını kendi yazdığı, bir kısmınıysa gelenekten devraldığı harika sözlerle müzik yapıyordu). Sonraları kuşağımın mensuplarından –kabaca bugün kırklı-ellili yaşlarını sürenler diyelim- çok duyacaktım benzeri değerlendirmeleri: Başka şehirdeki üniversitesine giderken bitmez tükenmez saatlerce Sultan-ı Yegâh’ı walkmanden dinleyenler, yaz tatilinde kaset sarana kadar bıkmayanlar, sözleri çıkarmaya sıvanıp da aynı şarkıyı defalarca dinlemelerine karşın bir türlü beceremeyenler... Vefatı duyduğunda gözpınarından bir damla yaş süzülen, hiç de dindar olmayan birisi “Kabul olur mu orasını bilmem, ama ruhuna bir Fatiha okuyacağım” dedi mesela, “Hiç tanımadığım bir insan bana bunca mutluluk, hayatıma belli bir mana verdi. Eh, sanat da bu olsa gerek.”
Nasıl oluyordu bilmiyorum, genelde sahnede olanla, görülen/gösterilenle, “yüzle” ilgilenilen Türkiye’de varlığını bir şekilde sanatının, yaratıcılığının kudretiyle hissettiriyordu Ergüder Yoldaş. Hiç şüphe yok ki, Nur Yoldaş vibrasyon kapasitesiyle muazzam bir yorumcuydu, zaten ikilinin yapıtlarının daha sonra pek kimse tarafından seslendirilmeye kalkışılmaması parçaların müzikal zorluğunun da, solistin sesinin renginin, kuvvetinin de kanıtıdır sanırım (benim aklıma yalnızca o jenerasyondan Banu Kırbağ gelir örneğin, fakat okuyucuyu başta uyardığım üzere müzikten anlayan birinin bu teklife “Hadi canım sen de!” demesi hayli yüksek ihtimaldir). Yine de “Belalım”ın Sezen Aksu’nun, “Melankoli”nin Nükhet Duru’nun, “Hasretinle Yandı Gönlüm”ün Edip Akbayram’ın sanıldığı bir ülkede işin mutfağında olanın, sözü ve müziği biçimleyenin Ergüder Yoldaş olduğu biliniyor, Nur Yoldaş ismi mutlaka ve mutlaka Ergüder Yoldaş ile birlikte anılıyordu.[4] Nur Yoldaş da bunu bildiğim kadarıyla hiçbir zaman, hiçbir ortamda reddetmedi zaten.
Baştan beri Sultan-ı Yegâh’ı hatalı yazdığımı düşünenler olabilir, hatta belki bir miktar, kendine yetesiye Osmanlıca bilen tarihçiyi düzeltecek Molla Kasımlar da çıkar, ama hikâyelerimizden biri tam da bu mevzu ile ilgili.
Dediğim gibi, aynı ismi taşıyan albüm ciddi sükse yapmış, kaydadeğer bir başarı kazanmıştı, lakin yaratıcıları bunun tadını tam anlamıyla çıkaramadan herkesi şaşırtan bir karar alındı, albüme adını veren şarkının (yani, hit parçanın!) TRT’de çalınması yasaklanmıştı. Dönem, şimdikinden çok farklıydı: Yayın tekelinin tek bir kuruluşun, bir devlet kurumunun elinde olduğu düşünüldüğünde durumun Yoldaşlar için ne kadar can sıkıcı olduğu aşikâr. Kamuoyunda belli bir tepki oluşması üzerine, mecbur kalınıp bir “açıklama” yapıldı: Bazı etkili ve yetkili şahıslar Sultan-ı Yegâh’ın albüm kapağında yanlış yazımından ve dahi telaffuzundan rahatsız olmuşlar, aziz ve necip milletimizin saf kulaklarını bu tecavüzden korumak için de yasak koymayı uygun görmüşlerdi. Söylemeye lüzum var mı, sorun dile dair minik bir hata değildi, Ergüder Yoldaş’ın hoşlanılmayan politik görüşleriydi. Kaldı ki, şiiri yazan kültür konusundaki hassasiyetiyle tanınan, Osmanlı kültürünü derinlemesine bilen Attila İlhan’dı;[5] şiirin sahibi ortada dururken, o tek kelime etmemişken başkalarına ne oluyordu acaba? Gerekçe bu derece mesnetsiz olunca, çözüm de kolay oldu: Nur Yoldaş stüdyoya girip eseri bir de “Sultan-i Yegâh” olarak seslendirdi, yasak kaldırıldı, ancak Yoldaş’ın “-i”ye yaptığı vurgu eminim dönemi yaşayan çok kişinin bugün bile kulaklarındadır.
Benzeri bir skandal 1979 yılı Eurovision şarkı yarışmasının Türkiye elemelerinde yaşandı. Ergüder Yoldaş temasını ve sözlerini Homeros’tan aldığı, Antik Yunan’ın korosunu andıran bir yaklaşımla Nur Yoldaş’ın vokalini desteklediği,[6] teatral bir tarafı da olan “İlyada” adlı bir eserle başvurmuştu elemelere. Süreç birkaç etaptan oluştuğu için kamuoyunca dinlenme şansını bulmuş, ilgi de görmüştü “İlyada”. Ama bir aşamada eleniverdi; sebep bir yandan yine politik değerlendirmelerdi, diğer yandan bu kez –doğal olarak açıkça söylenmese de- “Canım, böyle bir şarkı lazımsa Yunanlılar yapsın onu” şeklinde özetlenebilecek anlayışın da etkisi vardı. Thales’le, Herodotos’la, Herakleitos’la, Anaximenes’le, Anaximandros’la memleketli olduğumuzu, Aristoteles’in, Hesiodos’un, Homeros’un[7] bu topraklarda dolaştığını bilmeyenler böyle uygun görmüş, böyle buyurmuşlardı.[8]
Sonraki yıllarda da hep zevkle dinledim Ergüder Yoldaş’ın müziğini, bir bestesini duyduğumda hep başkaları aklıma düştü, “Mihrimah”a rast geldiğimde “Saki”yi, “Sa’d-abad”ı ya da “Döne Döne”yi de dinlemek istedim sözgelimi; teknoloji sağolsun zaman içinde bu takibi ciddi oranda kolaylaştırdı. Sosyal medyada sıkça kullanılan bir kalıpla “Bir ... vardı sahi, ne oldu ona?” hissetmedim asla. Eminim yalnız değilim bu açıdan, binlerce ve binlerceyiz. Yurtdışı yıllarımdan bir geceyi hatırlıyorum örneğin, ev sahiplerinin dolaplarından bir Sultan-ı Yegâh cdsi çıkmıştı tesadüf eseri, günün ilk ışıklarına dek kimbilir kaç tur üst üste dinlemiştik o kaydı ve hepimiz biliyorduk, bunun sebebi sadece memleket hasreti ve alkol tüketimi değildi.
Yine de bizler oradaydık, ama Ergüder Yoldaş orada değildi artık. Sultan-ı Yegâh’tan hemen sonra hayata geçirdiği ve orada yer verdiği Pir Sultan Abdal, Seyyid Nesimi, Nedim, Abdülhak Hamit’in yerine Cahit Sıtkı Tarancı, Yahya Kemal Beyatlı, Neşati gibi adları düşündüğü (Attila İlhan sabitti, hep vardı)[9] projesi Elde Var Hüzün umulduğu kadar başarılı olmadı. Devamında Nur Yoldaş’la yolları ayrıldı, Ergüder Yoldaş Büyükada’ya, on yılı aşan bir inzivaya çekildi. Bir ara sevimsiz bir medya saldırısı atlattı Yoldaş, “Er Ryan’ı Kurtarmak” kılıklı, hiç olmadı ahirzaman Robinson’unun yanına bir Cuma tedarik etme amaçlı. Herkesin yaşadığından farklı bir yaşamın olabileceği, bu yaşam şeklinin bir tercih olabileceği, arkasında bir felsefi duruşun olabileceği kabul edilmek istenilmiyordu adeta. Ne ki, “kurtarılmak” gibi bir derdi yoktu, kurtarıcılarını kurtarmakla da ilgilenmiyordu; nezaketle, kimseyi kırmamaya özen göstererek reddetti bu çabaları, daha sonra verdiği nadir bir röportajda yansıdığı kadarıyla sanki biraz da eğlenmiş gibiydi bu durumla. Umduğunu bulamayan medya ilgisini çabucak kaybetti, başka da fazla bir şey olmadı galiba, neticede “kimselerin vakti yoktu durup ince şeyleri anlamaya”.
Ve “An gelir Ergüder Yoldaş ölür.” Elimizde de yegâne teselli olarak (bir umut?) kendisi de müzisyen olan oğluna aktarıldığı söylenen, sağlığında tüm bu arada geçen yıllarda üstünde çalıştığını söylediği eserler kalır.
İtiraf etmeliyim, aslında Ergüder Yoldaş burada kâğıda döktüklerimden çok daha fazlasını çağrıştırdı bana. Ama en baştaki sözüme sadık kalacağım, bu yazı “Ergüder Yoldaş için” olsun ve “kısa” kalsın. Kısmetse bir ara da dönemine, kuşağına, o kuşağın değerlerine, müziğine dair iyi-kötü birkaç satır yazarım.
Eski İstanbul’un hoş tabiriyle “İnancınca dinlensin.”