Pınar Kür, 30 yıllık yakın dostu, Can Yayınları’nın kurucusu Erdal Öz’ü doğum gününde K24 okurları için yazdı...
Erdal Öz ile dostluğumuz kitaplarımın Can Yayınları’nda yayımlanmasından önce başladı, başka bir yayınevine taşındıktan sonra da devam etti. Otuz yıllık bir dostluk bu; yaşasaydı Mayıs ayında kırk yıl dolacaktı.
Kırk yıl önce bu günlerde (Mart 1976) ben yepyenicik bir yazardım, ilk kitabım Yarın Yarın yeni yayınlanmıştı. Erdal henüz Can Yayınları’nı kurmamıştı ama çok ünlüydü: yalnızca Kanayan ve Yaralısın adlı kitapların yazarı olarak değil, aynı zamanda 12 Mart döneminin karmakarışık günlerinde Bulgaristan’a uçak kaçırmak gibi bir başarı(!) gösterdiğinden mapus damlarında yattığı için… Onunla ‘mapus’ arkadaşı olmadım hiç ama ilerki yıllarda bayağı derin bir duruşma dostluğu geliştirdik.
1 Mayıs 1976 kutlamalarında (ki galiba en coşkulusu o yıl olmuştu) Taksim’de tanıştık. İzleyen aylarda, hatta yıllarda o dönemlerde yayın dünyasının merkezini oluşturan Cağaloğlu’nda olsun, pek çok ödül töreninde, Refik’te, Yakup’ta, sanatçıların uğradıkları bir sürü mekanda karşılaştık, ahbap olduk, ama gerçek dostluğumuz 1983 yılında Akışı Olmayan Sular adlı öykü kitabımın CAN’da yayımlanmasıyla başladı. Kitap daha sonra Sait Faik Armağanı’nı kazandı ve izleyen yirmi yıl boyunca bütün yeni ve eski kitaplarım defalarca CAN’da basıldı.
Erdal Öz’ün yeni yayımlanan GÜNLÜKLER’inde ’83 –’93 yıllarına ait hiçbir şey yok. Ya ’73’te hapisten çıktıktan sonra yaşamaya çok daldı, günlük tutmayı erteledi, ya da o yıllarda yazdıkları şu veya bu şekilde kayboldu. Güzel günlerimiz de oldu aslında, sıkıntılı, öfkeli günlerimiz de... Gerçi Erdal öfkelenmezdi (ya da çok iyi gizlerdi öfkesini), hep sakin az biraz ironik bir gülümsemeyle yatıştırırdı çevresini.
Sultan Ahmet Adliyesi’ne yolumuz düştüğünde, ikimiz de şerbetliydik; o yıllar yılı tutuklu olarak askeri mahkemelerde yargılanmıştı. Bense, yayınlanmasının üstünden beş yıl geçtikten sonra birdenbire komünizm propagandası yaptığı saptanan ilk romanım Yarın Yarın’dan dolayı, beş yıldan on beş yıla hapis istemiyle (TCK 141) yargılanmıştım. Selimiye Kışlası’nda yapılan duruşmalara üç yıl boyunca gide gele sıkıyönetim mahkemelerinin (görece az da olsa) acısını yaşamıştım. Sivil mahkemenin aynı ölçüde yıldırıcı olmadığına inandığım halde gerilmemem mümkün değildi. Bu sefer hapis cezası söz konusu değildi ama Sultan Ahmet Adliyesi’yle Selimiye Kışlası nedense mimari olarak birbirlerine çok benziyorlardı. Her yer taş, her yer soğuk, tavanlar yüksek, merdivenler dik, sesler dört bir yandan yankılanıyor… ürkütücü yani, anlayacağınız… Selimiye’de duruşma salonundan çıktıktan sonra bile tedirginliğiniz geçmezdi kolay kolay. İkişer er tarafından ite kaka götürülen elleri kelepçeli, ayakları zincirli gençleri gördüğünüzde içiniz bir kötü olur… Kapıdan kimliklerinizi aldıktan sonra değil, ancak yokuşu tırmanıp medeniyete ulaştığınızda kurtulurdunuz Selimiye atmosferinden.
‘Muzır’ olduğu ileri sürülen iki romandan (Asılacak Kadın ve Bitmeyen Aşk) birden yargılandığımız için 1986 – 88 arası hemen her ay iki kez giderdik Sultan Ahmet’e. Erdal’ın muzırlıkla suçlanan başka yazarları da olduğundan, o benden daha sık giderdi. Kapalı Çarşı’nın derinliklerinde saklı ufacık bir meydanda ufacık bir kebapçı keşfetmişti; enfes fıstıklı kebap yapardı. Duruşmadan çıktığımızda (genellikle dayanışma için gelmiş birkaç arkadaşımız da olurdu sinema, tiyatro, edebiyat dünyasından) oraya gider, Adliye’den sağ salim kurtuluşumuzu kutlardık.
Bir de grup halinde gittiğimiz Almanya yolculuğu vardır. Berlin Belediyesi’nce düzenlenen Edebiyat Kenti İstanbul temalı bir sempozyuma katılmıştık. Wansee Gölü kıyısında Litteraturhaus (edebiyat evi) olarak kullanılan tarihi bir binada misafir edilmiştik. CAN ekibinde Erdal, ben, Nedim Gürsel ve Orhan Pamuk vardı. Ayrıca İstanbul’da yaşamış, İstanbul’u yazmış Alman yazarlar, Almanya’da yaşayan Yüksel Pazarkaya, Güney Dal, Zafer Şenocak, Demir Özlü gibi Türk yazarlar da davetliydi. Oturumlarda herkes kendi dilinde konuşacak, ‘spontane’ çeviriler yapılacaktı. Çevirmenlerin Berlin Senatosu’nda çalışan son derece tecrübeli, iki dile de fevkalade hâkim kişiler olduğu özellikle vurgulanmıştı. Gelgelelim, oturum açıldıktan kısa bir süre sonra kıyamet koptu. Kulaklıklardan yarım cümleler, şey mey, gak guk gibi sesler geliyordu. Her iki dili bilenlerden itirazlar yükselirken, tek dil bilenler kafalarını şaşkın şaşkın sallamaktaydılar. Çok geçmeden anlaşıldı: iki dile de ‘fevkalade hâkim’ olan çevirmenler dediklerimizden hiçbir şey anlamıyorlardı! Berlin Senatosu’nda konuşulan siyaset, ekonomi, vb. dilinin edebiyat dilinden tamamen farklı olduğu kimsenin aklına gelmemişti! Sonunda çevirilerin hemen hepsini Yüksel Pazarkaya ile Zafer Şenocak yapmak zorunda kaldılar.
Eğlenceli bir yolculuktu. Berlin çok güzel bir kenttir, gece hayatı da renklidir. Wansee Gölü kentin biraz dışında kalır ama isteyen kent merkezine kolayca gidebilir. Biz Türk yazarlar birbirimizin ‘Edebiyat Geceleri’ne katılmaz, gider eğlenirdik, Erdal ise hepimizin dostu olduğundan, kimsenin hatırı kalmasın diye bütün gecelere katılırdı, dolayısıyla bizim kadar eğlenemedi.
Daha pek çok anı, bu arada kavga da var anlatılabilecek ama, kırk yılı bir çırpıda anlatmak mümkün değil. Erdal Öz’ün GÜNLÜKLER’inin eksik kalan bölümüne bu kadarlık müdahale yeter sanırım.
Dostluğumuzun kırkıncı yılını, Erdal’ın 81’inci yaşını sevgi ve özlemle kutlarım.