Akademisyenlikten vasıfsız işçiliğe...

Aslı Vatansever ve Meral Gezici Yalçın’ın birlikte kaleme aldıkları Ne Ders Olsa Veririz: Akademisyenin Vasıfsız İşçiye Dönüşümü kitabı akademisyenlerin dünyasına bir ışık tutuyor...

22 Ekim 2015 14:30

Yüzyıllar boyunca diğerlerine göre biraz daha meraklı olan –ve bu yüzden başlarını olur olmaz yerlerde, türlü türlü biçimlerde belaya sokan- kimi insanlar neden bazılarımızın elinde çok, bazılarımızın elinde az olduğunu, bir kısmımız pek pek azla yetinmek zorunda kalırken küçük bir kısmımızın çok çok, ama pek çoka sahip olduğunu, bu arada ciddi bir çoğunluğun elinde de kaybedilecek zincirlerinden başka bir şeyin kalmadığını merak ettiler, bu tarihsel olgunun nasılı, niçini üzerine kafa yordular. Tartışmanın temelinde ne şekilde oluştuğu, kökeninin nerelere dayandığı hayli şüpheli bir mülkiyet kavramı vardı (bu, çalışarak olabiliyordu mesela, fakat kılıç gücüyle, zora başvurarak, yağma ile de olabiliyordu yahut paylaşılan bir inanç sebebiyle gönül rızasıyla tapınaklara, rahiplere de taşınabiliyordu eldeki-avuçtaki; galiba bir üretenler vardı, bir de üretilenle ne yapılacağına karar verenler ve esasında müthiş farklı büyüklükteki bu iki küme çok nadiren kesişiyordu).[1] Mülkiyet kavramının yanısıra başka bir kavram, satış kavramı da sahne aldı. Buğday verilip karşılığında hayvan postu da takas edilse, pazar yerinde sikke ile, dinarla da yapılsa, elektronik ortamda bilgisayar ekranından göz kırpan birtakım değerler aracılığı ile de gerçekleştirilse, zamandan ve mekândan bağımsız olarak mekanizma büyük ölçüde benzer, ana mantık neredeyse aynı idi: “Sende olmayanı, benim olanı istiyorsan satın alacaksın!” (bu, tabii kavgasız-gürültüsüz seçenek: itiraf etmeliyiz ki, iki ayağımızın üzerine dikilmeyi becerdiğimiz çağlardan beri çoğunlukla savaşı tercih ettik).

Kaç bin yıllık insanlık tarihinin iktisadi cephesinin özetini bi-iznillahi teala böylece bir paragrafta tamam ettikten sonra (ki, iktisadın diyelim toplumdan, siyasetten veya kültürden ya da bunların herhangi birinin diğerlerinden ayrılıp ayrılamayacağı da önemli bir tartışmadır), “satış” temasından hareketle esas konumuza yönelebiliriz. Hoşlansak da, hoşlanmasak da, alkış tutsak da, karşı dursak da dünyamız –en başından beri değilse de, hayli uzun zamandır- yukarıda sözünü ettiğim mülkiyet, satış ve bu ikilinin ayrılmaz parçası, aslında somut anlamda hiçbir değeri olmayan, ama müthiş bir sembolizasyon olan paranın etrafında dönmektedir. (Neredeyse) her şeyin satışı mümkündür,[2] fakat üç şeyin, sıralamam gerekirse sağlığın, eğitimin ve adaletin satışı bana her zaman sorunlu görünmüştür. Elbette ki doktor da akşam indiğinde evine ekmek götürmek zorundadır, öğretmenin de ay sonunda faturalarını ödemesi gerekir ya da avukatın çocuğunun okul ücreti halli şart bir meseledir, yine de belki sağlık, eğitim ve adalette biraz farklı kriterlerin işlemesi gerekebilir.

“Ne Ders Olsa Veririz”, Aslı Vatansever, Meral Gezici Yalçın, İletişim Yayınları

Aslı Vatansever ve Meral Gezici Yalçın’ın birlikte kaleme aldıkları Ne Ders Olsa Veririz”: Akademisyenin Vasıfsız İşçiye Dönüşümü (İletişim Yayınları, 2015) bir önceki paragrafta değindiğim kritik, yaşamsal üçlüden bilginin satışını ele alan, bunu da cesaretle, kuramsal yaklaşımla somut bulguyu maharetle bağdaştırarak, okunması da zevkli bir dille yapan önemli bir çalışma. İki akademisyen bu çok boyutlu soruna vakıf üniversiteleri[3] açısından yaklaşıyor, kendi kişisel deneyimlerini de katarak eğitimde, en basit tanımıyla bilgi aktarmada ve bilgi üretmede yaşanılanı elden geldiğince anlamlandırmaya çalışıyorlar. Vatansever bir sosyolog, Gezici Yalçın ise bir sosyal psikolog, ancak metin ilerledikçe daha iyi, daha net anlaşılıyor ki, mesleki kimliklerinin yanında onlar esas itibarıyla azap/dert ortakları.[4]

Teori...

Türkiye’de eğitim üzerine yapılan çalışmalar söz konusu olduğunda genellikle tutulan yol, araştırmanın eldeki konuyla ilgili olduğu düşünülen belirli sayıda şahıs ile yapılan anket tarzı görüşmeler etrafında kurulması, sonuçta ulaşılan bulgunun bol tablolu, bol istatistiki verili bir sunumla okuyucusuna/dinleyicisine ulaştırılmasıdır. Sayılabilir, niceliksel olana yönelik, kantitatif bir tercihtir bu, dolayısıyla niteliksel, kalitatif olanı büyük ölçüde göz ardı etmesi doğal bir sonuçtur. Okullaşma oranlarına bakılır mesela ya da belli yaş gruplarının öncelikleri sorulabilir. Üniversite düzeyinde hangi bölüm mezunlarının mesleki anlamda hangi sektörlere yöneldikleri araştırılır veya diyelim lise öğrencilerinin matematik, fizik vs. dallarda yüzde kaç oranında başarılı oldukları, bu oranın Avrupa Birliği ya da OECD ortalamasına göre ne ifade ettiği incelenir (faydasız da değildir bu çalışmalar: sözgelimi, kuruluşunun üzerinden on yıllar geçmesine rağmen kütüphanesi olmayan üniversiteler araştırılsa, plansız-programsız açıldığı için her sene üniversitelere yüzbinlerce başvuru yapıldığı halde Türkiye sathında bir tek öğrenci tarafından dahi tercih edilmeyen bölümler tespit edilse, kaç gencin yeterli beslenerek, ertesi gün ne yiyeceğini düşünmeden derslerine girdiğine bakılsa ilgi çekici olur kanımca).

Aslı Vatansever ve Meral Gezici Yalçın araştırmanın bu boyutunu, “saha” kısmını ihmal etmemekle birlikte, meseleye öncelikle kuramsal açıdan yaklaşarak bir teorik çerçeve, o çerçevenin içinde ana eksenler tanımlamakla yola çıkıyorlar,[5] bu arada da sıklıkla bakılan öğrenci veya eğitim kurumu yerine sürecin başka bir parçasına, akademisyene odaklanıyorlar.

Getirdikleri perspektif dünya ölçeğinde de görece yakın tarihli sayılabilecek, Türkiye’de ise yeni yeni gündeme gelmeye başlayan prekarya literatürü ve prekarizasyon tartışması. İngilizcede “belirsiz, muğlak,” bu arada bizim için önemli olan manasıyla “güvencesiz” anlamına gelen precarious sıfatı ile Türkçede de aynı şekilde kullandığımız proletariat kelimelerinin birleşmesinden meydana gelen bir ifade prekarya. Yazarlar kitapta özellikle “Giriş” ve “Hiçleşmenin Sistemik Arka Planı” başlıklı bölümlerde konuya dair elde varolan malzemeyi, temel argümanları yetkin bir biçimde özetliyorlar.[6] Kafamızın iyice netleşmesi için mevzunun uzmanına, onun tanımına başvuralım: Prekarizasyon (prekerleşme, güvencesizleşme) diyor Aslı Vatansever “emeğin, iş piyasalarının acımasız rekabet koşullarında her an sistemin dışına itilme korkusundan dolayı, haklarının çiğnenmesine, vasıflarının önemsizleştirilmesine ve sömürüyü içselleştirmeye razı gelecek derecede sindirilmesi sürecidir” (A. Vatansever, “Prekarya Geceleri. 21. Yüzyıl Dünyasında Geleceği Olmayan Beyaz Yakalıların Rüyası,” EUL Journal of Social Sciences (IV:II), Aralık 2013, ss. 1-20). Kavram doğası gereği çoğunlukla alt sınıflarla, bunun yanında reserve army (işgücü yedeği ordusu) mantığıyla kolaylıkla yeri doldurulabileceği düşünülen –ve doldurulan!-vasıfsız emekçilerle, örneğin kadınlar, servis sektörü çalışanları ya da göçmenlerle özdeşleştiriliyor, ancak zaman içinde görülüyor ki kapitalizmin belki de yeni bir aşamaya geçmesiyle, neoliberal saldırının yoğunlaşmasıyla vasıflı emek de yavaş yavaş, kademe kademe güvencesizleşiyor. İşte Vatansever ve Gezici Yalçın’ın söylediği (her ne kadar umutsuzca reddetmeye çabalasa da) akademinin de bu sürecin bir parçası olduğu, hatta belki de kendisine bilgi üzerinden atfedilen önemden dolayı en ağır darbeyi yiyen kesim olduğu.

Ve pratik...

Yazarlarımız araştırmalarının kuramsal çatısını oluşturduktan sonra yavaş yavaş tümü İstanbul’daki vakıf üniversitelerine mensup, sayıları otuza yaklaşan, ağırlıklı olarak sosyal bilimler alanında çalışan, araştırma görevlisinden kıdemli profesöre kadar uzanan geniş bir mesleki yelpazede yer alan akademisyenlerle yaptıkları yüz yüze görüşmelerden elde ettikleri bulguları yorumlamaya yöneliyorlar. Bu kişilerin dile getirdikleri/şahitlikleri de çarpıcı, oradan hareket ederek Vatansever-Gezici Yalçın ikilisinin vardıkları sonuçlar da...

Yukarıda hayli basit bir tanıma başvurarak eğitim için varolan bilginin aktarılması ve yeni bilginin üretilmesi süreci demiştik, iki yazarımıza göre vakıf üniversitelerinin çoğunun özelinde bunların her ikisi de yapılmıyor/yapılamıyor, dahası bunlar ne amaçlanıyor ne de önemseniyor. Üniversite yönetimi (ki, burada mütevelli heyetleri öne çıkıyor, rektörler ya da dekanlar genelde üst makamlardan tebliğ edileni uygulayan memurlar konumunda) üniversiteleşmekten ziyade “şirketleşme” ile ilgili, bunun doğal bir sonucu olarak öğrenci ve öğrenci aileleri “müşteri” olarak algılanıyor ve bu sakat mantık zincirinin sonu da kaçınılmaz olarak “müşteri memnuniyeti” prensibine bağlanıyor: “Müşteri velinimetimizdir. Lütfen veresiye teklif etmeyiniz.” Resmin diğer tarafında, birçok öğrenci için de esas olay mümkün olduğunca zahmetsiz elde edilecek bir diploma, özgeçmişe eklenecek birkaç satır, gereği halinde ortaya atılacak bir kartvizit, bir etiket. Aslı Vatansever’in bir röportajdaki vurucu ifadesiyle “Verdiğimiz diplomalar üzerine basılı oldukları kağıttan daha değersiz.”

Diğer bir sorunlu nokta da şu: azınlıkta olan, ama yüksek standartlarla, global ölçekteki hedeflerle yola çıkan sınırlı sayıdaki kimi üniversite de zaman içinde kendi başlangıç noktalarından uzaklaşıyor ve çoğunluğa uyum sağlama eğilimi göstererek –hatta bazen en kötü örnekleri taklide yeltenerek- seviyesini, kalitesini aşağıya çekiyor. Ekonomideki Gresham kanununun değişik bir versiyonu adeta: “Kötü üniversite iyi üniversiteyi kovuyor, kendine benzetiyor.”[7]

Genel tablo böyle olunca arada kalan akademisyen iyice zor bir duruma, çoğu kez acıklı bir hale düşüyor. Kitaptan bazı örnekleri hatırlarsak, bilimsel anlamda ses getirecek, ciddi bir proje önerisini gündeme taşımaya çalışan bilimadamına bunun yerine becerebilirse üniversiteye on öğrenci çekmesi tavsiye ediliyor, bu sayede üniversitenin çok daha fazla para kazanacağı fısıldanıyor. Ya da bir talihlinin üzerine kesinlikle uzmanlığı olmayan bir ders kalabiliyor, icabında bir ay çalışıp o dersi verebileceği, veremezse kendisinde bir sorun, bir yetersizlik olduğu ima edilerek. Bu arada, başlangıçta verilen sözler tutulmuyor, sözleşmeye konulan maddelere riayet edilmiyor, ders yükü hadsiz arttırılıyor, maaşlar ödenmiyor, sigortalar yatırılmıyor vesaire. Üstüne üstlük, biraz hakkını aramaya niyetlenen, “Bu işte bir yanlışlık var sanki” deme cüretini gösteren birey doğrudan meslektaşları tarafından kınanıyor, yalnız bırakılıyor, olasıdır ki kapalı kapılar ardında kuyusu kazılıyor. Bir tür “Şu güzel ortamı bozuyorsun” havası... Bu koşullar ve kitapta ayrıntılandırılan benzerleri altında, akademisyenlerin ciddi bölümünün tercihi notu bol, öğrenciyi zorlamayan, elinden gelirse esprili, muhabbeti sağlam anaç ya da babacan hocayı oynamak. Bilgi üretimi de çok büyük bir sorun teşkil etmiyor haliyle: neredeyse önceden anlaşılmış üçüncü sınıf dergilere makale yollamak, dostun-akrabanın-hocanın kotardığı yerlere yazı yazmak, 20-30 yıl önce basılmış kitabı “genişletilmiş yeni basım” notuyla yayımlamak, tek makalede toparlanabilecek konuyu üçe-beşe bölerek “akademik yükseltme kriterleri”ni sağlamak pek zor olmuyor.

Bu bölümü bitirirken bir ekleme yapmalı, bir “hakkı teslim etmeli”: doğrudur, uzun süredir Batı dünyası üniversitelerinden yola çıkılarak tüm yerküre üniversitelerine yayılan bir neoliberal saldırının olduğu, research university (araştırma üniversitesi) mantığı ile veya Avrupa Birliği bilmem kaçıncı çerçeve planı adı altında akademinin enerjisinin –öyle felsefeye, sosyolojiye, tarihe, edebiyata filan değil- doğrudan sanayiye yöneltilmesi, ekonomiye kanalize edilmesi gayretlerinin altı çizildi, bu eklemlenme sürecinin eleştirisi getirildi. Vatansever ve Gezici Yalçın’ın kritiği bu dahi değil!

“Akademik Mitler” ya da Mezarlıktan Geçerken Islık Çalmak

Bana göre “Ne Ders Olsa Veririz” ile getirilen en özgün yaklaşımlardan biri “Akademik Mitler” başlıklı bölümde ifadesini bulan akademi-üniversite-entelektüel ortam güzellemesi ile hesaplaşma gayreti. Önce alt başlıkları sıralayalım, sonra devamını getirelim: “Manevi tatmin,” “Gönüllü çilecilik ve adanmışlık,” “Otonomi,” “Esnek çalışma saatleri ve uzun tatiller,” “Canlı entelektüel ortam,” “Öğrenciyle usta-çırak ilişkisi ve ders vermenin hazzı,” “Akademisyen olmak için doğanlar: ‘Başka bir işi asla yapamazmışım!”

Yazarlarımız istisnaların varlığını kabul etmekle birlikte, aslında içinde bulunduğu (çırpındığı?) durumun farkında olan akademisyenimiz için ardı ardına sıralanan bu maddelerin yaşanan yıkıcı, ezici gerçeklik karşısında bir yanılsama çabası, şahsına meşruiyet yaratma umudu, akademiye ve hayata tutunma gerekçesi arama olduğunu savlıyorlar. Kendine ve çevresine bunları gâh inanarak, gâh pek de inanmaksızın bir akademik amentü gibi tekrarlayan akademisyen neticede en son maddeye, “Ben zaten akademisyen olmak için doğmuşum. İstesem de başka bir şey yapamazmışım” noktasına evriliyor. Öte yandan, bir kuşatılmışlık psikolojisi, öğrenilmiş çaresizlik atmosferi, dönüp dolaşıp “Ne yapacaksın? Her yer aynı”ya bağlanan bir ruh hali de söz konusu. Buradan zaman zaman insan dediğimiz varlığın karanlık yüzüne de yol çıkıyor. Almanca kökenli, Türkçede tek bir kelime ile karşılanması pek mümkün olmayan, ama herhalde “başkasının mutsuzluğundan mutluluk çıkartmak” şeklinde tercüme edebileceğimiz Schadenfreude kavramı akla geliyor mesela. Diyelim, başka vakıf üniversitelerinde maaşlar düzenli yatmazken sizinkini her ay başında alabildiğinize şükrediyorsunuz, bir sabah aniden karşı ofisinizdeki arkadaşınızı yerinde göremeyince gidenin siz değil o olduğuna içten içe seviniyorsunuz ya da “Dekan Hoca beni tutuyor. Ötekilere olan bana olmaz” babında kendinizi avutuyorsunuz.

Vatansever ve Gezici Yalçın’ın bir diğer tespiti (belki de kitabın en can alıcı tespiti) akademisyenlerin açık bir sınıf yanılgısı, bir tür emek reddi içinde olmaları. Üstte anılan gerekçelere ve büyük ölçüde aldıkları eğitime dayanarak kendilerini farklı bir sosyal sınıf, özellikleri, imtiyazları olan bir grup olarak görmek arzusundalar; galiba sosyal sermayeleri (eğitimleri, harcadıkları yıllar vesaire) hakkettiklerini düşündükleri maddi karşılığı bulamayınca bu imaj –bir tür manevi telafi, psikolojik tatmin gibi- daha da vurgulu hale geliyor, keskinleşiyor. Araştırmacıların yönelttiği, katılımcıların kendilerini akademisyen kimlikleriyle emekçi olarak görüp görmedikleri sorusuna verdikleri yanıtlar kaba bir tasnifle üçe ayrılıyor: ilk grup net bir biçimde, hatta yer yer tepkisel bir üslupla böyle bir bağlantıyı reddediyor, ikinci grup birtakım benzerlikler olsa da farklılıkların çok daha ağır bastığı kanısında, üçüncü gruptan duyulan ise mahçup bir “Vallahi, biraz düşününce aslında da öyle” yarı kabulü. Ve galiba aralarındaki sosyal bilimciler dahi bugüne dek bu soruyu kendilerine sormamışlar, yaşadıklarını serinkanlılıkla tahlile niyetlenmemişler, aynada kendi gözlerinin içine bakmamışlar.

Akademisyen dayanışması? “Üretimden gelen güç”?!

İki yazarımız verilerini sunduktan, bu veriler üzerinden yorumlarını getirdikten sonra bu boğucu atmosferin ortadan kaldırılması, akademisyenler tarafından umarsızca sahiplenilen sınıfa dair “yanlış bilincin” düzeltilmesi, eğitimi de, eğitimin içindeki insanı da kemiren kısır döngünün kırılması için –fazla ayrıntıya girmeseler de- bir çözüm önerisi getiriyorlar ve akademisyenlerin kendi aralarında geliştirecekleri mesleki, mesleki olduğu kadar insani dayanışmanın önemine vurgu yapıyorlar. Şüphesiz haklılar, ideal olan bu formül olduğu için bunun tartışmasına girmekte fazla bir mana olmasa gerek, yine de belirtmek şart ki samimiyetle içten içe bu yöne yürüme arzusu olsa dahi, yol bayağı meşakkatli.

Öncelikle, akademisyenlerin pek aralarındaki dayanışma ile bilinen bir profesyonel grup olmadığının kabulü gerek. Bu kopukluğun bir yönü, bazen suçlama düzeyinde abartılı derecelere vardırılsa da belli bir haklılık payı olan “fildişi kuleler” tanımlaması, öte yandan sık sık bilimsellik adına, objektif olma kalkanının arkasına sığınarak sıkıntılı olabilecek birtakım meselelerden uzak durma eğilimi de yabana atılmamalı (daha önce değindiğimiz sarf edilen emeğin niteliğinin, sınıfsal tanımın şiddetli reddi de bu kapsamda düşünülebilir). Bunların yanısıra, alanın temelinde basitçe ifade edersek “Ben –hatta BEN- bilirim” iddiasının bulunması bireyselliği kuvvetlendiriyor, olası iletişimi sınırlıyor, birlikte hareket etme imkânını ise en alt seviyeye çekiyor. Baskın “İstersen yaparsın, sen diğerlerinden iyisin” söylemi bu bireysellik boyutunu daha da derinleştiriyor. Tüm bu etkenlere, kitapta detaylı şekilde işlenen iş bulma çırpınması (ve bu işi elde tutma gayreti!), sürekli işsizlik korkusu, işyerinde güvensizlik tarzı faktörler eklenince akademisyene düşen genellikle –gönülsüzce de olsa- duvardaki bir tuğla olmak, kuzuların sessizliğine bürünmek.

Şunu da görmemek olmaz: icabı halinde dünyanın öteki ucundaki davalara destek olunuyor, global imza kampanyalarına ateşli biçimde imza konuluyor, uzak diyarlara sefer-i hûmayun tertip ediliyor, ama haksızlık burnunuzun dibinde olduğunda (mesela kitapta örnek verildiği üzere onlarca meslektaşınız bir gecede nedensiz işten çıkartıldığında), kimi zaman direkt olarak şahsınız hedefe konulduğunda pek çok durumda ıslık çalarak başka yana bakılabiliyor. Ya da diyelim sosyolojiyle, siyasetle, tarihle, kısası doğrudan toplumsal hareketlerle uğraşıyorsunuz, fakat toplumsal olarak hareketlenmeniz gerektiğinde bilginiz kitabi kalıveriyor; teori sağlam olmasına sağlam da pratik biraz sallantıda gibi. Çağımızın gerçeği (nimeti? laneti?) sanal dünya başka bir âlem: Twitter’da ordular bozuluyor, Facebook’ta fırtınalar estiriliyor, ancak ertesi gün uyandığınızda bunun gündelik hayata pek de bir yansıması olmuyor sanki.

Bir-iki kelam da emek sözkonusu olduğunda bolca atıfta bulunulan “üretimden gelen güç” üzerine. Başka alanlarda tartışma çok daha anlamlı gibi: örneğin çiftçisiniz, “Artık şunu üretmiyorum/satmıyorum” dediniz, fabrikadasınız, dişlileri durdurma kararı verdiniz, bir manası, bir ağırlığı, bir mesajı var, lakin Vatansever ile Gezici Yalçın’ın hakkıyla gösterdiği üzere üretenin de, ürettirenin de, alıcı konumundakinin de “ürünü” (yani, bilgiyi) fazla umursamadığı bir ortamda nasıl bir gücünüz olabilir, ne dereceye kadar etkili olabilirsiniz ki?

Bu kısmı bir yıllığına Türkiye’de ders vermeyi düşünen, aktaracağım olay dolayısıyla da meslektaşlarınca sıkı sıkıya pazarlık yapması, her şeyi sağlama alması öğütlenen bir yabancı öğretim görevlisinden dinlediğim bir anekdotla bağlayayım.[8] Vaka en öndegelenlerden olmayan, fakat yine de yabana atılmayacak bir vakıf üniversitesinde geçiyor. Genç kuşak bir araştırmacı ile ucu açık olmak üzere bir dönem ders vermesi için anlaşılıyor, dersler başlıyor, gel gör ki ilk ayın sonunda araştırmacının hesabına yapılan bir ödeme gözükmüyor. Sorulduğunda ufak bir aksaklık yaşandığı, bir sonraki ay çift ödeme yapılacağı söyleniyor, iyi niyetli akademisyen yükümlülüklerini yerine getirmeye devam ediyor, ne çare banka hesabında yine bir hareket yok. Neredeyse dönem sonuna yaklaşılırken yavaş yavaş huylanmaya, ayakları suya ermeye başlayan kahramanımız “üretimden gelen gücünü” kullanmaya karar veriyor ve yönetime maaşları ödenmediği taktirde final sınavının notlarını sisteme girmeyeceğini beyan ediyor. Sonrası ise bir şok: vakti gelince dehşetle görüyor ki, artık her nasılsa notlar girilmiş, sistem saat gibi, tıkır tıkır işlemekte. Bu arada, üniversitece mızıkçılık yapan akademisyene kendisiyle daha fazla çalışılmayacağı bildiriliyor, hizmetlerinden dolayı teşekkür ediliyor.

Ve cesaret...

Akademisyenler arasındaki dayanışma duygusunu, daha doğrusu dayanışma duygusunun eksikliğini konuşmuştuk, simdi de cesaretten, hem genel anlamıyla hem de entelektüel cesaret anlamıyla cesaretten bahis açmanın yeridir.

İtiraz edilir mi bilemem, ama gerek yukarıda anılan nedenlerden gerekse başka nedenlerden naşi akademisyenlerin büyük çoğunluğunun fazla cesur olmadığını, orta yolu tercih ederek muhtemel risklerden mümkün mertebe kaçınmaya çalıştıklarını söylemek abartma olmasa gerek. Eleştiri yapılır yapılmasına, hem de bazen en sert, en sivri şekilde, ancak genelde bu kapalı kapılar ardında, ofislerin güvenliğinde, yakın arkadaş çevresinde gerçekleştirilir. Bir başka ironi de şudur: dört akademisyenden beşi üniversite sistemini, sözgelimi YÖK’ü eleştirirken (“O nasıl oluyor??” demeyin, dördü konuşuyordur, tesadüfen oradan geçmekte olan beşinci de anında muhabbete dahil olur) günü geldiğinde o beğenmedikleri sistemin normlarına boyun eğmekten, en bilinen örneğiyle o normlarla doçentlik, profesörlük kovalamaktan geri durmazlar.[9]

Aslı Vatansever’in ve Meral Gezici Yalçın’ın bir yaptıkları, bir de yapmadıkları var. Yaptıkları, netameli bir konuyu hayranlık duyulacak bir cesaretle (yukarıda değindiğim her iki anlamıyla da), doğru olduğuna inandıkları biçimde ortaya koymaları. Yapmadıkları ise “Bu konu bizim akademik ilgi alanımız. Anlatılanlarla uzak, yakın bir alakamız yok; bizler böyle kaygılardan azade üst düzey biliminsanlarıyız” demek.

Onlarınki son zamanlarda duyduğum en öfkeli ve en haklı seslerden biri. Ne yaptıklarını biliyorlar, neyi göze aldıklarının gayet iyi farkındalar.[10] Belki de uzatmamalı, doğrudan bu iki yürekli kadına kulak vermeli:

“Görüşmecilerimizin kimlikleri ve bağlı bulundukları bölümler ve kurumlar, bu çalışmada da sözü edilen güvensiz akademik ortam ve işten çıkarılma tehditleri nedeniyle her zaman bizde gizli kalacaktır. Günün birinde hepimizin korkmadan ve tehditlere maruz kalmadan fikirlerimizi söyleyebileceğimiz, eleştiri yapabileceğimiz ve deneyimlerimizi paylaşabileceğimiz bir akademik ortam oluşana kadar, şimdilik sadece kendi kimliğimizi açıklamakla ve kendimizi olası baskı ve işten çıkarılma gibi tehditlere açık hale getirmekle yetiniyoruz.

Bu olası riskleri göze alabilmemizin nedeni, elbette ki, her şeyden önce başta da belirttiğimiz sorumluluk duygusudur. Bu, yalnızca akademiye karşı değil, aynı zamanda akademik emeğin metalaşmasının toplumsal yaşam açısından uzun vadeli sonuçlarını öngörebildiğimiz ölçüde, insan toplumlarına karşı da duyduğumuz bir sorumluluktur. Bu nedenle bu çalışmanın yalnızca akademik emeğin sorunlarını dile getirmek ve ‘kendi derdimize yanmak’ için yazılmadığını, modern kapitalizmin gösterdiği kanserojen büyüme ve metalaştırma eğiliminin bir veçhesi olarak akademik üretim alanını konu edindiğimizi söylemek isteriz.

İkinci olarak, akademisyenlerin hiçbir iş güvencelerinin olmadığı, her dönem farklı üniversitelerden art arda akademisyen çıkarıldığı br dönemde, yönetimler açısından tam da işten çıkarma sebebi sayılabilecek bir kitap yazmaya cesaret edebilmemizin bir diğer nedeni de, hiç kuşkusuz etrafımızda bize destek olan yakınlarımızın olmasıdır. Bizimle aynı vicdani düzlemde bulunan ve bize hem çalışma süresince entelektüel hem de işten çıkarılırsak yaşamsal anlamda ellerinden geldiğince destek olacaklarını hissettiren ailelerimize teşekkür ediyoruz. Günün birinde böyle endişelerin yaşanmayacağı, ailevi desteklerin de yalnızca duygusal boyutta olmasının yeterli olacağı bir akademik hayatı görebilmeyi diliyoruz” (ss.11-12).

Bitirirken...

Evet, nihayet bitirirken iki temenni...

Birincisi, benzeri bir kitabın kamu üniversiteleri için de yazılmasını, oralarda yaşanılanların da (örneğin kadrolaşma olgusunun) usulünce dile getirilmesini, yazıya dökülmesini çok isterim. İtiraf etmeli, pek çok sebepten dolayı bunu pek mümkün göremiyorum.

İkincisi, muhtemelen yazarlarının da beklentisinin aksine “Ne Ders Olsa Veririz” hayli okunan, akademik niteliğine rağmen kısa sürede yeni baskı yapan bir kitap oldu. Umulur ki, okuyanlar yürekten, inanarak “Eğitim şart!” diyenlerdir, “Oh, vallahi yüreğimin yağları eridi. Helal olsun kızlara, ne güzel çakmışlar lafları bizim için de” diyen vakıf üniversiteleri çalışanları değil.

 

 
[1] Eski Roma’da bir dönem kölelere tek tip elbise giyme zorunluluğu getirilmesi düşünülmüştü, fakat yönetici sınıf tehlikenin farkına çabuk vardı. Böyle bir uygulama kölelerin görünürlüğünü arttırmanın yanısıra, çarpıcı sayısal üstünlüklerinin iyiden iyiye altını çizecekti. Başta akıllıca görünen bu fikirden anında vazgeçildi.
[2] Vicdan satın alarak vicdanlı olamazsınız örneğin. Buna karşın, ederini bularak vicdanını satanlara rastlanabilir; her ne kadar alıcının eline çok net, çok somut bir şey geçmese de, satış gerçekleşmiştir yine de.
[3] Yazarların da kitabın başlarında belirttiği üzere, yaygın olarak kullanılan “özel üniversite” tabiri aslında yanlış, çünkü Türkiye’de bu şekilde tanımlanmış bir hukuki statü yok, dolayısıyla eldekiler vakıf üniversiteleri. Burada akla şu soru takılıyor: Batı’daki örnekleri düşünüldüğünde özel üniversite hemen özerkliği çağrıştıran bir kavram. Sözgelimi, ayrımcılık konusunda son derece hassas bir toplum olan –çünkü bu açıdan berbat bir sicili olan- Amerika Birleşik Devletleri’nde özel üniversite konumundan dolayı, bir Katolik kurumu olan University of Notre Dame öğretim üyesi adaylarına açıkça Katolik inancından olup olmadıklarını sorabiliyor, Hristiyanlığın Katolik yorumuna en azından saygılı olmalarını talep edebiliyor. Aynı ülkede, bir kamu üniversitesinde böyle bir şey ciddi bir skandala yol açar. Bilinmez, bir ihtimal 12 Eylül 1980 sonrasında orta öğretimi Milli Eğitim Bakanlığı aracılığıyla, üniversiteleri de Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) sayesinde zapt u rapta, kesin kontrol altına alan devlet erki “özel-özerk” bağlantısı sebebiyle böyle bir hukuki statüyü tanımaya yanaşmıyor.  
[4] Hayli uzun zamandır İngilizcesini “Knowledge as a Commodity,” Türkçesini ise “Bilgiyi Satmak: Bir Meta Olarak Bilgi” şeklinde isimlendirdiğim iki paralel proje üzerinde çalıştığım için kitaba ayrı bir ilgi duyduğumu belirtmeliyim. İki yazarla kitap dolayısıyla düzenlenen bir panelde tanışma imkânım da oldu, devamında özellikle Aslı Vatansever’le –üstelik bir türlü yüz yüze gelmeyi başaramadan- gayet verimli bir entelektüel diyalogumuz oldu. Sağolasın Aslı!
[5] Teorik kısımda sosyoloji literatürüne dayanarak ağırlığı Vatansever üzerine almış, Gezici Yalçın ise yüz yüze görüşmelerin değerlendirilmesinde daha etkin rol üstlenmiş.
[6] Burada yine İletişim Yayınları’nın bastığı (ve bence çok hayırlı bir iş yaptığı) Guy Standing’in Prekarya: Yeni Tehlikeli Sınıf’ını ve Aksu Bora, Necmi Erdoğan, Tanıl Bora, İlknur Üstün ortak çalışması “Boşuna mı Okuduk?”: Türkiye’de Beyaz Yakalı İşsizliği’ni anmak gerekir.
[7] Gresham kanununun en bilinen ifadesi “Kötü para iyi parayı kovar”dır. Kanun, Tudor dönemi İngiliz iktisatçısı Thomas Gresham’ın adıyla anılsa da Batı’da Nikolas Kopernik, İslam coğrafyasında el-Makrizi gibi isimlerce de dile getirilmiştir.
[8] Yeri gelmişken, iki yazarımızın ciddi bir tespiti de “para konuşmanın” bilimadamına yakıştırılamayan, bayağı bir faaliyet olarak görülmesi. Bu durum, aşikâr ki daha önce sözünü ettiğimiz “akademik mitlerle” yakından alakalı.
[9] Şahsen, tutarlı biçimde bunu reddeden bir tek kişi tanıyorum, bu sebepten kendisine büyük saygı duyuyorum. Bir de, üniversite dışında olmasına rağmen yazdığıyla-çizdiğiyle kolaylıkla doçent olabilecekken bunu umursamayan genç kuşaktan birisi daha varmış galiba.
[10] Makalenin başlığı yanıltıcı olabilir, ama bu yazı kapsamında ele aldığım pek çok temayı “Howard Zinn: Tarihçi ve Eylemci” adlı çalışmamda tartıştım. Yakında İletişim Yayınları tarafından Birikim dergisinde yayımlanacak.