Cansever’in ölümünün otuzuncu yılında Ben Ruhi Bey Nasılım’ı okurken duyarlı kentli insanın farklı, değişken ruh hallerine inanılmaz yanıtlar verdiği söylenebilir. Hem de bitmez tükenmez soru işaretleriyle...
10 Kasım 2016 14:00
Modern Türkçe şiiri yakından izleyen her okur Edip Cansever ismiyle bir biçimde tanışmıştır. Çünkü o, yalnız iyi bir modernist değil, şiirimize ilginç yenilikler kazandırmış bir şairdir. Onu ilk elde, İkinci Yeni hareketinin önemli bir neferi olarak anarlar. Ama, şiirleri bir bütün olarak ele alındığında, şairin şiirini İkinci Yeni’yle yalnız Yerçekimli Karanfil (1957) kitabıyla ilişkilendirenler olduğu gibi, bu şiiri sözkonusu hareketin topyekün dışında düşünenlere bile rastlanmıştır. Bu yazının bağlamını aşacağı için konuyu burada gündeme getirmiyoruz. Tek önemli nokta, Türkçe şiirde oylumlu bir modernist açılımın, 1950’lerin ikinci yarısıyla gün yüzüne çıkmış olması ve Edip Cansever’in de bu hareketin kilit şairlerinden biri olmasıdır. Bu zaman diliminde beliren birkaç şair, modern şiirimize apayrı kanallar açmış kişiliklerdir. Türkçe şiiri tanımlarken de bir arada düşünülmeleri kaçınılmazdır.
Bu bağlamın dışına çıkıp, asıl konumuza dönersek; 2016, şairin ölümünün otuzuncu yılı. Burada, konumuz, kısa süre önce Edip Cansever merkezli iki kitabın birden yayınlanması. İkisi de YKY tarafından piyasaya giren bu kitapların ilki, şairin belki de üstünde en çok konuşulan yapıtlarından biri olan Ben Ruhi Bey Nasılım. Yapıt ilk yayınından tam kırk yıl sonra, özel bir ciltle yeniden kitap raflarına taşınmıştır. Gerçi bu, YKY’nin yayıncılıkları açısından ilk girişimi değildir. Yakın geçmişte, Cemal Süreya’nın Üvercinka’sını, İlhan Berk’in Galata’sını, Özdemir Asaf’ın Yalnızlık Paylaşılmaz’ını, Behçet Necatigil’in İki Başına Yürümek kitabını ve en son olarak da Oktay Rifat’ın Elleri Var Özgürlüğün gibi bazı kitapları bu dizi içinde örnek olarak alabiliriz. Üstüne konuşacağımız Ben Ruhi Bey Nasılım’sa bu dizinin bir parçası durumunda. Cansever kitabında olduğu gibi, kitapların çoğu onuncu yıllar gözetilerek yayınlanmış. Yani, az önce andığımız Oktay Rifat’ın Elleri Var Özgürlüğün de ellinci yılı vesilesiyle yayınlanmış. Ama, bunlar dışında farklı nedenlerle yayınlananları da var. Buradan, yazı konumuz olan ikinci kitaba geçersek, Ülkü Uluırmak’ın hazırladığı Edip’in Lastik Topu adlı çalışma. Uluırmak, şairin 1986’daki ölümünün ardından, Cansever’i odak alan bir biyografik roman yazmak istiyor. Bu vesileyle şairin birçok dostuna ve ailesine sorular hazırlıyor. Ancak kitabın önsözünde değindiği gibi farklı nedenlerle Cansever’in bazı önemli dostlarından beklediği yanıtları alamıyor. Muzaffer Buyrukçu ve Nahit Hanım’dan alamadığı yanıtlar, İlhan Berk ve Mehmet Baydur’dan gelemeyen Cansever mektupları ve belki bilmediğimiz diğer kaynaklar yüzünden romanını hayata geçiremiyor. Edip’in Lastik Topu- Dostlarının ve Ailesinin anlatımıyla Edip Cansever adını taşıyan bu kitap, Uluırmak’ın uzun yıllar önce şair, yazar ve yakınlarından aldığı yanıtları bir kurguyla bir araya getirdiği bir çalışma. Cansever’in gündelik hayatını, şiir ufkunu, insan ilişkilerindeki durumunu, poetik ve politik kaygılarını yansıtması açısından ilginç bir çalışma. Kitapta, değindiğimiz metinlerin yanında, birçok Cansever fotoğrafıyla da karşılaşıyoruz. Şairin, ailesi yanında yakın dostları, arkadaşları ve yaşam tarzını keşfetmek açısından benzerine fazla rastlanmayan bir kitap. Biz de önce bu çalışmadan söz edelim.
Biyografi, Türkiye’de bir edebiyat türü olarak son derece zayıf. Dolayısıyla da, edebiyat yapıtlarını anlama, hissetme ve kavrama noktasında okur ve araştırmacıları farklı sıkıntılara sokabiliyor. Yapılan çözümlemelerde yazarı farklı risklerle baş başa bırakıyor. Ufuk açıcı tek kaynak, edebiyatçılarla yapılmış söyleşiler oluyor ki, bunlar da Türkiye’de çoğu kez tatmin edici değil. Bu durumdan dolayı, bir biyografi tadı vermese de elimize gelen her kaynak okuru farklı bilgisel ve düşünsel bağlamlara çekebiliyor. Ülkü Uluırmak’ın özel bir tasarıyla hazırladığı sorularla gelen yanıtlar, yer yer edebiyat-dışılıklarından bir vasata doğru kaysa da, birtakım anlatılar gerçekten ilginç ve etkileyici. Cansever’in gündelik hayatına dair çok sayıda ilginç ipuçlarıyla karşılaşırken, şairin bildiğimiz şiirlerini kavrayışımız noktasında okuru heyecanlandırıyor. 1950 ve 60’lı yılların şiir ve edebiyat ortamı, şairin politikayla olan ilişkileri, diğer edebiyatçılarla olan dostlukları ve yaşadığı travmaları keşfetmek açısından önemli bilgisel kesitlerle karşılaşılıyor bu yapıtta. Şairin gözlemciliğinin boyutları, aile hayatı ve hayatta şiirin yeri, alkolün bu hayat içinde yaşadığı rol, iş hayatı ile şiir ikilemini nasıl çözdüğüne dair ilginç bilgi ve ipuçlarıyla karşılaşılıyor.
Cemal Süreya’dan gelen ve kitabın başlarında yer alan metin bizce bu çalışmanın en önemli kesiti. Süreya, Cansever’le olan 1955’teki ilk tanışmasından başlayarak hem şiir serüveninden kesitler sunuyor hem de şairin gündelik hayatı, iç çatışmaları ve yaşadığı komplekse dair ilginç ayrıntılar taşıyor okura. Örneğin Süreya, Cansever’in yaşarken, “toplu şiirleri”ne hiç almadığı Dirlik Düzenlik adlı kitabı anarken bu kitabın Melih Cevdet Anday’ın etki alanında yazılmış bir şiir olduğunu söylemesiyle, bizi bu kitabı bir kez daha okumaya itebiliyor. Cansever’in 1950’lerdeki yakınları arasında Metin Eloğlu ve biraz da Özdemir Asaf’ı öne çıkarırken, daha da ilginç olan bir kesit, Cansever’in gençliğinde Orhan Kemal’in etrafında toplanan gençlerin içinde yer alması. Bu konumu tam olarak metinde kestiremesek de, bu ünlü toplumcu yazarın edebiyat janrıyla okuduğumuz Cansever arasında köprü kurmakta gerçekten zorlanabiliyoruz. Süreya, Cansever’in, dramatik şiire yaslanırken, onun apayrı bir evrenine dönüşecek olan dramatik monolog türü şiirlerinin ortaya çıkış sürecini anımsatıyor okura. Yani Cansever’in belki de monolog’a yoğunlaşmaya başladığı ve Umutsuzlar Parkı kitabını yazma sürecindeki bu önemli noktanın üstünde durmak istedik. Çünkü Ben Ruhi Bey Nasılım yapıtı da bu açılımın yaklaşık yirmi yıl sonraki en parlak ürünlerinden biri.
“Ama Edip öyle bir şey oldu ki, sanıyorum biraz da hayatına uydu bu yeni şiir biçimi, öyle yazmaya başladı. O sırada kendine özgü bir söylem geliştirmeye başladı. Yani kendiyle bir monolog içinde, ne yaptığını tam bilmeyen ama sözcükleri çok seven, her gün okşayan, öyle bir şiir.” (sf. 13)
Bu durum, çoğu yazı ve incelemede anıldığı gibi, bu görece gençlik döneminde Cansever’in T.S. Eliot’ın dramatik şiir tavrından nasıl etkilendiğinin ipuçlarını da yansıtıyor. Süreya yanıtlarında bu akrabalıktan da söz ediyor.
Şairin siyasi ve duygusal kaygıları, başta plastik sanatlar olmak üzere diğer sanatlarla olan ilişkisi, metinlerinde toplumculuğun baskın olmamasına rağmen, Türkiye İşçi Partisi’nde kısa dönem de olsa yer alışı Süreya’nın bu şair üzerine çizdiği tablolarda özel bir yer alıyor. Ancak, bizce dikkati çeken bir başka önemli kesit, şairin psikopatolojik durumunu yansıtması açısından çok ilginç. Süreya’nın anlattığına göre bir görüşmede Cansever ona özel bir çocukluk anısını anlatıyor. Ve bu konu, kitabın başlığı olabiliyor. Burada anımsatmamız gereken ilk önemli nokta, Cansever’in varlıklı bir ailenin çocuğu olması. İşin ilginç yanı, şair üzerine anılarını anlatan dostlarının çoğu şairin zengin bir aileden gelişini işaretliyor. Onun da bu yüzden hep “huzursuz” olduğunu vurguluyorlar. Cansever’in de Süreya’ya bu bağlamda anlattığı hikâye ilginç. O dönem, Cansever de diğer çocuklar gibi Fatih Cami’nin avlusunda top oynamaya meraklı. O yıllar ki –tahminen 1930’lar sonu veya 1940’lar başı- bu avluda çocuklar hep bez toplarla oynuyorlar. Lastik toplar pahalı. Ve lastik topu olan tek kişi Edip’miş. Cansever’in Süreya’ya anlattığına göre, Edip aslında çok kötü bir oyuncu olduğunu, ama takıma hep “lastik topu” olduğu için alındığını söylüyor. Bunun inanılmaz bir kompleksi olduğunu ve bunu hiç unutamadığını anlatıyor. Süreya’nın anlattığı bu konu, okuru az sonra değineceğimiz Ben Ruhi Bey Nasılım’a kadar taşıyabiliyor. Bu veya benzeri, çocuklukta yaşanan kompleks ve travmalar okuru yetişkinlikte insan ruhunu nasıl zedelediğinin gerçeğiyle karşılaştırıyor. Kitabın hazırlayan Uluırmak sanki biraz bundan da hareketle kitaba Edip’in Lastik Topu adını vermiş. Bu konu, kaçınılmaz olarak sonraki kitap değerlendirilirken daha açımlanacak.
Kitaptaki diğer yanıtlara dönersek, Fethi Naci’nin içtenlikle anlattıkları arasında iki defa niye küstüklerini ve nasıl barıştıklarını dahi öğrenme olanağı buluyoruz. Fethi Naci’nin, İkinci Yeni’yi yer yer desteklese de, eleştiri tavrında toplumcu yönsemelerin de belirleyici olduğu bilinir. Cansever, bu tavra Naci gibi – kadar yakın olmadığından farklı yazılar vesilesiyle nasıl konuşmadıklarını bile dillendiriyor ki, özellikle Türkiye’deki edebiyat eğilimlerini kavramamız konusunda okura değişik ipuçları verebiliyor. Naci, Cansver’in ölümünden sonra bile olsa eleştirelliğinden vazgeçmiyor.
Cansever’in özel felsefe merakının yanında Tanpınar ve Salah Birsel’den etkilendiğini hatırlatıyor. Ama, bize bu metinde en ilginç gelen konulardan biri, TİP’in kuruluşunun hemen başlarında TİP’in üyesi olmuş bir sosyalist Cansever olarak bu süreçten kesitler anlatması oldu. Gerçi 1964’te Naci de Cansever de ihraç edilmiş. İkisi de birkaç yazar çizer arkadaşıyla partinin kültür bürosunda görev almışlar. 1963’te partinin programının hazırlanmasında çalıştıklarından söz ediyor. Yani, partinin asıl temel, fikirsel uğraşında bulunmuşlar. Ama, bu yoğunlukta kültür politikalarıyla uğraşacak pek de bir vakit olmadığından söz ediyor Naci. Bu kültür-dışı süreç bizim şair ve yazarı negatif etkileyerek süreçten çekilmişler. Bir muhalefet hareketi oluşturmuşlar. Cansever’in 1964 Şubat’ında yapılan, partinin Birinci Büyük Kongre’sinden sonra hep beraber partiden kovulmuşlar. Bu kısa serüveni Naci kitapta azıcık da olsa açımlıyor. Ama, ilginç nokta, sosyalist Cansever’in verdiği bu uğraşın Nerede Antigone (1961) ile Tragedyalar (1964) kitapları arasında gerçekleşmesi. Hatta, Tragedyalar’ın tam yazılmakta olduğu süreç niteliğinde. Bu “sosyalist şair”, “trajik olan”ı tam olarak ön plana çekmiş, Türkçe modernist şiirin en ilginç “drama”larından birini kaleme alıyor. Hem de son derece marjinal, azınlık, dışlanmış karakterler üzerinden. Varlık meselesini de enine boyuna sorgularken, Naci, verdiği yanıtların bir yerinde, enine boyuna İkinci Yeni şiirini sorguluyor.
Şairin görece son döneminin en yakın dostlarından biri olan, önemli oyun yazarı Mehmet Baydur da Ülkü Uluırmak’a söz verdiği mektupları yollamasa da, yanıtları vermiş. Bu metin de şairin kişiliğine, gündelik hayatına dair farklı bilgiler aktarıyor okura. Örneğin en başta disiplinli çalışmasının altını çiziyor. Sevdiği dostlarına olan bağlılığını vurgulamadan geçemiyor. Şairin yaşam tarzına dokunurken, biraz sanıldığı, belki zannedildiği gibi bohem olmaktan çok bir anti-bohem olduğunu vurguluyor. Hemen her dostunun anlattığı, her şiir kitabını okuyanın hemen hissedebileceği İstanbul tutkusunu anımsatmadan edemiyor. O da, Cansever’in bir Marxist olduğunu vurgulamadan edemiyor. Resim yanında müziğe olan ilgisinin altını çiziyor. Caz, klasik müzik, hatta pop müzik bile dinlediğinden dem vuruyor. Baydur’un aktardıklarından bize en ilginç gelen, şairin en son döneminde, herhalde ölümü öncesi “taş çeşitlerini” merkez yapan bir kitap düşünüyor olması. Cansever’den bu tema bağlamında ne çıkardı bilemiyoruz ama şairin şiirlerindeki nesne zenginliğini düşünürsek, oldukça değişik bir yapıtla da karşılaşabileceğimiz fikrini uyandırıyor insana. Cansever’in o dönem umutla izlediği şairlerden biri Enis Batur’muş. Şiir bağlamında İsmet Özel’i de çok severmiş. Ama, bir yazın adamı olarak Özel’den umudunu kesmiş.
Cansever bir alkol insanı olsa da, alkol alırken iyi bir şey yazılmayacağından dem vururmuş Baydur’a. Şairin bu tavır ve tutumunu başka yakınları da vurguluyor. Pastel renkleri sevdiğini söylüyor. Dolayısıyla da sevdiği aylar eylül, ekim ve kasım gibi geliyormuş Baydur’a. Ama zaten, farklı söyleyişlerde, Cansever’in güz mevsiminin en üretken dönemi olduğunu hatırlıyoruz. Baydur’un aktarmalarından değineceğimiz son noktaysa, Cansever’in Bezik Oynayan Kadınlar kitabına biraz özel zaafı olduğunu söylemesi.
Edip’in Lastik Topu adlı kitap bir bütün olarak okunduğunda yazar dostu Selçuk Baran’ın dışında çok önemli yakın arkadaşları ve ailesinin de şairle ilgili aktardığı bilgiler merakla okunmakta. Gerçi, şairin bazı ortak özelliklerini farklı metinlerde tekrar okumak durumunda da kalınabiliyor. Bunların arasında, uzun yıllar yakın arkadaşı olduğu Merih Sezen ve Yalçın Yalın’ın metinlerini okurken şairin gündelik hayatı, beğenileri, arkadaşlarıyla kurduğu ilişki biçimlerini detaylı olarak öğrenme olanağı buluyoruz. Balık tutma merakı gibi farklı ve ilginç hobilerini. Bu enstantaneleri de okura bırakmayı uygun gördük. Ama, bu yakın dostlar yanında, edebiyatçıların ünlü meyhanesi Yakup II.’nin de sahibi olan Yakup Arslan’ın Cansever’e dair verdiği kısa bilgiler ilginç. Daha önemli noktaysa, şairin Çağrılmayan Yakup (1966) adlı önemli kitabının “Yakup”unun Arslan’ın kendisi olduğu hep söylenmekte. Yine kitapta yer alan bir başka kısa metinse, Cansever’in Kapalı Çarşı’daki antikacı dükkânında ortağı olan Mösyö Jak’ın da kitaptaki konuklar içinde yer alması. Şair, bu ortağıyla birlikte, 1955’ten itibaren yaklaşık yirmi yıl çalışmıştı. Cansever’in minnet duyduğu bir ortaktı Mösyö Jak. Çünkü şair, dükkânın asma katında devamlı şiirlerini çalışırken, Mösyö Jack bütün işi yönetmiş. Şaire, bir biçimiyle özgürce çalışma imkânı sağlamış. Mösyö Jack kısacık bir metinle de olsa, bu ticari ilişki, yakınlıkları ve şaire yaklaşımıyla ilgili okura değişik bilgiler aktarıyor. Belki Cansever’in bu olanakları ve rahatlığı olmasa, birçok önemli kitabının üretilme süreci aksar ve bugün şaşkınlıkla okuduğunuz yapıtlarının bazıları ortaya çıkamazdı.
Kitaptaki son üç konuksa, kızı Nuran Birol, ablası Edibe Aykaç ve eşi Mefharet Cansever. Yani şairin en özel dünyası. Ailesi içindeki tutum ve davranışları, çalışma tarzı, eşi ve çocuklarına olan davranışlarına dair çeşitli bilgilerle karşılaşıyoruz. Örneğin, henüz 20 yaşındayken evlenmiş Cansever. Okuduklarımıza göre, tahminimizden çok daha uyumlu bir Cansever portresiyle karşılaşılıyor. Çocuklarına olan özel ilgisinin yanında, çalışırkenki tutumuna dair ilginç kesitlere rastlanmakta. Örneğin mutlaka, temiz ve düzgün giysileriyle çalışma masasına otururmuş Cansever. Taşıtlardan gelen sesler onu fazla huzursuz etmezken, oturdukları apartmanın bahçesinde oynayan çocukların şairi inanılmaz rahatsız ettiğini okumak, değişik bir hayat kesiti, enstantane olarak anılabilir. Özel hayatına dair birçok kesitlerle dolu bu metinler. Şairi tanımak, anlamak için okura birçok ipuçları veriyor. Gerçi psikolojisi, ruh haline dair fazla ayrıntıya ulaşamıyoruz. Ama, sanırım bugüne kadar okurun pek de bilmediği sayısız detay bu metinlerde günyüzüne çıkıyor.
Ülkü Uluırmak’ın kişisel arşivinden alınan bu metinler, biraz da, şairin ölümünün 30. yılı vesilesiyle kitaba dönüştürülmüş. Sanırım, şairin kızı ve eşi dışında bu röportajı verenlerin hiçbiri yaşamıyor. Söyleşilerin hemen tümü 1987 yılında yapılmış. Bu ilginç kitap, Cansever ve şiirini yakından izleyen okurları için ilgiye değer. Umarım birgün Türkiye’de de biyografi özgün bir edebiyat türü olur ve Cansever’le ilgili bu bağlamda oylum bir çalışmaya rastlanır.
Biraz detaylı üstünde durduğumuz Edip’in Lastik Topu adlı kitaba koşut olarak, kırkıncı yayın yılı vesilesiyle özel ciltli baskı olarak çıkan Ben Ruhi Bey Nasılım, Cansever’in şiir tarihi içinde özel bir öneme sahip. Kurgunun ön planda olduğu, dramatik yanı belirleyici olan ama aynı oranda da özgün bir deneyselliği içinde barındıran Ben Ruhi Bey Nasılım kaçınılmaz olarak edebiyatın ana iki dalı öykü ve tiyatrodan kıyasıya yararlanıp gün yüzüne çıkan bir yapıt. Cansever’in şiir-içi bu arayışlarını İkinci Yeni şiirin parlak dönemi 1955-60 yılları arasına kadar uzatmak mümkün. Yazının ilk bölümünde, Cemal Süreya’nın da vurguladığı gibi, şiirde monolog’a nasıl ve ne zaman yöneldiğinin ipuçlarından söz etmiştik. Şairin 1958 yılında yayınlanan “Umutsuzlar Parkı” dramatik şiirdeki ilk önemli adımıdır. Monolog, belirleyici bir öğe olarak Cansever şiirine tüm incelikleriyle yayılır. Şairin özellikle Yerçekimli Karanfil’den sonra yayınlanan toplam on beş kitabında da monologlarla karşılaşmak mümkündür. İçinde Ben Ruhi Bey Nasılım’ın da bulunduğu yedi kitaptaysa bu temel öğe büyük ölçüde belirleyicidir. (Dipnot: Özellikle bu yedi kitabı odak alarak yazılmış bir çalışma 2003 yılında yayınlandı: Ölümü Gömdüm Geliyorum - Edip Cansever Şiirinde Varolma Biçimleri) Bu yedi yapıt dışındaki kitaplarda da, ağırlıkta olmasa da yer yer öne çıkan monologlara rastlanmaktadır. Buradan hareketle, monolog’un Cansever’in şiirindeki özel durumundan dolayı, aslında hep tek bir şiir yazdığını söylemek fazla abartılı olmasa gerektir. Apayrı karakterler tek bir kişiymiş izlenimi vermektedir. Hepsi, bir boyutuyla “ben”leri gibidir. Belki bundan dolayı, bazen, görece bütünlüğü olan, tematik bile diyebileceğimiz kitapların yanında, içine parça parça yayılan monologlarla da karşılaşılabilmektedir. Yani, karakterlerin hiç yer almadığı, dramatik fonu ağır basan birçok şiirinde de devamlı iç konuşmalarına sıkça rastlanır. Örneğin Sonrası Kalır (1974) adlı, dönemin ruhuna koşut olarak yazılmış, toplumsalcı duyarlılıkların sıkça işlendiği bu kitabın önemli şiirlerinden biri olan “İdris’le konuşma” şöyle başlar:
“İdris sen ne yapıyorsun kuşların yanında
–İdris’le konuşuyorum “
Şairin Seyir Defteri (1980) adlı kitabın başındaki “Başlangıç” adlı dörtlükse, bir açıdan şairin poetik tavrını yansıtırken, öte yandan hiç gözardı edilemeyecek bir monoloğu gösterir:
“Doğanın bana verdiği bu ödülden
Çıldırıp yitmemek için
İki insan gibi kaldım
Birbiriyle konuşan iki insan”
Cansever, Ben Ruhi Bey Nasılım kitabında soyutlamalardan gitgide uzaklaşan, acı duygusunun ön plana çıktığı, tipolojik olarak fazla farklılığı olmayan karakterler yoluyla gözlemciliğin belirginleştiği bir dünya kurmakta. Kitapta, Ruhi Bey’in dışında anlatıcı konumunda yedi karakter yer almakta. Bu karakterler öncelikle kendi gündelik hayatlarından bize çeşitli kesitler sunarken, biri dışında da her karakter Ruhi Bey’e dair gözlemlerini küçük yansıtır okura. Karakterler, hayatla kurdukları bağı, yaşama biçimlerini gösterir veya sorgularken yapıtın baş karakteri Ruhi Bey’e dair izlenimlerini, yer yer de iç konuşmalarıyla şiirlere yayarlar. Ruhi Bey’se, bazı şiirlerde tam bir anlatıcı pozisyonundayken, bir kısmında kitabın anlatıcısıyla karıştırılabilmektedir. Şiirlere topyekün bakıldığında, drama yanında düzyazıya da önemli biçimde yakınlaşmaktadır. Dolayısıyla, özellikle öykülemeci bir dil kitabın omurgası durumundadır. Tek bir şiirde bazen düzyazıya yakınlaşırken, başka bir bölümde güçlü dize yapısıyla kurulmuş kıtalara rastlanılabilmektedir. Yani biçim açısından, şairin deneyci yanı bu kitapta oldukça ön plana çıkar. Bir tür, şiirin imkânlarını zorlamakla koşut bir biçimlenme sürecidir. Şairin hemen her kitabında olduğu gibi, tüm etkili anlatımcılığın içinde imge, sembol ve metaforlar kitapta önemli roller üstlenir.
Bu kitap da, diğerleri gibi bir yalnızlar seremonisidir. Ya da tek başına “Ruhi Bey”in. Karakterler gündelik hayatın marjinalleri gibidirler. Tabii ki başrol oyuncusu Ruhi Bey önde olmak üzere. Çünkü öykü onun üzerine kurgulanmıştır. Ancak yazılan bir oyun veya hikâye olmadığı için duygusal ve düşünsel bağlam hep kaygan bir zemin içinde gezinir. Kendine özgü bir giz dünyası kitabı kuşatır. Modern sanatların kopmaz parçalarından biri olan gizemcilik bir bütün olarak ön plana çıkmasa da karakterleri tanırken ana öğelerden biri durumundadır. Tutku, takıntı veya saplantılar tüm karakterlere farklı biçimlerde yayılmaktadır. Hele, öykücükler cinselliğe doğru kaydığından ki bu kitapta oldukça belirleyicidir. Okuru daha ürkütücü bir zemine doğru çeker. Çoğu kitabında olduğu gibi karakterler ya dışlanmış, ya marjinal ya da farklı cinsel sorun veya seçimleri yaşayan öznelerdir. Bu kitapta da durum değişmez. Toplumsal konumları açısından birçoğu “aşağıdakiler”i simgeler. Örneğin Ruhi Bey yapayalnız, alkolik ve iktidarsız bir öznedir. Cansever, dilin yapısında duygusal ve düşünsel bağlamda köktenci bir sanat tavrını sembolize eder. Gündelik hayatın insanlarını gözlemlerken, hep İstanbul kültürünün temel kaynağı olan azınlıkları kitaplarına taşımadan edememiştir. Hele kendisi bir İstanbul şairi olup da bu karakterleri günyüzüne çıkarmaması düşünülemez.
İnceleme veya söyleşi olsun Cansever şiiri deyince, varlıksal sorunun belirleyiciliği kaçınılmaz. Evet, şairin şiirinde büyük bir çıkış yaptığı 1950 ve 60’lı yıllar, Türk edebiyat ve şiirinde ana felsefi katalizörlerden biri olmuştur. Cansever de yeni şiirini bu etki alanı içinde şekillendirir. Bu kaynak Cansever şiirinin kopmaz bir parçasıdır. Ancak, Ben Ruhi Bey Nasılım adlı kitapla birlikte bu felsefi-düşünsel düzlem biraz daha kayganlaşmaya başlar. Kitabın ana karakteri olan Ruhi Bey, bizce daha da kaygan bir zemine doğru evrilmekte, varlık ne kadar temel bir sorgu alanı olsa da, hiçliğe doğru çekilmektedir. Bu kayışta, şairin içinde yaşadığı yeni toplumsal hayat ve çatışmalar zincirinin önemli bir payı olsa gerektir. Özellikle son kitabı Oteller Kenti’nin (1985) baş karakteri Bayan Sara’yı izlerken, bu duygunun yoğun kuşatıcılıyla karşılaşılmaktadır. 1970’lerin ikinci yarısı, bu döneme kadar hâla bitmeyen toplumsal kaos’un Cansever’i gitgide daha çok kitleyişi, aslında çok sayıda Ruhi Bey’in metnin içine yedirilmesi anlamına gelmektedir. Yaşanan sosyal basınç, dönemin toplumsalcı şiirine ayak uyduramayan Cansever’i bir adım daha önde bir deneyciliğe doğru itmektedir. Farklı bir bilinç yarılmasıdır ortaya çıkan. Kitapta ne kadar gündelik hayat tüm tazeliğiyle varlığını sürdürse de, odak noktası şairin içe doğru daha da katlanması, monologlarının yeni bir kurguya, vücuda dönüşmesi gibidir. Duygusal zemin yer değiştirmekte; tutkular, takıntılar çeşitlenmektedir. Kitabın her karakteri, bu çeşitlenişin farklı özneleri gibidir. Sözkonusu karakterler tablosu çok farklı sorgu alanlarını içinde barındırır. Her insan içindeki dürtüler, algı biçimleri, hayat şartlarının yarattığı basınçlara karşı yaratılan dirençler, karakterleri bazen içe doğru kilitlerken, özel durumlarda birtakım diyalog çabalarını da içinde barındırır. Sorgular çeşitlendikçe, diyalog istemi bastırılmaktadır. Karakterlerin bireyselleşme yolculuğu engellerle karşılaşmaktadır. Kitabın karakterleri daralmış, törpülenmiş ruhları sembolize eder. Ruhi Bey’se kitabın baş karakteri olarak, mutsuzluklarla dolu geçmişine yolculuk eder. Özellikle çocukluk ve gençliği farklı travmalarla doludur. Kitaptaki bazı bölümlerin merkezi olan bu travmalar yoluyla Cansever’in kahramanı önce varlıksal sorgu alanlarına, ardındansa hiçliğe meyletmektedir. Kitabın sonunda, ne kadar insanın “yaşıyorken özgür” olduğunu vurgulasa da.
Hepsi birbirinden bağımsız on beş sahne-şiir vardır bu kitapta. Değindiğimiz kayganlık şairin sanatı kadar belirleyici olsa da ilginç bir oyun özelliği de taşımaktadır. Öykülemecilik, hem şiirin hem oyunun anlatımını belirler. Bu kitabı ayrıcalıklı kılan en önemli özellik, değindiğimiz özneler-karakterler kadar nesnelerin de önemli bir rol oynamasıdır. Cansever şiirindeki ayrıntı ve incelikleri en çok besleyen unsur nesnelerdeki zenginliktir. Kitabın belki en trajik noktasını imleyen “Ruhi Bey Anlatıyor: Bir Düğün Günü ve Sonrası” adlı şiirde nesneler bile önemli bir rol oynamıştır. Belki konak’ın küçük bir portresidir bu. Ama, bu nesneler şiirdeki portreleri sanki yeni bir vücuda dönüştürüyor. Sembol olmayı aşıp kendine özgü bir sese, tınıya dönüşebiliyor.
Kitapta, Ruhi Bey’in tekil şiirleriyle anlatıcı konumuna çıkan karakterler “Bir Çiçek Sergicisi”, “Bir Meyhane Garsonu”, “Patron”, “Kürk Tamircisi Yorgo”, “Bir Genelev Kadını” ve “Cenaze Kaldırıcısı Adem”dir. “Oyun”un yan karakterleri Ruhi Bey’in karısı Hayrunnisa ve “Kürk Tamircisi Yorgo’nun yanında çalışan Anjel’dir. Anlatıcılar arasında onun gençlik ve yetişkinlik sürecini en iyi bilen “çiçek sergicisidir”. “Cenaze Kaldırıcısı Adem”deyse Ruhi Bey hiçbir boyutuyla yer almaz. Şair veya Ruhi Bey, Adem’in üstünden derinlikli bir varlıksal sorguyu ön plana çıkarmaktadır. Yalnızlık, kuşku, acı, korku gibi birçok farklı duygu durumları Ruhi Bey’den sonra en çok “Cenaze Kaldırıcısı Adem”de işlenmekte, sorgulanmaktadır. Ölümle yaşam arasındaki ince çizgilerin hayat içindeki yeri tanımlanmaya başlamış gibidir. Diğer anlatıcılarsa, Ruhi Bey’le ilgili gözlem ve yaşanırlıklarını gün yüzüne çıkarmaktadırlar. Buna koşut olaraksa, Beyoğlu kültürü, gündelik hayatı, ara sokakları, otelleri, pasajları, pazarları, lokantaları tüm hakikiliğiyle sözkonusu şiirlerde vücut bulmaktadır. Ruhi Bey’in yaptığı yolculuk halinde de benzeri kesitlere rastlanılmaktadır. Pera kültürünün bir panoraması çizilmektedir. Ruhi Bey karakteri tüm yarılmışlığıyla şiirlere yedirilmektedir. Pejmürdeliği, alkolik yanı, cinsellik kaynaklı tacizi, Ruhi Bey’in aslında hep kaygan bir zeminde varolma uğraşının işaretleriyle doludur.
Bu yalnızlık ve dışlanmışlık, Ruhi Bey’in geçmişi; çocukluk, gençlik ve yetişkinliğinde yaşadığı travmaların sonucudur. “Ruhi Bey Anlatıyor: Bir Düğün Gecesi…Ve” adlı şiirde öncelikli olarak babasının ölümü vesilesiyle hatırladığı “çizme” ve “kılıç koleksiyonu”yla sembolize olan otoriter bir kimlik ilginç bir figür olarak dikkat çekiyor. Çocukluk ve gençliğinde, içinde yaşadığı konak’a tiksintiyle bakmaktadır Ruhi Bey. Aklına babasının ölüm günü, annesinin kitlenip kalışı gelmektedir. Ama en önemli Hayrunnisa ile olan düğün gecesi ve ardından gelen günler boyu iktidarsız bir Ruhi Bey’in hatırlanışıdır. Önemli şiirlerden biri olan ve şimdiki zaman’ı işaretleyen “Bir Genelev Kadını Ve…”deyse son derece “saldırgan” bir Ruhi Bey öne çıkmaktaydı. Yani çelişkilerle dolu bir yolculuktu bu. Ama son andığımız şiirin ardından gelen “Ruhi Bey ve Limonluktaki Yangın”da, sanki işlenen bu olguların kaynağı gün yüzüne çıkmaktaydı. Çocukluğundan itibaren bir üvey anneyle yaşayan Ruhi Bey, geçmişine bir iç yolculuk yaparken, çok önemli bir travma yaşamıştı. Hem de on altı yaşındayken üvey annenin cinsel tacizi, bir yara olarak tüm ömrünü zihinsel düzeyde kuşatmıştı. Bu olayı yaşadığı limonluk bir beklentiye dönüşerek, bu beklenti bir daha tekrarlanmayınca Ruhi evin limonluk’unu yakacaktı. Üvey annenin bilinçli bir davranışıydı bu. Ve travma ömür boyu bir takıntı olarak zihninin bir parçası olacaktı. Konak’a olan nefretinin önemli olaylarından biriydi bu. Ruhi Bey, bu ve benzeri çok farklı psikopatolojik sorunları biriktirecek sonunda konak’ı yakışına kadar yol alacaktı. Yani limonluktaki yangın, evi yakışında noktalanacaktı. Kitabın sonlarına yaklaşırken ortaya çıkan “Kısa Bir Not: Konakta Son Gün Ve…” adlı bu şiir, Ruhi Bey’in en çarpıcı travmasını yansıtmaktaydı. Onun hayatını geren, sıkıştıran bunaltan konak atmosferi apayrı yüzlerle şiirde gün yüzüne çıkmaktaydı. Takıntıları tabii ki yalnız cinsellik değildi. Bu şiirde içinde bulunduğu çevre ve konum burjuva orta sınıfının değerleriyle hesaplaşmayı da yansıtıyordu. Limonluk’tan sonra konak’ı topyekün yakışının arkasında, bu sınıfın değerlerine isyanı da yatmaktaydı. Son gece konak’a davetli olanlar ahlaki değerler ve yaşantı biçimleri açısından Ruhi Bey’i bunaltan, yalnızlaştıran öğeler arasındaydı. Varlıksal sorunun kaşınmasında, deşilmesinde bu sınıfa ayak uydurmanın yarattığı travmalar da işlenmekteydi. Bu bağlam, belki de yalnız ve en çok bu şiirde belirginleşmişti. Konak’ın bir üst sınıfı sembolize edişinde, konak’ta bulunan eşya ve antikalar hep belirleyici oldu. Önceki şiirlerden birinde konak’ı “soyup” çırılçıplak bırakan Ruhi Bey, bu şiirde değerli tüm eşyalarını, antikaları konaktan dışarı atacaktı. Bu durum büyük bir travmanın başlangıcıydı. Biblolar, yağlı boyalar, kristal takımlar da teker teker konak’ın dışına atılıyordu. Şairin nesneleri tüm zenginliğiyle kullanırken kurduğu dizeler çarpıcı semboller olarak okuru hep heyecanlandırmıştır. Bir de, nefret ettiği “üvey anne”nin varlığı buna eklenince Ruhi Bey bir kopuş noktasına gelmişti. Sonuçta, konak yoluyla tüm geçmişini yakan bir Ruhi Bey’e varılmaktaydı.
Özellikle, kendi anlattığı bu üç şiir, şairin bugünkü zihinsel, duygusal bir kopuşa yaslanan hayatının kökleri gibiydi. Diğer anlatıcılarsa, Ruhi Bey’in bir kopuşu simgeleyen hayat tarzını göstermekteydi. Konu yalnız, bu parçalanışı simgeleyen alkol müptelalığı, dikizciliği, hayata bakış tarzı değildi. Aynı zamanda kendi varoluşunu sorgulamaktan hiç vazgeçmemesiydi. Zihindeki yarılmalar birçok Ruhi Bey’i birden yaşaması anlamına geliyordu. Bunu besleyen yalnız kendi geçmişi değil, her gün daha çok kitlenen psikopatolojik durumu ve varoluşa dair temel kaygılarıydı. Kitap, bu bağlamda sayısız inceliklerle doluydu. Ama, buna koşut olarak da Beyoğlu ve insanlarının kültürel, sınıfsal tablosunu gün yüzüne çıkarıyordu. Ruhi Bey’in göstermeciliği ve az rastlanan saldırganlığı bu kültür içinde ete, kemiğe bürünüyordu. Bu kültürü anlatırken nesneler dünyasından yine sıkça yararlanan bir Cansever vardı. Azınlıkların kendileri, yaşama biçimleri, mesleki ustalıklarının bu kültür içindeki ayırıcı yeri hep farklı vesilelerle işaretleniyordu.
Şair varlıksal sorunu en çok ölüm-yaşam ilişkisi üzerinden sorgulamakta. “Ölülerle yaşayan” Cenaze Taşıyıcısı Adem’de Ruhi Bey’in adı hiç geçmese de sözkonusu ilişkinin yarattığı çaresizlikler, ikilemler bu özne üzerinden fazlasıyla işlenmekteydi. Beyoğlu kültürünün azınlıklar dünyasını bile ölüler üzerinden ayrıntılı göstermektedir. Öte yandansa, Ruhi Bey’in aslında bir “oyun”un parçası olduğu “Acaba” şiirinde ön plana çıkacaktı. Beyoğlu kocaman bir sahneydi. Ve yer yer öne çıkan anlatıcı “Bütünüyle bir semte benziyor Ruhi Bey” diyebiliyordu. Ama saftı, uyumsuzdu, rollerini iyi oynamayan bir oyuncuydu. Yani hayat sahnesinde yalpalayan, savrulan bir oyuncu. Hatta bir tür “tutunamayan”dı o. Bir başkaldırıya mı adım atma uğraşındadır, yani oyunu bozmaya!
Yürüyor mu, yürümeyi mi düşünüyor Ruhi Bey
Düşünmesi daha mı sonra koyuluyor yola
Nereye gidecek ama, nereye varacak sanki
Yoksa bir oyun tadı mı buluyor bunda
Oyundan atılmaktan korkmayan bir oyuncu gibi
Boşvermiş de sanki oyunun kurallarına
Üstelik son bölümde, perdenin kapanmasına
Azıcık vakit kalmış
Ya da vakit var daha. Ama ne çıkar
Gövdenin yazgıya başkaldırması mı
Ruhi Beyin
Başkaldırması mı yoksa
“Düşlüyor Ölümünü Ruhi Bey” ve “Koro” adlı son iki şiir ölümle yaşam arasındaki incecik bir çizgide varoluyor gibi. Garip bir umut ve özlemin kırıntıları halinde gezinen izdüşümlere rastlanıyor. Ölüleri zihnine üşüştükçe kendini kaçınılmaz bir “sayrı evi”nde buluyor Ruhi Bey. O güne kadarki yaşamını öldürme uğraşında. Ölümü sanki bir dirilişin de habercisi. Çünkü ilk şiirde “ölülerini gömüyor” Ruhi Bey. Babasını, annesini ve hatta çevresindeki karakterleri ve kendisini. Ancak, görece uzak geçmişinin, yaktığı konaktakilerin de yaşamlarını ve ölümlerini gömüyor. Bunu gerçek bir özgürleşmenin işareti olarak gösteriyor. Yani değişik ve sert bir göstermecilik ön plana çıkıyor. Bu şiir varlıksal sorununa köktenci bir çözüm bulma uğraşı gibi. Nitekim, bu durumu “Koro” adlı bir şiirde billurlaştırıyor. Yapısı itibarıyla Tragedyalar kitabına bir gönderme de yapan şair, Ruhi Bey’in ölülerini gömdükçe nasıl arınmışlığa doğru yol alışının izlerini taşıyor okura. “Koro” şiirinde Ruhi Bey’le kitaptaki birçok kişilik koro halinde konuşuyor. Baştan beri andığımız karakterlerin aslında Ruhi Bey’in kendisi, kendi ölüleri olduğu çıkıyor ortaya. Kendi ölülerini gömdükçe de yeniden varolmanın asıl özgürlük olduğunu koro’ya, yani diğer kişiliklerine anlatıyor. Geçmişin yarattığı travmaların da bir tür gömülüşü bu. Yalnız zihnine değil, bedenine de yapışmış ölüler, toprağın altına gittikten sonra asıl dirilişe adım attığını haberliyor. Diğer karakterler, yani koro yine var ve yaşıyorlar. Ama içlerindeki gözlemledikleri Ruhi Bey tipi artık yok. Cansever, bu son bölümde azıcık da olsa bir umudu muştuluyor. Abartmadan ve bir ölü olarak yaşamaktan yine de vazgeçerek. Daha doğrusu biz kitabın sonunu böyle okumayı da arzu ettiğimizden. Bu saptamamızda bir yanılgı olabileceğini hep düşünerek.
Görüldüğü gibi, kitabın tümü aslında birer monolog. Cansever’in hemen tüm kitaplarında tespit edebildiğimiz gibi. Ben Ruhi Bey Nasılım’daki aşırı zihinsel parçalanış Ruhi Bey’i hiçliğin kıyılarına kadar taşıyor. Ama, son cümlede varolma çabası baskın bir yeniden dünyaya geliş yolculuğuna dönüşebiliyor. 1970’lerin şiir ortamını, hatta yeniden biçimlenen toplumsalcı sanat algısının baskın duruma geldiği; birçok İkinci Yeni ustasının bu duyargadan büyük ölçüde etkilendiği bir dönem. Cansever, bu kitapla ne poetik tavrından ne de dilsel, deneysel arayışlarından vazgeçiyor. Hatta dramatik şiirini gitgide derinleştiriyor, başkalaştırıyor. Bu şiir çizgisinin de sınırlarını zorluyor. Tek tük, dönemin ruhuna uygun olarak küçücük de olsa birtakım umutları da, kitabın sonunda gün yüzüne çıkarmaya çalışıyor. Ama dil ve anlatım tarzından, farklı lirizminden, deneyci yanı da olan biçim arayışlarından hiç vazgeçmeden. İkinci Yeni’nin yarattığı poetik auradan büyük ölçüde sıyrılıp, tamamen kendisinin olan bireysel kaygıları ön plana çıkararak. Ben Ruhi Bey Nasılım’ı, kırk yıl sonra tekrar okuduğumuzda kitabın tüm hakikiliğini koruduğuna şahit olunmakta. Hatta, bu kitabın günümüz kentli, küçük burjuva, orta sınıf insanının duyarlılığını tüm incelikleriyle içinde taşıdığı söylenebilir. Yani kolayca “yepyeni bir kitap” gözüyle bakılabilir yapıta. Ben Ruhi Bey Nasılım’la ilk defa tanışacak olanların, önceden pek uzun da olmayan Edip’in Lastik Topu’nu okumalarını da tavsiye ederiz. Cumhuriyet’in ilk döneminde bir orta sınıf ailenin çocuğu olan şairin geçmişi, yani çocukluğu ve ilk gençliğiyle “Ruhi Bey” kitabı arasında dolayımlı birçok köprü kurmak mümkün. En azından, ailesinin yazları İçerenköy’de bir köşk kiralayıp yaşadıklarını ve şairin burada da oldukça mutsuz olduğunun farklı ipuçlarıyla karşılaşılıyor. Kendisiyle yapılan röportajlarda da nadir de olsa bu bilgi kırıntılarına rastlanıyor. Ölümünün otuzuncu yılında Ben Ruhi Bey Nasılım’ı okurken duyarlı kentli insanın farklı, değişken ruh hallerine inanılmaz yanıtlar verdiği söylenebilir. Hem de bitmez tükenmez soru işaretleriyle.