Edebiyatta şöhret peşinde koşmaya değer mi?

Yazarlar birkaç ay boyunca övülerek göklere çıkarılır, sonra da bir kenara atılırlar; eğer hoş bir kitap ilk okumada takdir ediliyorsa, bir daha okunmayacak, dolayısıyla kültürde kök salamayacak ve çok geçmeden diğerleriyle birlikte batıp gidecektir

27 Aralık 2018 14:00

Yazmak buna değer mi? Edebî şöhret peşinde koşmanın herhangi bir anlamı var mı? Methettiğimiz yazarlar sahiden en iyi yazarlar mıdır?

1824’te, İtalyan yazar ve felsefeci Giacomo Leopardi deneme de diyebileceğimiz 30 sayfalık bir metinle bu meseleyi ele almaya karar vermişti. Aslında, kendi düşüncelerini, fakir bir aileden olması hasebiyle tüm hayatını aristokratların evlerinde malî ve siyasî himaye arayarak geçirmiş, on sekizinci yüzyılın belki de en hoş İtalyan şairi olan Giuseppe Parini’nin ağzından biraz oyunbaz bir dille ortaya koymuştu. Leopardi –“zamanımızda edebî nefaseti düşünce derinliğiyle terkip eden çok az sayıdaki İtalyandan biri olan”– Parini’yi, kendisinden tavsiye isteyen olağanüstü derecede yetenekli ve hırslı bir genç yazara cevap verirken hayal eder. Birazdan aktaracaklarım onun söylediklerinin kısa bir özetinden fazlası değil; ifade edilen fikirler için herhangi bir sorumluluk üstlenmiyorum. Bugün bunların ne kadarının kulağa mantıklı gelip gelmediğine okurlar kendileri karar verebilirler.

*

Bak genç adam, edebî şöhret, yani önce öğrenmenin ardından da yazmanın getirdiği şan, bugün sıradan bir insanın ulaşabileceği pek az sayıdaki şöhret biçiminden biridir. Kabul etmek gerekir ki, kamu hizmetiyle kazanılan şöhret kadar etkileyici ya da tatmin edici değildir, zira düşünme veya yazmaya kıyasla eylem çok daha kıymetli ve asildir ve daha doğaldır. Tüm hayatımızı elimizde kalem önümüzde kâğıtla bir masanın başında oturarak geçirmek için doğmadık ve böyle yapmanın sağlığına ve mutluluğuna zarar vermekten başka bir neticesi olmaz. Bununla birlikte, dediğim gibi, doğuştan zenginliğe sahip olmadan ve büyük bir teşkilatın parçası olmadan erişilebilecek bir şöhrettir bu.

Tabii, teorik olarak.

Gerçekteyse, engeller birden çoktur ve göz korkutucudur. İster istemez önüne çıkacak rekabeti, hasedi, iftiraları, ayak oyunlarını ve fesadı bir kenara bırakalım. Keza, salt talihsizliği de. İşin aslı şudur ki, düşmanların olmasa ve şansın ters gitmese bile, çok daha vasat yazarların herkes tarafından takdir görürken, harika kitaplar yazıp yine de şöhrete ulaşamaman da pekâlâ mümkündür. Bunun sebeplerini izah edeyim.

Evvela, büyük edebiyat hakkında ancak ufak bir azınlık hüküm verebilir. Edebî başarı büyük ölçüde üslûba dayandığı ve üslûp ile dil arasında yakın bir bağlantı olduğu için, anadili senin yazdığın dil olmayan biri incelikli bir üslûp geliştirmek için sarf ettiğin muazzam çabayı takdir edemeyecektir. Hâl böyle olunca, insanlığın epey bir kısmı tablodan çıkar. Ardından, senin başarılarının tadını çıkaracaklarsa şayet, seninle aynı dili paylaşanların senin sergilediğin çabanın aynısını sergilemesi gerekecektir. Ancak kendileri de iyi yazmayı öğrenmiş kişiler, yazı hakkında sahiden hüküm bildirebilir. Bugün İtalya’da bu türden iki ya da üç uzman var ve diğer ülkelerde de durumun çok daha iyi olduğunu zannetme.

İkincisi, edebî başarıya dair algı çok büyük ölçüde bir ün meselesidir. Mesela şuna kaniyim ki geçmişin en iyi yazarlarına duyulan hürmet ekseriyetle körü körüne geleneğe riayet edilmesinden ileri geliyor, bireysel yargıdan değil. Nasıl ki bir ölçüde bir prensese bir prenses olduğu için hayranlık duyuyorsak, klasikleri de kısmen klasikler olarak meşhur oldukları için seviyoruz. Bugün İlyada kadar iyi bir şiir yazılsa, İlyada’nın verdiği tadı vermezdi. Onun yüzyılları arkasına alan ününün sıcaklığını hissetmezdik. Benzer şekilde, büyük bir klasik kitabı onun büyük bir klasik olduğunu bilmeden okuyacak olsak, herhalde o kadar keyif almazdık.

Tüm bunlar, gerçekten ciddi bir yazarın yeni bir kitabı için işleri zorlaştırır. Bir klasik okuduklarından emin olmadıklarında, birçok okur gerçekten nitelikli olan eserler yerine bayağı ve görünüşte güzel olan eserleri, öz yerine özel etkileri tercih eder. Dolayısıyla sahiden hoş bir yeni yazarın mucizevi bir şekilde elde ettiği başarı, liyakatten ziyade tesadüfün neticesi olacaktır. Engelleri aşman için talihin yüzüne gülmesi gerek.  

Çünkü daha yeni başladık.

Üçüncü engele gelelim. Eserini onu takdir edebilecek bir avuç insana okutman yetmez. Onları günlerinde de yakalamalısın. Edebî yargılar, ne yazık ki, bir kitabın bir bireyin zihni üzerindeki etkisine dayanır, kitaba içkin ya da kitapta olduğu bilimsel olarak ispat edilebilir bir niteliğe değil. Dolayısıyla en iyi eleştirmenler bile meramı ıskalayabilir, hele ki sen yeni bir şey yapmışsan. Meramı kavrayabilecek eleştirmenler bile uygunsuz bir hâletirûhiyede olabilir. Onları derinden etkileyen ve farklı bir doğrultuya sürüklemiş bir şey okumuşlardır belki daha yenilerde. Yahut o sıra dikkatlerini dağıtan kişisel meselelerle uğraşıyorlardır.

Sanattan alınan zevk kesintisiz değildir. Gün gelir, bir eleştirmenin algısı ziyadesiyle açıktır, yenilikleri çabucak kavrar, son derece coşkuludur. Böylece büsbütün vasat olan bir şeyi beğenir ve elbette över, kendi olumlu hislerini kitaptaki bir nitelikle karıştırır. Başka bir gün gelir, canı sıkkındır ve yeniliği algılamaya kapalıdır; eserindeki hususiyeti göremez; ama canının sıkkın olması onu yargıda bulunmaktan alıkoymayacaktır! Yani eserini sıkıcı bulmaktan. Öyle günler olur ki en iyi klasikler bile hepimizi boğar. Fakat onları bir kalemde silmeyiz, çünkü herkes onların büyük klasikler olduğunda mutabıktır. Yeni bir kitap söz konusu olduğundaysa, istediğimiz kadar haşin olmakta özgür hissederiz kendimizi.

Demek ki yerinde edebî hüküm, bulunması zor bir mahlûktur. Meşhur eleştirmenin zihnini bir noktada muhakkak bulandıracak yaşlılığın başlamasına ve zihinsel çöküşe rağmen yargılarıyla epey zaman boyunca ciddiye alınmaya devam edecek olmasına değinmiyorum bile.

Her ne kadar hiçbir şey kötümserlik ve şüphecilik kadar makûl ya da ayakları gerçekliğe basıyor değilse de, kötümserlik ve şüphecilik de kâr etmeyecektir. Bir kitabı takdir edebilmek için okurların belirli bir temel iyimserliği olması gerekir. İhtişamın ve güzelliğin mümkün olduğuna ve bu dünyada şiirsel olanın hayal mahsulü olmadığına inanmaları gerekir. Aksi takdirde, hiçbir şey etki uyandırmayacaktır.

Laf arasında şunu da ekleyeyim ki şehir hayatının keşmekeşi edebî duyarlılıkları fena hâlde köreltir; gelgelelim, kolaylıklar sunması ve bağlantılar kurmaya elverişli olması hasebiyle, birçok eleştirmen şehirde ve dolayısıyla insanların gerçek nitelikten ziyade modalara rağbet gösterdiği, dikkat dağınıklığının en yüksek olduğu yerlerde yaşar.

Fakat bir de devasa bir sorun olan dördüncü engele bakalım. Ciddi bir şöhret iddiasında olan herhangi bir edebiyat eseri ilk okumada kendini bütünüyle ele vermeyecektir. İkinci seferde daha iyi anlaşılacaktır. Üçüncü ve hatta dördüncü okumada ise daha da iyi. Peki ama kimin buna zamanı var ki? Eskiler bunu yapabiliyorlardı, çünkü okuyacak çok az kitapları vardı. Bugünlerdeyse, bir yazarın eseri bir kez okunuyorsa onu şanslı saymak gerekir. Sürüsüne bereket kitabın olduğu bugün, insanların iki kez okuyacağı tek şey herkesin iyi olduğunda mutabık olduğu şeylerdir. Yani elbette, klasikler.

Daha da vahimi, sahiden iyi olmayan, şöyle böyle iyi olan kitaplar da ilk okumada gayet iyi gelir. Yüzeyseldir, zekice yazılmıştır, eğlencelidir. Üstümüze üstümüze bir sürü kitabın geldiği bugün, birçok insanın istediği şey tam da budur: Göze çarpan, gözünüze sokulan bir şey; kendini işine adamış üslupçunun uğraşa uğraşa biçim verdiği incelikler değil. Gelgelelim, bir ilk okuma böyle bir kitabın sunacağı her şeyi size zaten verecektir. Onu bir daha elinize alırsanız sıkılırsınız. Bu da genellikle okurları ikinci okumalardan soğutur.

Peki ama neden en iyi kitaplar bir kere daha okunmayı gerektirir? Çünkü iyi edebiyat ileride uygulamaya koymak  üzere derin bir içgörü edinme anlayışıyla bağlantılıdır, bu da çaba hatta inceleme ister. En sonunda alınan hazla, ödenen bedel karşılanmış olur. Ama okurların kahir ekseriyeti yüzeysel bir kitaptan bir diğerine geçerek hiç çaba harcamadan ânında keyif almak ister. Tabii, bunu kabul etmeyeceklerdir. Aksine, okudukları kitapların büyük edebiyat eserleri olduğuna inanmak onlar için mühimdir; buna inanmak aldıkları keyfi artırır. Sonunda ortaya şöyle bir tablo çıkar: Yazarlar birkaç ay boyunca övülerek göklere çıkarılır, sonra da süpürülüp bir kenara atılırlar; eğer hoş bir kitap ilk okumada takdir ediliyorsa, bir kere daha okunmayacak, dolayısıyla kültürde kök salamayacak ve çok geçmeden diğerleriyle birlikte batıp gidecektir.

Peki, modernlerin gemisinin battığı bu genel ortamda, diyorsunuz, kim su üstünde kalır? Anladın tabii: Klasikler.

Son olarak, beşinci engel. Büyük bir edebiyat eserinin, tıpkı büyük bir felsefe eserinde olduğu gibi, son derece yeni bir özelliği olacaktır. Derin bir tefekkür sonucunda, insanlık durumuna veya içinde bulunduğumuz zamana dair yeni bir içgörü, yeni bir tavır, yeni bir konum. Gelin görün ki kalabalığın parçası olan insanlar müşterek olarak benimsedikleri kanaatlerin onaylanmasını ve olası şüphelerinin giderilmesini isterler. Devrim değil yüzeysel yenilik, gösterişli bir şekilde yeniden paketlenmiş eski fikirler isterler. Güçlerini sayıca fazla olmalarından alırlar. Zamanla, peyderpey, görüşlerini değiştirebilir ve hatta eskiden benimsedikleri fikirlere taban tabana zıt fikirleri bile uygun bulabilirler. Fakat çoğunlukla, bunun gerçekleştiğini fark etmeyeceklerdir. “Tamam tamam, hatalıyım, görüşümü değiştirmeliyim,” dedikleri bir an olmayacaktır. Tam tersine, kendilerinden farklı bir şekilde yaşayan, düşünen ve hisseden birine derin bir şüphe ve antipatiyle yaklaşacaklardır. Mesela, bizim şöhret peşindeki yazarımıza. Onu anlayamazlar. Kışkırtılmış hissederler. Sürü çağında yaşadığımız müddetçe, büyük edebiyatın ortaya çıkmasının ve her şeyden önemlisi, fark edilmesinin ihtimali düşük olacaktır.

Bu kadar engel yeter! Her şeye rağmen, öyle ya da böyle başardığını hayal edelim. Edebiyatta şöhrete ulaştın; bunu en ciddi sayılabilecek türden edebî başarılarla sağladın ve bunu yaşarken yaptın. Bravo sana!

Bundan aslında eline ne geçer peki?

İnsanlar seni görüp tanımak, gelip sana dünya gözüyle hayran hayran bakmak isteyecektir. Eğer büyük bir şehirde yaşıyorsan, aynı ünü abartılı şekilde ve haddinden fazla övülen gayet vasat eserlerle kazanmış tüm sahtekârları tanıyıp onlara da hayranlıkla bakmak isteyeceklerdir tabii ki. Yani içinde bulunduğun bu ortam sana çok da hitap etmeyebilir. Ve eğer taşrada yaşıyorsan, insanların kuvvetle muhtemel bir edebî şöhret anlayışı olmayacaktır. Yazmak? Zamanım olsa, kendimi yazmaya versem, ben de pekâlâ yapabilirdim. Buna benzer bir sürü tepki alacaksın. Yaptıklarını ancak bir avuç insan gerçekten takdir edebilecektir; dolayısıyla, genel olarak, edebî şöhretten daha pahalı ve daha az getirisi olan bir meta düşünmek zordur.

Buna tepki olarak, inzivaya çekileceksin. Eserin kendisinin, verdiğin çabalar karşısında yeterli bir ödül olduğuna inanmaya çalışacaksın. Ama öyle değil. Ardından, ne de olsa hepimiz geleceğe dair bir şeyler umut etmeden yapamadığımız için, gelecek kuşakların hak ettiğin hakiki itibarı sana eninde sonunda vereceği görüşünde teselli aramaya başlayacaksın. Müstakbel nesillerin dimağlarında yaşayacağım, diyeceksin kendine. Fakat dürüst olmak gerekirse, bunun hiçbir garantisi yok. Bizden sonra gelenler neden çağdaşlarımızdan daha iyi, daha kavrayışlı ve ferasetli olsunlar ki? Bilakis, büyük ihtimalle dünya yoluna devam etmiş olacak ve insanların sana ayıracak vakitleri olmayacaktır.

Kusuruma bakma. Yüzünde sabırsızlık emareleri görüyorum. Bu meseleye dair nihaî sözümü söylememi istiyorsun. Tüm bir hayatı etkileyecek bir karar: Vaz mı geçmeli, yoksa çabalamaya devam mı etmeli? Edebî şöhret için. Görüşümü dobra dobra mı söyleyeyim?

Vallahi, pohpohlamaya kalkmadan, şunu söyleyeyim ki kim olduğunu ve ne yapabileceğini görüyorum. Harikûlade keskin bir zekân var; kalbin, hayal gücün genç, sıcak ve fikirlerle doldu; son derece hassas ve hatta asilsin. Bu nitelikler sana ancak ıstırap ve acı getirir. Ama neticede bu konuda yapabileceğin hiçbir şey yok. Neysen osundur. Nasıl ki doğuştan sakat ve engelli olan kimi talihsiz insanlar kendi engellerinden azami derecede yararlanmayı, acıma ve cömertlik duygusu uyandırmak için onları kullanmayı öğreniyorsa, sen de pekâlâ kendi niteliklerini, hizmet edebilecekleri o tek belirsiz ve ödülsüz hedefe, yani edebî şöhrete ulaşmak için kullanabilirsin.

Ne de olsa pek çok insan aslında senin bu kişisel meziyetlerine gıpta eder. Bu yeteneklere kendileri sahip olsalar, şimdi olduğu gibi makûl bir şekilde yaşamaya, yani ancak devrin münasip bulduğu şekilde davranıp olabildiğince keyif çatmaya devam edemeyeceklerini idrak etmezler. Ciddi bir yazar ise her türden hazzı bir kenara bırakacak ve birçok insana ölüm gibi görünen bir yaşam sürecektir; hem de gelecek kuşakların bir ihtimal ona lütfedeceği ölümsüzlük uğruna. Ne çare, kaderin senin önüne sürdüğü kart budur. Sahip olduğun tüm hevesi ve cesareti ona adamak boynunun borcudur!

*

Bundan neredeyse iki yüzyıl önce, yetenekli bir gence hitap ettiğini hayal ettiği Giuseppe Parini’nin ağzından işte bu tavsiyelerde bulunmuştu Leopardi –o genç de bu tavsiyeler üzerine kafası karman çorman hâlde uzaklaşmıştı herhalde. Aklıma gelmişken şunu da belirteyim ki bu yazı, şairin, edebiyat tanıtımının, yanıltıcı reklamların, siyasî doğruculuğun, yaratıcı yazma kurslarının ve küresel yayın stratejilerinin son derece zararlı etkilerini henüz idrak edebilecek durumda olmadığı erken bir dönemde yazılmıştı. 1862’de Victor Hugo Sefiller için o zamana kadarki en büyük avanslardan birini alacaktı; Hugo kendi yayıncısına bu kitabın fakirleri ve ahlakî iyiliği savunduğunu vurgulayarak satılmasını tavsiye etmiş, bir dizi ülkede aynı zamanda yayımlanacak tercümeler hazırlanmış, tüm büyük şehirlerde agresif afiş kampanyaları düzenlenmişti. Hiç şüphesiz, Leopardi bu tür sinsi numaraları altıncı engel olarak kaydederdi. Ya da altıncı, yedinci ve sekizinci engel olarak nitelendirirdi. Bu meseleyi nasıl inceleyip ayrıştırdığına bağlı olarak.

 

 

Çeviri: Erkal Ünal
Bu makale ilkin 27 Kasım 2018’de “Is Literary Glory Worth Chasing?” başlığıyla New York Review of Books’ta yayımlanmıştır. Yazarın özel izniyle Türkçeye çevrilmiştir. Kopyalanamaz, kullanılamaz.
Fotoğraf: Gabriel Isak