Yüz Yılın Evi ve hatırlattıkları

Yeşim Özsoy'un yönetip oynadığı Yüz Yılın Evi, 1918–2018 hattında, dünya savaşlarının ucunda filizlenen kavramlar ve değişimleri, ülkenin dönüşümüne tanıklık eden bir konak ve o konaktaki nesneler üzerinden anlatıyor...

03 Ocak 2019 14:47

Nostaljiyi nasıl tanımlarız? Geçmişin nesini özleyince nostalji, nesini özleyince gericilik olur? Geçmişle kopan bağın farkına vardığımızda içimizin ince ince sızlaması nostalji olarak tanımlanabilir pekâlâ. Zira o bağın kopması çocukluğun, masumiyetin, birtakım büyülerin artık geride kalması anlamına gelebilir. Oysa geçmiş günlerin muhteşemliğini, anlı şanlı hâllerini anıp durmak, orada yaşama isteğini tekrarlamak, özlemi gerici bir söyleme yaklaştırıyor; değişime direnmekle hafızasızlığa direnmek arasında bir ayrım yapmak ihtiyacını doğuruyor. Bu durum aynı zamanda değişimin nedenlerini görmezden gelmeyi gerektiriyor.

Son 10 yılda en çok konuşulan konulardan biri kentsel dönüşüm desem, kimse itiraz etmez sanırım. İstanbul’un, hatta ülkenin neresine baksak kentsel dönüşüm denen açgözlülüğün yıktığı evlerin yerine yükselen çirkin beton-cam-çelik karışımı karaktersiz binaları görüyoruz. Evler küçülüyor, doğal malzeme yerine plastik hayatımızın her yerine çoğalarak giriyor. İnşaat sürecinde sürekli olarak vinç, hilti, çekiç sesi duyuyoruz; bitmeyen inşaat gürültüsü ve tozundan depresyona girip şehri terk etme planları yapıyoruz. İçinden çıkılmaz hâle gelen kenti terk etmek yerine bir depremle her şeyin son bulmasını isteyenler az değil. Eskiden bu işi yangınlar yaparmış. Yüz Yılın Evi adlı oyunda dile gelen yangın, bu yok edici gücünü azamet ve gururla anlatıyor. Buzul çağının bittiğini haber verirken her şeyi yok edişini kendinden emin bir tonla bildiriyor. Nesneler ve bellek üzerindeki yıkıcı etkisini ağzı sulanarak dillendiren yangın, yıkımın ve dolayısıyla değişimin süreğenliğini ima etmeyi unutmuyor. Kentin bir gerçeği olan değişimin canımızı bu denli acıtmasının ardında sadece değişime direnç mi var peki? Peki, bu değişimin sadece ahlakî ve/veya duygusal bir yerden okumakla gelen çaresizlik duygusu nasıl aşılır? (Bir tiyatro oyununa bu kadar çok misyon yüklemeli miyiz?)

Yıkımın izlerini hayatın her alanında görebiliyoruz. Ne çocukluk ne ilk gençlik anılarımız kaldı diye hayıflanan orta yaş, bir önceki kuşağın yaşadıklarını uzak bir masal gibi dinliyor. Herkesin hayatına dokunan ortak bir imge kalmayıncaya kadar bu unutuşu sürdürecek gibiyiz.

Belki burada kimi okur yorulup vazgeçer okumaktan. Ben olsam bu kadar söylenen birini dinlemekte gönüllü olmazdım. Ama geçen hafta gördüğüm oyun zihnimde dönüp dururken bunları yazarak başlamak istedim. Bir yanıyla ilgimi çeken Yüz Yılın Evi’ni Yeşim Özsoy, Ferdi Çetin’le birlikte yazmış, sonra da hem yönetmiş hem oynamış. Yeşim Özsoy’un anneannesinin büyüdüğü konak oyunun merkezinde olduğuna göre, oyuna nostaljik bir perspektiften bakıyoruz. Ekrana yansıyan ilk görüntüler Üsküdar civarında bir binayı ararken telefondan direktif alarak yürüyen Özsoy’u gösteriyor.[1] Konak bulunamasa da tanık burada neyse ki. Anneannenin kayda alınmış görüntüsü eşliğinde kendisinin eve ne zaman, hangi koşullar altında geldiğini, konağın ne gibi değişimler geçirdiğini öğreniyoruz. Sonrasında birtakım kavramlar ve nesnelerin dili olmasa da konuştuğuna tanık oluyoruz. Yukarıda da sözünü ettiğim üzere, ilk konuşan yangın oluyor ve hikâyenin sonunu ilk başta söylüyor. Katil bahçıvansa eğer, şimdi cinayetin ayrıntılarına odaklanalım.

İkinci tanığımız evin perdesi. Nasıl dikildiğinin hikâyesini anlatan perde bize konakla ilgili iştah açıcı, özel hayata ilişkin bir ayrıntı vermeyince, hevesimiz kursağımızda kalıyor; konağın bir parçası olarak kendinden başka bir şeyi umursamayan perde neyi özlüyor? Oysa anneannenin girişi bu vaadi içeriyordu, o perdenin ardında, önünde neler yaşandığına dair hayal bile kurmamıza izin yok, perdenin anlattıkları bizde bir özlem uyandırmıyor. Ayrıca terzisi Annik Hanım hakkında da çocuk umursamazlığı içinde gördüğümüz perde, Annik’in hayatını belki de sonsuza kadar değiştirmiş olaylar için şöyle konuşuyor: “Eh işte memleket meseleleri. Annik Hanım Ermeni ya. 1915, 1915 deyip durdular bir süre. Hanımım da sürekli öfürdeyip hayıflanıp durdu. Annik Hanım İngilizler dedi. Sesinde garip bir ton vardı.” Diğerkâmlıktan uzak yetiştirilmiş bu perdeyi unutup halıya geçiyoruz. “Doğduğum ülke buralardan çok uzakta” diyen İran halısının “ipliklerim hala ince ve narin... İçim Doğu kokar” sözleri bir halının nasıl bu kadar oryantalist olabileceğini düşündürürken, geçmişe özlem en çok halının sözlerinde ete kemiğe bürünüyor. Gurbete gelmiş ve hep sürgünde hissetmiş bir nesne olarak başkalarının acısına bakmayı nispeten öğrenmiş bir halıyla karşı karşıyayız. Ayda bir yıkana yıkana asaletinden önemli bir parçayı suya sabuna kaptırdığından olsa gerek, acısını ve özlemini dile getirirken temizlikçiden, çocuklardan, hor görülmesinden açıkça söz edebiliyor. Nesne olduğunun bilincinde yaşadığı hayatı üzerinde söz hakkı olmamış tüm yaşlılar gibi acılaşmış, ekşileşmiş bakış açısına ilaveten, Sultan Abdülaziz’in ölümünün sırrına ermek de kendisini temizleyen hacamatçı kadınla birlikte ona kısmet oluyor. Bu noktada geçmişe özlem politik bir veriyle karşılaşıyor, üstelik sadece hayıflanarak geçiştirilecek bir gelişme değil bu. Değişimin kendisinden korkmakla getireceklerinden korkmak arasında kaybedilecek bir dolu şey olduğunu düşünmeye başlıyoruz.

Çözülmemiş cinayetin sırrını sahneden seyirciye gönderen halı, değişimin anneanne evinin sıcaklığından fazlası olduğunu imliyor, seyirci biraz sonra konağın kaderiyle bu cinayet arasında bir bağlantı olabileceğine dair beklenti içine giriyor. O sırada karşımıza defter çıkıyor; üzerine yazılar yazılan, imza atılan ve sonunda parçalanan defter ser verip sır vermiyor. Kullanıcısının hoyrat kullanımı yüzünden acıdan bayılsa da o sayfalara neler yazıldığını söylemiyor; konakla, o zamanın İstanbul’uyla ilgili anlatacak çok hikâyesi olduğuna eminiz ama sahibine bağlılık yemini etmiş defter seyirciyi kapısından boş çeviriyor. Aşırı yorum mu olur bilemem ama bu defter bana ne geçmişi ne şimdiyi okuyabilme hâlimizi anımsattı. Geçmişi de şimdiyi de ya yücelten ya da küçümseyen ama bir türlü olduğu gibi okuyamayan yaklaşımlar arasında kaldığı için kendisini Batı’ya mı Doğu’ya mı koyacağını bir türlü kestiremeyişimizi, şimdi ve burada olanı okumak için referansları bir türlü tutturmayışımızı çağrıştırıyor defterin kendini açmaması.

İbrahim Ethem Bey’in kürkü tarafından anlatılan hikâyede, özlemden çok korkuya rastlıyoruz, geçmiş zamanlara hayranlık yerine dehşet, halının anlattığı cinayeti izleyen gelişmeler, hapis, açlık, belirsizlik, korku var. İbrahim Ethem Bey de yeni Sultan da korkunun pençesindeyken, nostaljiye yer yok kürkün tanımladığı evrende. Sınıf atlama gayreti içindeki kürk, bir hayvanın üzerinde olduğu zamanları çoktan geride bırakmış, sevilip okşanmaktan, gardıropta ayrıcalıklı bir yeri olmasından memnun, “sahibinin” üzerine titriyor. İbrahim Ethem Bey gibi, Sultan gibi, o da kaybetmekten korkuyor; eski hayatını unutmaya, olmamış gibi davranmaya meyyal. Onun evreninde, nostaljiden ziyade amnezi hâkim. Oysa hayvanından ayrılalı çok zaman geçmiş olmamalı.

Saraydan konağa, konaktan eskiciye düşmüş Çin işi tabak da zor durumda. Saray mutfağından içine soğan doğrayan “öğretmen midir nedir o kadının” eline düşmüş asil porselen tabağın değerini bilmeyenler arasında huzurlu yaşamasına imkân ve ihtimal yok. Biat etmiş, kurban edilmiş nesnelerden çemkiren tabağa geçişte nostaljinin özleme karışmış hüznünü bulmak zorlaşıyor. Olsa olsa, tabağın kendi azametli geçmişine ilişkin şişirilmiş bir özlemden bahsedebiliriz. Ama tabağımız olup biteni anlamaya çalışmıyor, şikâyet ediyor sürekli, belki de boyundan büyük laflar etmemesi tembihlenmiştir kendisine? Kadınların çalışmadığı zamanlardan gelen tabağımız bu zamanlara ayak uyduramazken, politik bir seçim yaptığının farkında mı acaba? Oysa biraz sonra karşı karşıya kalacağı seçim çok şenlikli; ampul mü, soğan mı? Nesnelerle aramızdaki benzerliklere acı acı gülüp duruyoruz.

Sonraki sahnede konaktaki değişimi adım adım anlatan beş kuşak kadın, yangınlardan, vergi borçlarından, ne var ne yok her şeyin satılmasından, konağın odalarını kiraya vermekten, hayata ilişkin bilgilerinin olmadığından, işgalden, savaştan bahsediyorlar. Bunca değişim karşısında herhangi bir tavır alamadıklarını, sadece değişimlere maruz kaldıklarını gözlemliyoruz. Beş kişiyi de tek kişinin oynaması bir dolu nüansın kaybolmasına neden oluyor; son derece kapsamlı bir konuyu ev sohbetinde aktarmak şahane bir fikir olmasına rağmen, cümlelerin daha iyi kurulmuş olmaması, tek bir oyuncunun kuşak, yaklaşım farklarını vermekte yetersiz kalması bu sahneyi yüzeysel bir yerde bırakıyor, tıpkı şu cümleler gibi: “Belki düzelir her şey? -Çok uluslu, kardeş, çok dinli, çok dilli birbirine Hazine yağıyla şifa olabilen bir ülke oluruz yeniden?” Dilek kipinde kalan bu geçmişe özlemle karışık hafif politik söylem çaresizlik duygusunu pekiştiriyor. Kentsel dönüşümden payına bir şey düşmeyen, kentin dışında yaşamak zorunda kalacak yoksul kiracıların çaresizliğini hatırlatıyor.

Zamanla satılan eşyalar, işten çıkarılan halayıklar, kiraya verilen odalar, uzak geçmişte kalmış çocukluk anılarının ulaşılmazlığı, evin mazisine bir hüzün katmanı daha ekliyor. Ekonomisi çıkmaza giren konağın bir yaşamı besleyemez duruma gelmesiyle inekler satılıyor, elmas yüzük gizli kapaklı elden çıkarılıyor ve gramofon Vişne Bahçesi’nde evde unutulan yadigâr uşak Firs gibi unutuluşa terk ediliyor. Yıkımı ve vazgeçişi betimleyen bu sahnelerde anlatılanla görsellerin aynı fikrin altını ayrı ayrı çizmeleri yerine daha zengin imgelerle geniş çağrışımlara davet edilseydik ne iyi olurdu. Sahi, işten çıkarılan halayıklar nereye gidiyor?

Son epizotta gördüğümüz oyuncak buldozerin kâğıttan evi yıkması ise duyduğumuz o ince sızıyı da yabancılaştırıyor, anlamsızlaştırıyor, seyirciye hiç hak etmediği kadar doğrudan, basit, hatta sığ bir imge sunuyor.

Nesneler üzerinden bir evin tarihini anlatmak çok güzel fırsatlar sunacakken, kişisel ve evrensel hikâyelerin sıcaklığından mahrum kalan anlatılar yüzünden bu fırsat ne yazık ki kaçırılmış. Geçmişi çok eskilerde kurgulayan kuşaklara bu hikâyeleri renk renk, isim isim anlatmak (kurgusal bile olsa) tarihi, yaşlı kuşakları belki biraz daha yakınlaştırabilirdi. Birkaç ay önce açılan kafenin yerinde eskiden ne olduğunu unutan insanlar olmuşken, bu hatırlama alışkanlığı verimli bir eyleme dönüştürülebilirdi. Eşyayla bağ kurmak gibi gayet zen bir yaklaşımdan biraz daha derinlikli hikâyeler duymayı engelleyen belki de anlatanın tek kişi olmasıyla ilgili. Sahnedeki canlı müzik[2] farklı efektleri vermede oldukça zengin bir içerik sunmasına rağmen, seyirci başka ses, başka beden ve hareket, belki de dans arıyor bu anlatılar içinde. Metnin bilmece sorduran ama cevabı bildiğimizde bile sormaya devam eden yapısını gözden geçirmenin, nesnelere biraz daha kanlı canlı, siyaseten doğru olmak zorunda hissetmeyen hikâyeler anlattırmanın, hikâye anlatıcısı yerine dansla, hareketle eyleyen bir oyunculuk anlayışı benimsemenin daha canlı ve güçlü imgelerin hatırlanıp görünür kılınmasına yardımcı olacağını düşünüyorum. Anlatıda geçen, “Söyleyemediğimiz, konuşamadığımız o kadar çok şey var ki… Başımıza bir şey gelmesin artık diye uydurup duruyorum yalan yanlış…” cümlesinin hedefinde durabilecek bir durumu bu kadar tecrübeli bir tiyatro topluluğunun aşması hiç zor değil bence.

 

 

 
[1] Oyun boyunca perdeye yansıyan ve oyuna belgesel dokunuşlar kazandıran görsel ve videoları Melisa Önel tasarlamış.
[2] Müzikler, Kıvanç Sarıkuş tarafından kurgulanıp icra ediliyor.

Yüz Yılın Evi
Yazan: Yeşim Özsoy, Ferdi Çetin
Yöneten ve Oynayan: Yeşim Özsoy
Koreografi: Tuğçe Tuna
Müzik ve Canlı Performans: Kıvanç Sarıkuş
Video Tasarımı: Melisa Önel
Işık Tasarımı ve Teknik Koordinasyon: Ayşe Ayter
Ses ve Işık Kumanda: Hasan Hakan Yılmaz
Proje Asistanı: Nilay Yerebasmaz
Belgesel Videosu Katılımcıları: Turan Necdet Özcan, Yeşim Özsoy
Konak Videosu Oyuncuları: Elif Ongan Tekçe, Sanem Öge, Emir Politi, Yaman Ceri
Görüntü Yönetmeni: Arda Yıldıran
Kamera Asistanları: Hasan Öztaş, Uğurcan Tüzel
Seslendirme Oyuncuları: Katayoun Momtaheni, Karin Ataoğlu, Nükhet Akkaya, Elif Ongan Tekçe, Enginay Gültekin, Ayşe Lebriz Berkem, Yeşim Özsoy