Yorum ve Aşırı Yorum'daki parçalar, edebiyat eleştirisi alanına hasredilmiş gibi görünmekle birlikte, daha büyük bir sorun, metinleri anlamak veya yorumlamak hakkında...
20 Eylül 2018 13:30
Bazı kitaplarım var; “kitaplar” değil, “kitaplarım.” Defalarca okumuşumdur onları. Herkes okusun isterim de benim gibi okuyamayacaklarından da kuşku duymam. Kitabın baskı sayısı, etrafımda karşılaştığım değiniler ne kadar çok olursa olsun, yeterli gelmez. Hele beğenmeyenleri, “Eh işte!” diyenleri hiç anlamam. Tek bir kez okumuş olmakla yetinenleri, kitabımı anlayamamakla itham ederim. Onları sevenler, övenler ise beni gururlandırır; yazarını, çevirmenini, yayınevini gururlandırdığından daha çok hem de. Bu kitaplarımı her okuyuşumda, bir sonraki cümlede ne söyleneceğini bildiğim hâlde, aynı heyecanla, aynı ilgiyle, aynı merakla okumaya devam ederim. Ama şunu da bilirim ki, okuyacağım kelimeler aynı olacaksa bile, benim anladığım farklı olacaktır; üstelik öylesine farklı ki, pek az dünyevi tecrübenin verebileceği zevki tattıracaktır bu yenilik. Tekrar okumanın sayısı arttıkça, kitabım eğer çeviri ise önce çevirmenle, değilse doğrudan yazarla küçük kavgalara tutuşurum. Kullanılan kelime tercihlerine kızmayla başlayan sürecin sonunda, yazarın konuyu ele alış şeklini de beğenmez, “Ah ben yazacaktım bu kitabı ki…” diye başlayan cümleler kurarım. Kızgınlığım kitabı tekrar okumama engel olmaz; kim bilir, belki de böyle bir kavgaya girmiş olmanın kendisidir aradığım.
Yorum ve Aşırı Yorum bu türdeki kitaplarımdan. Sadece yorum konusuyla ilgili ders verdiğim için her ders, seminer, atölye öncesinde değil, bulduğum her fırsatta dönüp tekrar okuduğum bir kitaptır. Ve sadece ders vermek durumunda kaldığım, muhataplarımın da kitabı okumasını beklediğim için değil, ister zorunluluktan ister keyfekeder, metinler üzerine kafa yoran herkesin “Bir metin nasıl yorumlanmalı” sorusuyla karşı karşıya kaldığını, bu soru bir kez akla düştü mü bir daha insana rahat vermediğini, bu soruyu cevaplamadan metin okumaya devam edilemeyeceğini bildiğimden, bir süre sonra bu sorunun metinlerin okunma amacını oluşturmaya başlayacağına inandığımdan, Yorum ve Aşırı Yorum’un, sorunun en güzel ve yegâne cevabını verdiğinden değil ama yoruma ilişkin geniş tartışmalar bütününe girmenin mevcut en güzel yollarından biri olduğunu düşündüğümden, tekrar tekrar okur, tekrar tekrar okunmasını ister, umut eder, beklerim. Bu yazı, kitabımı, evet benim kitabımı, Yorum ve Aşırı Yorum’u daha önce okumamış bir kişiyi bile bu talihsizlikten kurtarır, kitabımı okumuş ama bir kez daha okumayı düşünmemiş daha talihsiz olanları ise yeniden okumaya ikna ederse, işte o zaman çok büyük bir iş çıkarmış olacaktır.
Dedim ya, sahiplendiğim kitapların, eğer çeviriyseler, önce çevirmenleriyle küçük kavgalara girişirim. Kitabın genel itibariyle çevirisinin başarılı olduğunu teslim etmekle birlikte, Kemal Atakay’la da zaman zaman zihnimde tartıştım, sitem ettim. Bir yerde “yorumun amacı” yerine “yorumun konusu/nesnesi” demeliydi dedim, başka bir yerde modus ponens’i, İngilizcede mantıksal çıkarımlarda kullanılan “but” kelimesini değilleme zannederek tam tersine çevirmesine üzüldüm, kimi zaman ise “model/örnek yazar/okur” tamlamalarındaki “örnek” kelimesini yazmayı gözden kaçırdığına hayıflandım, veyahut “daha az belirsiz” yerine “daha kesin” demesini kabullenemedim. Son baskısı da aynı hatalarla çıktığına göre, bugüne kadar bir yayınevine kitabım için bir mesaj atmayı akıl edemediysem, hata biraz da benimdir, af dilerim.
Kitabın (bu kadar sahiplendiğim yeter, artık, içim gitse de, “kitap” diyeyim) sadece kapağına bakmış veya ondan hiç haberdar olmamışlar için birkaç hususu dile getirerek başlayayım. Yorum ve Aşırı Yorum, takip edebildiğim kadarıyla, Türkçeye 1996’da, Can Yayınları tarafından, Atakay çevirisiyle kazandırıldı. 1996 iyi bir tarih çünkü orijinalinin yayım tarihi 1992 (Cambridge University Press). 2016’dan beri Türkçede yine aynı çevirmenle ama artık Ayrıntı Yayınları arasında bulabiliyorsunuz. Her iki yayınevi de kitabın kapağında yazar bilgisi olarak Umberto Eco’yu zikrediyor. Ne yazık ki bu bilgi doğru değil. Doğru bilgiye Can baskısında ancak iç kapakta ulaşabiliyorsunuz: Yorum ve Aşırı Yorum, esasında Eco’nun müstakillen yazdığı bir metin değil. Kitabın editörü Stefan Collini. Kitapta, Collini’nin yazdığı “Giriş” de sayılacak olursa toplam sekiz parça bulunuyor. Bunlardan dördü Eco’ya ait ve bu dört parça hacimleri itibariyle kitabın üçte birinden biraz daha fazla yer tutuyor. Yani Yorum ve Aşırı Yorum çok yazarlı bir kitap. (Orijinal baskının kapağında dört isim de bulunuyor.) Ayrıntı Yayınları’nın baskısında işler biraz karışmış. İlk sayfalarda bir “Katılımcılar Listesi” var ama iç kapak sayfasında Umberto Eco’dan başka isme rastlamak mümkün değil. Hatta İçindekiler’de her bir yazının sadece başlığı yer alıyor, yazarların farklı olduğu belli değil. Nihayet, her bir yazının yazarının kim olduğunu, yazının sonunda öğrenebiliyorsunuz; üstelik baştan sona her iki sayfanın üst bilgisinde, yani Eco’ya ait olmayan metinlerin üst kısmında da Umberto Eco ibaresi var. Türkçe baskılardaki bu anlamsız karmaşanın dışında, Yorum ve Aşırı Yorum’un diğer derleme kitaplardan farklı yönü, Collini’nin Giriş’i haricindeki yazıların aynı bağlamda ortaya çıkmış olması. Yazılar, 1990’da Cambridge’de, 1978’den beri düzenlenmekte olan Tanner Konferansları çerçevesinde verilmiş konferansların gözden geçirilmiş hâlleri. Kitaptaki sıranın da aksettirdiği gibi, önce Eco üç konferans veriyor, arkasından Richard Rorty, Jonathan Culler ve Christine Brooke-Rose, Eco’nun düşünceleri merkezinde kendi konferanslarını veriyorlar. Kitabın son parçasında Eco, eleştirileri yanıtlıyor. Rorty ile Culler’ın konferansları, Eco’nun üç konferansta sunduğu düşüncelerle doğrudan etkileşim hâlindeyken, Brooke-Rose, Eco’nun daha önceki çalışmaları çerçevesinde daha önceden çalışılmış bir metin sunuyor. İtiraf etmeliyim, kitabın okumaktan en az keyif aldığım kısmı bu son metin ve bu yazıda bir daha Brooke-Rose’un metnine değinmeyeceğim.
Belki kitabı daha değerli, ilgi çekici, heyecanlı ve pratik sorunlara da hitap eder kılan şey, bu üç isim -Eco, Rorty ve Culler- arasındaki canlı tartışmayı yansıtıyor olması. Collini’nin aktardıklarından anladığımız kadarıyla, başka önemli katılımcılar da konferanslar sırasında düşüncelerini belirtmişler. Bunları kitapta bulmak mümkün değil. Kitabın oldukça hareketli ve hararetli geçtiği anlaşılan bir etkinliğin ürünü olduğunu bilmek, toplantı kayıtlarına ulaşamadığım için her defasında hayıflanmama neden oluyor.
Yorum ve Aşırı Yorum’daki parçalar, edebiyat eleştirisi alanına hasredilmiş gibi görünmekle birlikte, daha büyük bir sorun, metinleri anlamak veya yorumlamak hakkında. Bir metni anlamaktan veya yorumlamaktan bahsedildiğinde, karşımızdaki mesele, açıkça zikredilsin veya zikredilmesin, doğru anlamak veya yorumlamaktır. Kitapta altı çizilmese ve belki de en büyük eksikliği bu olsa bile, tarih yorumlar savaşından ibaret gibi görülebilir: Kutsal kitapların yorumları, yasa metinlerinin yorumları, felsefî eserlerin yorumları, edebiyat metinlerinin yorumları… Eğer “insan davranışını bir metin gibi okumak”tan da bahsedecek olursak, kimi zaman düşük şiddetli, kimi zaman kanlı bile olsa, savaşlar, çatışmalar, çekişmeler ve sürtüşmeler öyle ya da böyle belli türden yorumların karşıtlığına ve uyuşmazlığına dayandırılır. Edebiyat eleştirisi ise, yorum savaşlarının sürdüğü en naif meydandır.
Anlamın keşfi veya yorumlama, metinleri kullanmanın başka isimleridir sadece. Bu durumda metinler arasındaki ayırımlar da buharlaşır. Edebiyat metni ile bilimsel veya tarihî bir metin de farklı yöntemlerle yorumlanacak, anlaşılacak metinler olmaktan çıkarak, kullanılan metinler hâline gelir
(Edebiyat) eleştiri(si) veya yorum teorilerine giriş mahiyetinde yazılmış metinlerdeki anlatı, metninin yaratıcısı yazarın niyetinden yazarın ölümüne, okurun zaferine giden tek yönlü bir serüvenden bahseder. Bu sürecin sonunda yer alan, yerli-yersiz “postmodern” etiketi verilen yorum anlayışı, metnin yazarının veya müstakil bir varlık olarak kendisinin sahip olabileceği anlamları neredeyse yok sayar, okuru anlamın yaratıcısı hâline getirir. Hemen anlaşılabileceği üzere, okurun anlamı yaratması, bir yandan bir değil birden fazla mümkün anlamlar evreni yaratırken, diğer yandan “doğru” yorumdan bahsedilmesini gereksiz hâle getirir: Her yorum doğrudur/haklıdır. Eco’nun okura haddinden fazla değer veren bu ve benzeri yorum yaklaşımlarıyla arası iyi değildir. Üstelik İngilizce konuşulan dünyada gelişmiş edebiyat eleştirisi literatürünün nispeten uzak olduğu felsefî temellere de sahiptir. Bir yandan, Amerikalı olmasına rağmen İngilizce konuşan dünyanın hakkını verdiği pek söylenemeyecek Charles Sanders Peirce ile Fransız yapısalcılığı özel ilgi alanlarını oluşturur (gerçi Eco söz konusu olduğunda, özel ilgi alanlarının listesini çıkarmak biraz zaman alabilir), diğer yandan hermenötik gibi köklü bir yorum geleneğini de çok iyi bilmektedir. Eco, “okur yönelimli teoriler” dediği, Prokrustes yatağı misali bir genelleme ile “postmodern yorum teorileri” diyebileceğimiz yorum anlayışına ilk taşı, bilindik muzip üslûbu ile atar. Okur yönelimli teorilerin tıpatıp benzerini hermetik düşüncede ve gnostizmde bulmakla kalmaz, modern çağa kadar pek çok ismin eserlerinde neredeyse bir süreklilik hâlinde bu yorum yaklaşımının göründüğünü söyler. Hâsılı, okur yönelimli teoride “yeni” bir şey olmadığı gibi, metne güvensizlik kimi zaman paranoyak bir tutumdur.
Ne var ki Eco, okura sağlanan aşırı imtiyazı, adı çıkmış “niyetçi safsatayla” (intentional fallacy) çözecek değildir. Ampirik yazar olarak isimlendirdiği, canlı kanlı, bilinç sahibi, eylemde bulunan, gerçeklik dünyasına ait yazar (ve dolayısıyla onun niyeti) Eco’da da ancak kısmen itibar edilebilir nitelik kazanır. Metinler, kendi “model/örnek” okurlarını yaratmak üzere yaratılırken, okurlar da metinleri bir gerçek yazara nispetle değil, “model/örnek” yazara atıfla okurlar. Eğer aceleci bir eleştiride bulunmak istiyorsanız, orta yolcudur Eco; ama Eco’ya sorarsanız, yazar (veya intentio auctoris) ile okur (veya intention lectoris) arasındaki diyalektik ilişkiyi çözümlemektedir. Ampirik yazar ile ampirik okuru yok saymadan, ama aralarındaki ilişkiyi bir modellemeyle tanımlayarak, intentio operis’in, metnin niyetinin öne çıktığı bir yorum anlayışı sunar.
Peki metnin niyeti; anlamın veya yorumun zemini, yaratıcısı olarak yazardan ve okurdan bağımsızlığını kazanabilmiş metin, yorumun doğruluğuna ilişkin nasıl bir ölçüt hâline gelir? Metni merkeze almak için, öncelikle okur yönelimli veya giz avcısı yorum yaklaşımlarının “her şey her şeye benzer” ilkesinin reddedilmesi gerekmektedir. Her şeyi her şeye benzetmek, metinden yola çıkarmış gibi görünmekle birlikte dilin, dilin konvansiyonelliğinin, doğal dil içinde üretilmiş ikincil anlamlama/gösterge sistemlerinin anlam yaratabilmesini mümkün kılan konvansiyonelliğin dışına çıkmak demektir. Her şeyi her şeye benzeten dilin ve metnin kendi dinamikleri değil, okurun paranoyaklığıdır. Benzetilmesi makul karşılanan şeyler ile benzetilmeleri makul karşılanmayan şeyler vardır. Buradaki sınırın ne olduğuna dair kesin bir saptama mümkün olmayabilir belki ama iki şeyin benzemez olduğunu söylemenin mümkün olduğu durumlar vardır ve olmalıdır. Eco ikincileyin tutarlılık argümanına sarılır. Bir metnin bir noktası için yapılmış bir yorum, metnin diğer kısımları tarafından desteklenebiliyor olmalıdır. Bunun yanında metin elbette bir yazar tarafından belli bir konuda yazılmıştır fakat yazarın niyetlerini aşan metinsel ilişkiler söz konusu olabilir. Metnin yazarı neyi kastetmiş olursa olsun, kelimelerin, cümlelerin, yapıların bir araya gelmesinin yazarın niyetinden farklılaşan ve kendi kendini doğrulayan ilişkiler kurması mümkündür. Ampirik yazarla metni üzerinde konuşma imkânımızın olduğu durumlarda bile, yazarın, metnin ortaya çıkardığı bu ilişkiler karşısında sessiz kalması, metnin mümkün kıldığı anlama teslim olması gereken durumlar söz konusudur. Metin model/örnek okur için yazılmış, ampirik okur metni model/örnek yazarı tahayyül ederek metni yorumlamıştır; artık ampirik yazar, en azından kendi fiili niyetleri üzerinde iddiada bulunulmadığı müddetçe, yani “Ama metin bu yorumu mümkün kılıyor” dendiği müddetçe, kenara çekilmek durumundadır.
Edebiyat eleştirmeni, edebiyat teorisyeni, göstergebilimci ve dilbilimci sıfatlarının yanında Eco’yu yorum ve anlam hakkında konuşurken daha yetkeli kılan bir başka özelliği, aynı zamanda çok okunan bir roman yazarı olmasıdır: Gülün Adı ve Foucault Sarkacı. (Diğer romanları daha sonra yayımlanacaktır.) İki roman da pek çok eleştirmen tarafından muhtelif şifrelerin bulunduğu metinler olarak yorumlanmıştır. Nitekim romanların ele aldığı konular, mekânların ve şahısların isimleri, bu tarz bir şifre çözümü ameliyesini verimli kılmaktadır. Eco, ampirik bir yazar olarak kendi kurgusu hakkında yapılmış, niyetlerine dair fiili, gerçek iddialar karşısında kimi zaman “Hayır, öyle bir kastım yoktu” derken, bu keşfedilen şifrelerin bir kısmını geçersiz hâle getirir. Ancak kimi zaman da, farkında olmadığı hâlde metnin ortaya çıkardığı anlam ilişkileri karşısında konuşma hakkı olmadığını belirtir. Üstelik, kimi örneklerde, bilinçdışının kendisine oynadığı oyunları aktararak, belki de kendi tercihlerinin bilincinin ötesindeki köklerini bu eleştirmenlerle birlikte keşfetmektedir.
Özetle, Eco’ya göre hangi yorumun kesinkes doğru olduğunu söyleme imkânına sahip olmayabiliriz ama bazı yorumların kesinkes yanlış olduğunu söyleme imkânına sahibiz. Bize bu imkânı veren de, ne yazar ne de okurdur; bazı yorumları yanlışlayan ve bazı yorumları da haklı çıkaran, metnin kendisidir.
Eco’nun, Yorum ve Aşırı Yorum’un başındaki üç konferansı bu minval üzere sonlanır. Belki de kitabın asıl keyifli kısmı bundan sonra başlar. Zira önce Rorty, ardından Culler söz alır. Rorty, Eco’nun metnin bir anlamı olduğu fikrine ve metinlerle kurduğumuz ilişkiye dair düşüncelerine saldırırken, Culler’ın hedefinde sadece Eco değil, Rorty de vardır.
Rorty’nin Eco’ya yönelttiği iki temel eleştiriden ilki, metnin keşfedilecek bir anlamı olduğu fikridir. Ona göre metinlerin yorumlanmalarından önce, okurlarından bağımsız anlamları yoktur. Anlam, metnin okunmasıyla ve yorumlanmasıyla ortaya çıkar. Metinler “bir şey” hakkında değildir. Bu, metin fikrine yüklediğimiz bir yanılsamadır; Rorty’nin şiddetle karşısında durduğu özcülüktür. Rorty tam bu noktada tutarlılık argümanını Eco’nun bütün anlatısının zayıf karnı olarak tespit eder. Bir metnin belli bir noktasına dair yorumun doğruluğunun metnin geri kalanıyla tutarlı olmasına bağlanmasının da metne, metinde olmayan, bizim tarafımızdan yüklenmiş bir yanılsamadan kaynaklandığını söyler. Metinler tutarlı değildir, daha doğrusu tutarlı olmak zorunda değildirler veyahut da tutarlılık metne ait bir nitelik değildir. Metnin tutarlı olması gerektiğini söyleyen, metni tutarlılık bağlamında gören, onu tutarlı kılan saplantılı okurlardır. Tutarlılık argümanı kimi zaman, tek bir metnin tutarlılığı olarak karşımıza çıkar, kimi zaman da bir yazarın metinleri arasındaki tutarlılık. Rorty sınırı ne zaman, nerede çekebileceğimizin makul bir cevabı olmadığını söyler. Tutarlılık saplantısıyla okuduğumuz metnin hangi bağlamda tutarlı olması gerektiğine nasıl karar vereceğiz? Ve Eco’nun istihzayla andığı metinler arasındaki ilişkileri bulmaya çalışan giz avcılarının hangi sınırı geçtikten sonra artık yanlış bağlantılar aramaya başladıklarını söyleyebiliriz? Eco’nun da zaman zaman başvurduğu metinlerarası ilişkiler nerede başlar, nerede biter? Sınırları belli bir metin var mıdır? Başı sonu belli, iki kapak arasında sıkıştırılmış bir metnin ötesine geçebiliyorsak, mesela, yazarın sadece yazdığı değil, okuduğu kitaplara da başvurmamızı engelleyen ne olabilir? Üstelik yazarın okuduğu, okumuş olabileceği metinler kadar onları alımlaması hakkında da fikir beyan etmekten bizi alıkoyacak bir ilke, düstur, kural bulunabilir mi? Yazarın özyaşamöyküsüne dair kurguladığımız zihnimizdeki metni, neden bir başka metin olarak kullanmayalım ki?
Rorty sadece bu itirazları dile getirmiş olsaydı, onu hemen, yine aynı yazıda eleştirdiği Derrida ve Paul de Man ile aynı kefeye koymak mümkün olurdu. Fakat Rorty, metinlerarasılığa vurgusunda ve metnin tutarlılığına yönelttiği eleştiride anlamın derin yapısının ifşasından, zihniyet ve söylem analizinden, metinlerin künhüne vâkıf olmaktan vs. çok daha farklı bir konumdadır. Rorty’ye göre, metinlerle yapabileceğimiz tek şey onları kullanmaktır. Metinleri kullanırken bulduğumuz türlü argümanlar, olsa olsa kullanım stratejilerine karşılık gelebilir. Yoksa ne keşfedilecek anlamlar ne de yorumlanacak metinler vardır. Anlamın keşfi veya yorumlama, metinleri kullanmanın başka isimleridir sadece. Bu durumda metinler arasındaki ayırımlar da buharlaşır. Edebiyat metni ile bilimsel veya tarihî bir metin de farklı yöntemlerle yorumlanacak, anlaşılacak metinler olmaktan çıkarak, kullanılan metinler hâline gelir. Böylece Rorty, Eco’nun metinlerin yorumlanması ile kullanılması arasında öngördüğü ayırımı çürütme iddiasındadır. Eco bu ayrımda metnin kullanılması olarak nitelediği pratikleri yorumun dışında, dolayısıyla ya yanlış ya haksız yahut da haddini aşma olarak niteler. Hâlbuki Rorty bütün bunları meşru görmektedir; tek bir şartla: Bütün bunlar yorum değil, zaten kullanmadır, yapabileceğiniz başka bir şey de yoktur.
Metinler arasında türsel farklılıklar yoktur. Metinleri yazarken belli amaçlarımız vardır ve bu amaçları ortaya koyma tarzımız dâhil olduğumuz cemaatlerin alışkanlıklarıyla belirlenir, zamanla da sanki metinlerin özellikleriymiş gibi görünür
Rorty’nin ardından sahneye Culler çıkar ve daha en baştan konumunu açıkça belli eder. Culler, Eco’nun paranoyakça bulduğu, haddini aşmak olarak nitelediği aşırı yorumu savunacaktır. Aşırı yorum savunulmalıdır çünkü eğer yorum bize bir şey söyleyecekse, ilgi çekici olacaksa, yeni bir şey ortaya çıkaracaksa, vehmedilen sınırları aşmalı, yazarı çileden çıkartmalı, okuyanların aklına gelmemiş şeyleri sormalıdır. Yorum sadece aşırı yorum hâlinde ilginçtir; olağan, metnin sorduğu sorulardan dışarı çıkmayan yorum, malumu ilamdan ibarettir. Normalde üzerine dikkatle eğilmeye gerek yokmuş gibi görünen bir masala, masalın ait olduğu kültürün en temel ögelerine dair kışkırtıcı sorular sormak neden aşırı yorum addedilsin ki! Kötü, yetersiz, başarısız yorumlar olabilir ancak yetersizlik aşırı yorum olarak nitelenmemelidir.
Culler aşırı yorumu savunmakla kalmaz, Rorty’nin Eco’ya yönelttiği eleştirileri de eleştirir. Rorty, Eco’yla birlikte pek çok dilbilimci veya yorum teorisyenini, dilin işleyişini araştırırken gereksiz bir şeyle uğraşmakla itham etmişti. Oysa Culler’a göre, Rorty bu yaklaşımıyla kendi kendini de çürütmektedir çünkü dilin, dil içerisinde üretilmiş metinlerin işleyişi ile ilgilenmek de pekâlâ metinlerin kullanımı veya Rorty’nin neden karşı çıktığı anlaşılamayan beşerî bir etkinlik olabilir. Culler, Fish’le birlikte Rorty’ye yönelttiği eleştiriyi bir adım ileri götürür: Fish ve Rorty gibi isimler, kariyer basamaklarını metinler hakkında tartışarak tırmanmış, üstteki basamaklara ulaştıklarında ise artık bütün bu yöntemlerin, tartışmaların, argümanların anlamsız olduğunu iddia ederek metinlerin anlamlarının doğruluğu veya yanlışlığını tartışma dışı bırakmışlar, bir anlamda kendilerini eleştiriden muaf hâle getirmişlerdir. Collini, Culler’ın bu eleştirisinin ardından salonda “yükselen sesler”den bahsediyor, ki hiç şaşırtıcı değil.
Yorum ve Aşırı Yorum’daki bu tartışmanın en güzel yanlarından biri, konu hakkında uzun uğraşlar sonunda edindiğiniz sağlam bir konumunuz yoksa, Eco’nun üç konferansının sonunda Eco’ya mutlak surette hak vermeniz. Ancak Rorty’yi okuduğunuzda, bu sefer Eco’ya hak vermiş olduğunuza şaşıyorsunuz. Culler’ın bu iki isme ilaveten ne söyleyebileceğini merak ederken, Culler’ın sözlerinin sonuna vardığınızda, “Yaşasın aşırı yorum” diye çığlık atıyorsunuz. Nihayet, Eco’nun eleştirilere cevabını okuduğunuzda da, “Neyse ki Eco yeniden konuşmuş da, Rorty ile Culler’a kapılıp gitmekten kurtulmuşum” diyorsunuz.
Eco, eleştirilere cevaplarda ağırlıklı olarak Rorty’nin eleştirileri üzerinde durur. Cevapları oldukça basit ancak ikna edicidir: Eğer Rorty’nin söylediğini kabul ederek metinlerin herhangi bir şey hakkında olduğunu reddedersek nasıl olur da karşılıklı bir konuşma yürütebiliriz? Söylediklerimiz, yazdıklarımız bir şey hakkındadır, o şey hakkında yorum yapar, o şey hakkında etkileşime gireriz. Bunun yanında Eco ilk başta yaparmış gibi göründüğü bir ayrımı kabul etmediğini açıklıkla dile getirir: Metinler arasında türsel farklılıklar yoktur. Metinleri yazarken belli amaçlarımız vardır ve bu amaçları ortaya koyma tarzımız dâhil olduğumuz cemaatlerin alışkanlıklarıyla belirlenir, zamanla da sanki metinlerin özellikleriymiş gibi görünür. Tarihsel olayları betimleme, bir felsefî iddiada bulunma ya da kurgusal bir eser ortaya koyma arasındaki farklılık, metinlerin özsel farklılıklarından ileri gelmez.
Eco, Culler’ın aşırı yorum savunusuna da tümüyle karşı çıkmadığını söyler. İlginç olan gerçekten de aşırı yorumdur ancak Eco’nun ısrarla söylediği şey şudur: Tek bir anlam yoktur, hangi anlamın en doğru olduğu söylenemez ama yanlış olduğu söylenebilecek yorumlar vardır ve olmalıdır, yoksa yine konuşma imkânımız ortadan kalkar.
Peki, metnin doğru yorumuna ilişkin argümanlar nereden gelmektedir? İlk üç konferansta metnin kendisini referans gösteren ve konvansiyonelliğe de işaret eden Eco bu sefer cemaatlerin konvansiyonlarından veya konsensüsünden daha çok bahseder. Peirce’in özellikle bilimsel doğruluk hakkındaki görüşlerini, yine onun alışkanlıklara yaptığı atıflarla Rorty’yi de daha çok ikna edecek şekilde dönüştüren Eco, doğruluk ölçütleri için cemaatin evrimsel süreç içinde işe yararlık çerçevesinde geliştirdiği konsensüsü referans gösterir. Bu konsensüs mutlak veya durağan bir doğruluk değildir, zaman içerisinde değişkenlik gösterir, fakat belirsiz ve sınırsız da değildir.
Yorum ve Aşırı Yorum’daki bu tartışma, benim açımdan, Sıfır Sayı’nın yayımlanmasıyla birlikte bambaşka bir anlam kazandı. Sıfır Sayı’nın önemli karakterlerinden biri, kaçık bir gazetecidir. Kaçıktır çünkü iki akıl almaz iddiayı büyük bir coşkuyla savunmaktadır. Birinci iddia Amerika’nın İtalya’daki kontragerilla faaliyetleri, diğeri ise Mussolini’nin esasında ölmediğidir. İki iddia da bir sürü veriden yola çıkılarak yorumlarla harmanlanmıştır. Kaçık gazetecimizin bu “aşırı yorum”larını savunurken kullandığı argüman dikkat çekicidir: Her şey her şeye benzer. Yorum ve Aşırı Yorum’u okumuş birisi için, “her şey her şeye benzer”le savunulan aşırı yorumcunun konumu bellidir: Paranoyaklık. Eğer bu kaçık, paranoyak gazeteci, mesela, Culler’a karşılık geliyorsa, romanın baş karakteri olan ve kaçık gazeteciye şüpheyle yaklaşan gazeteci de Eco olmalıdır. İşin tuhaf tarafı, kaçık gazetecinin iddialarından birinin, romanın sonunda doğru çıkmasıdır: Amerika’nın İtalya’da yürüttüğü kontragerilla faaliyetleri ifşa olmuştur. Bu durumda artık kaçık gazeteciye yapıştırılan paranoyak yaftası geçerliliğini yitirir. Eco okuruna zorunlu olarak şunu düşündürtür: Acaba Mussolini gerçekten ölmemiş midir? Dahası, Sıfır Sayı her ne kadar ilk defa 2015 başında yayımlandıysa da Eco kitabı yazmaya 1989’da yayımlanan Foucault Sarkacı’ndan sonra başlamıştır.[1] Tanner Konferansları’nda 1990’da görünmüştür Eco. Yorum ve Aşırı Yorum’un ilk baskısı Cambridge University Press tarafından 1992’de yapılmıştır. Sıfır Sayı, 1992 İtalya’sında geçer. Yorum ve Aşırı Yorum’un Eco’su, belki de aynı tarihlerde yazmaya başladığı Sıfır Sayı’da aşırı yoruma karşı çok daha müsamahakârdır; 2015’te ise aşırı yorumun zaferini ilan etmekten çekinmemiştir.
Belki Rorty haklıdır; Sıfır Sayı ile Yorum ve Aşırı Yorum’u yorumlamaktan ziyade kullanıyorumdur; Culler hiç şüphesiz haklıdır, cazip ve değerli olan aşırı yorumdur; belki Eco hem yanlış yorumlar olmalı derken haklıdır -çünkü, mesela, Bauman’dan yerli ve millî entelektüel güzellemesi çıkarılmamalıdır- hem de aşırı yoruma kapılıp giderken. Siz Yorum ve Aşırı Yorum’u okuyun diye neredeyse üç bin kelimelik bir yazı yazarken belki ben de haklıyımdır.