Son sürat giden bir tren, içinde çığlık çığlığa, şen çocuklar, güneş, tarlalar, ağaçlar.. İnsan yaşadığı kadar vardır, diyor Antranik Dzarugyan ve yaşadıkça mutludur
03 Kasım 2016 13:55
“Çocukluğumuz olmadı, çünkü Ermeni’ydik ve yetimdik.”
Antranik Dzarugyan’ın özyaşamöyküsü, hayatının trajedisini yetimhanede geçen günleriymiş gibi kurguluyor. Yazar, ömrünün geri kalanında hep hissettiği boşluğu, ruhundaki huzursuzluğu, yarınını düşünmeden, adeta kaçarak yaşamasını ısrarla çocukluğunun yaşanmadan bitmiş olmasına, ya da (çocuksu) masumiyetini erken kaybetmiş olmasına bağlıyor. Oysa hissettiklerinin esas müsebbibi ne Halep’teki Amerikan yetimhanesi, ne yetimhaneyi yöneten gaddar Mayrig, ne de birbirinden haşarı, kötü niyetli arkadaşları. Antranik’in trajedisi yetim olmak değil. Gerçekten kaybettiği şey ne ailesi ne de çocukluğu. Bunlardan daha önemli bir şeyi yitiriyor küçücük bir çocuk olarak: İnancını. İnsanlığa olan inancını, iyiliğe olan inancını, güzel bir geleceğe, mutlu olmanın mümkün olduğuna dair inancını yitiriyor Antranik. 1915’te soykırımı yaşayan yüz binlerce Ermeni gibi o da yeryüzünde adaletin hüküm sürmediğini fark ediyor. İyi insanların kaderinin mutlaka aydınlık olmadığını, bugünle yarının ilişkisinin zannettiği gibi devamlılık arz etmediğini görüyor. Böyle bir dünyada her şey boş, her şey anlamsız, her şey hükümsüz oluyor artık onun için.
“Onlar her yerde, çocukluğu olmayan arkadaşlarım. Aralarında çok zenginleri var, sefilleri, sanatkârları, başaranları, hayatı ıskalayanları var. Onlar için artık hayatın bir sırrı yok, günlerin sürprizi yok, mutluluğun albenisi yok. Çünkü onların çocukluğu yok.”
Dzarugyan Çocukluğu Olmayan Adamlar adlı eserinin giriş bölümünde, ruhundaki tüm yaraların çocukluğunda açıldığını vurguluyor. Ermeni yetimlerin çocukluklarının unufak edildiğini, bu yüzden de, kendi de dâhil tüm arkadaşlarının çocukluklarından nefret ettiğini dile getiriyor. Belki kitabın yazıldığı dönemde yükselen psikanalitik yaklaşımların çocukluğa bu kadar önem atfetmesi yazarı da etkilemiş ve hep hissettiği varoluşsal kaygıların faturasını çocukluğuna çıkarmasına yol açmış olabilir. Oysa yukarıdaki alıntının son cümlesinde “onların çocukluğu yok” yerine “inancı yok” yazılabilirdi. Dzarugyan için hayatın anlamının olmaması, onun gelecek günlere dair umut beslememesi, mutluluk peşinden koşmamasının sebebi yetim olması, sefil bir yetimhane yaşantısı sürmüş olması değil. Sadece çocukların değil, kadın erkek, genç yaşlı Anadolu’daki tüm Ermenilerin insanın insana yapabileceği kötülüğün ve vahşetin en beterini görmüş olmaları.
“İnsanların kötülüklerine dair öyle örnekler bilirim ve insan denilen yaratığın açgözlülüğünü öyle iyi tanırım ki her türlü canavarlığa inanabilirim.”
Yetimlerin her pazar ziyaret ettiği Protestan kilisesinde vaizin anlattığı, çocuklara yardım çanağından çalmamayı, bilakis kiliseye yardımda bulunmayı telkin eden “Gümüş Merdiven” kıssasının ardından, altı yaşındaki küçük Haçik’in “Böyle uyduruk hikâye duymadım!” demesi bundan olsa gerektir. Haçik’in annesi, babası, tüm kardeşleri, gözü önünde öldürülmüş, çocuk onların nasıl ve nerede öldürüldüklerini, her birinin son sözlerini aklına kazımıştır. En son öldürülen annesi olur, üstelik yeni doğmuş küçük kız kardeşini emzirirken... Elbette bu çocuk cennete ulaşan bir gümüş merdivenin varlığına ve yaptığınız iyiliklerle oraya ulaşacağınıza inanmaz, elbette kilisedeki tabaktan bozuk para aşırır, elbette “Merdiven filan, bunlar boş şeyler!” diyebilir. Memesinde bebeğiyle bir annenin, üstelik öz annesinin öldürüldüğünü gören biri artık neye inanabilir ki hayatta?
Yetimhanedeki çocukluğunu, gündelik hayatın ritmini, çocukların kendi aralarındaki ve eğitmenlerle olan ilişkilerini, arkadaşlarının tehcir yolunda yaşadıklarını en ince ayrıntısına kadar anlatan Dzarugyan’ın, kendi ailesinin başından geçenler konusunda suskun olması çarpıcıdır. Gürün’den Halep’e nasıl geldiklerinden, tüm aile fertlerine ne olduğundan, niçin Halep’teki yetimhaneye bırakıldığından hiç bahsetmez. Annesinin onu almak için yetimhane idaresine başvurmasından söz ederken, “Annem beni bulmuş” ifadesini kullanır. Anne Yeranuhi’nin beş yaşındaki Antranik’i neden Halep’teki yetimhaneye bırakmak mecburiyetinde kaldığından, o sırada kendisinin nasıl deliler gibi gözyaşı döktüğünden söz etmez. Başkalarının acılarını detaylarıyla anlatırken kendi acıları konusunda sessizdir. Suskunluk, şahsen maruz kaldıkları şiddeti kelimelerle anlatamayan soykırım kurtulanlarına ait tüm tanıklıklarda görülen yaygın bir durumdur.
Yazar Yervant Odyan’ın yetimhane ziyareti sırasındaki, kendisini ağırlamak için hazırlıkları yapılan kutlama ortamıyla taban tabana zıt sessizliği de aynı yüzleşme güçlüğünden kaynaklanır. Hediye ve eğlence vaadiyle heveslenen çocuklar, karşılarında, ciddi, düşüncelere dalmış, simsiyah giyinmiş ve konuşmakta güçlük çeken bir adam görünce hayal kırıklığına uğrarlar. Sadece hediye değil, aynı zamanda eğlence peşinde oldukları için, başka bir deyişle hâlâ çocuk oldukları için, salonu alkış kıyamet şenlik yerine çevirirler, durmadan şamata yaparlar. Oysa Odyan’ın ağzından sadece, “Yetimler, sizi çok seviyorum…” cümlesi çıkar.
“Der Zor’dan yeni dönmüş, büyük çile çekmiş bir Ermeni yazar kendi soyundan binlerce yetime ne söyleyebilirdi? Her bahar, Fırat’ın azgın sularının ana babalarının kemiklerini parça parça kıyıya attığını gören o yetimlere...”
Marc Nichanian, soykırım ve tanıklık edebiyatı üzerine eserlerinde, Ermeni soykırımını yaşayanların, aralarındaki en büyük yazarların bile, neden bu konuda yazma güçlüğü çektiğini çözümlemeye çalışır. Yaşanan vahşet ve şiddetin ardından, hele de insanlıktan çıkma durumlarında dilin sınırları birden kendini göstermiş, dilsel ifade yeteneği yetersiz kalmıştır. Kelimeler kifayetsizdir. Dilimiz bir insanın böylesine vahşice yok edilmesini anlatacak sözcüklerden yoksundur. Soykırımın tanıkları sözün bittiği yerdedir. Bu yaşananlardan sonra ne söyleyebilir, ne yapabilir, neye inanabilirler ki?
Yirminci yüzyılı yaşayanlar, Eric Hobsbawm’ın tabiriyle 'Aşırılıklar Çağı'nı görenler, Aydınlanma’dan itibaren büyüttüğümüz, insanlığa, ilerlemeye, adalete ve iyiliğe inancımızı her geçen gün misliyle kaybettiğimize tanık olacaklardır. Bugün taş taş üstünde kalmamış Halep’i gören bizler artık neye inanabiliriz ki?
Fakat yaşamak için inanmak gerekmez. İnsan içgüdüsel olarak yaşama bağlıdır. Hayatta kalma mücadelesi ve travmayı yan yana düşünmek zıt kutupları birleştirmeyi gerektirir. İnsanın hayatta kalma güdüsü, bir çeşit uyuşturucu gibi travmayı baş edilebilir kılar. Yaşamak için, yaşamayı sürdürmek için insanlar duygularını, acılarını bastırır, gördükleri vahşeti unutur, adeta sinir uçlarını uyuşturur. Antranik gibi binlerce dul ve yetim Ermeni, soykırımdan sağ kurtulmayı başaranlar, ölenle ölmez, yaşamaya devam eder. Başlarından geçen ve tanık oldukları cehennemi sıradanlaştıran bir uyuşmuşluk içinde hayatlarını sürdürür.
Dzarugyan’ın “İçimi kemiren huzursuzluk” diye andığı, hep bir yere gitme, fakat gittiği yerde kalamayıp oradan da kaçma arzusu unutma ve uyuşma ihtiyacıyla ilişkilidir. Milan Kundera’nın romanı Yavaşlık bu tema üzerine kuruludur: Yavaşlık ve hatırlama arasında, hız ve unutma arasında gizli bir bağ vardır. Yolda yürüyen biri aniden bir şey hatırlar ama detayları kafasında oturtamazsa, gayri ihtiyari adımlarını yavaşlatır. Tam tersine, başından geçmiş acı bir olayı unutmaya çalışan biri hızını arttırır, yürüyüşünü hızlandırarak henüz hafızasında çok taze olan şeyden uzaklaşabileceğini düşünür. Dzarugyan da yetimhanede unutarak ve hayata tutunarak ayakta kaldıklarının altını çizer.
“Manuk çabucak unutuldu. Anaokulu’nda her şey hemen unutulurdu. Hele hele ölüm ve başkalarının başına gelen talihsizlikler... Amansız bir hayat kavgası vardı, bizi yiyip bitiren bu kargaşa içinde bütün duygularımız donup kalmıştı.”
Hızlanmak ve unutmak biraz da gündelik yaşamın kendisidir. Eylem hâlinde olmak içimizdeki varoluşsal sıkıntıları derinlere iter. Daha fazla yaşamsal deneyimle sarıp sarmalanmakla acılardan ve ruhsal huzursuzluklardan kaçarız. Yeni bir şehre taşınır, iş hayatımızda başarıdan başarıya koşar, çocuk yaparız. Dzarugyan, ideal (burjuva) çocukluk tahayyülünün büsbütün dışında bir çocukluk yaşadığı için anlatısı bir yandan bilinç düzeyinde “Bizimki de çocukluk muydu” serzenişi içerse de, onun ve arkadaşlarının büyük bir kazanımı vardır: eylemlilik. Eylemleri sayesinde çocukluklarını yaşamış, hayata tutunmuş, böbürlenerek anlatacakları sayısız maceraya atılmışlardır.
Günler, haftalar, aylar boyu dördümüz birlikte bisiklete binmeyi öğrendik, misket oynadık, sinemaya gittik, okuldan kaçtık.
Okuldan kaçma rekoru bana aitti ve bu rekoru kırmak mümkün değildi. Tam iki ay okula gitmemiştim.
Çocukluğu Olmayan Adamlar bize tam da, Ermeni yetimlerin de çocuk olduğunu, çocukluk denen deneyimi diğer yaşıtları gibi yaşayabildiklerini anlatıyor. Sayısız kalp burkan olayın yanı sıra, Dzarugyan’ın anılarının içeriği eğlenceyi dışlamıyor. Her çocuğun hayali veya en sevilen çocuk kitaplarının konusu olan gruplara/ çetelere ayrılmak, sapanla, sopayla kavgaya tutuşmak, okuldan kaçmak, koleksiyon yapmak, uçurtma uçurmak, hırsızlık yapmak, hazine aramak, yalnız başına uzak yerlere gitmek, trenle yolculuk gibi eğlencelerden bahsediyorum. Yetimhanedeki çocukların durmadan oyun oynadığını, serüven peşinde koştuğunu, şakacı, muzip, mutlu olduklarını görüyoruz. Dzarugyan’ın başından geçen maceraları büyük bir başarı duygusuyla aktardığının da altını çizmek gerekir. Kendisiyle gurur duyduğu, özgüvenini tazeleyen hikâyeler anlatıyor. Anlatıcıyı kahramana, anıları avantüre dönüştürüyor.
Annesine kavuşan, yani artık kimsesiz olmayan, dolayısıyla hayalini kurduğu ve evlerin içinde yaşandığını varsaydığı gerçek çocukluğu bundan böyle yaşama fırsatı olduğunu anlayan Dzarugyan’ın tüm bunlara rağmen evden kaçıp arkadaşlarının yanına dönmesi hayli çarpıcı bir örnek. Hasret kaldığı sevgi ve şefkati verecek annesine yıllar sonra kavuşmuşken, üstelik hiç bitmeyen bir işkence olduğunu söylediği yetimhaneden tam kurtulacakken neden deniz kıyısındaki başka bir şehirdeki yeni yetimhaneye gitmek istiyor küçük Antranik? Elbette çocukça bir heves yüzünden. Ana evinde kös kös oturacağına, arkadaşlarıyla birlikte uzun bir tren yolculuğu yapmak ve yeni bir şehirde yeni bir maceraya atılmak çocuğa çok daha cazip geliyor! Anlatısının başlarında, aralarında ne sevgi ne dostluk olduğunu söylediği arkadaşlarıyla aslında gerçekten arkadaş olduğunu, güzel günler geçirdiklerini hatırlamadan edemiyor. Üstelik bu yeni macerada çocukların ne kadar eğleneceklerini düşündükçe içi daralıyor: “Hepsi gidecekti, trene binip şen şakrak yolculuk edeceklerdi, bense bu köhne şehrin kirli meydanlarında, eğri büğrü sokaklarında tek başıma kalacaktım.” Annesinin evinde geçirdiği gece sabahı dar ediyor ve koşa koşa trene biniyor.
İlk defa trene biniyorduk ve az buz bir mutluluk değildi bu. Her zamanki şeyler, evler, ağaçlar, tüm dünya değişivermişti bizler için. Sanki sihirli bir el rengârenk resimler diziyordu önümüze.
Her şey yenilenmiş, güzelleşmiş, bambaşka bir hal almıştı. Bir köprünün üzerinden, küçük bir köyün yakınından ya da bir ağaç kümesinin arasından geçerken attığımız çığlıklar, yük taşıyan tren katarını ayağa kaldırıyordu. Ruhumuzda açılan gizli çeşmelerden akan mutluluk içimize sığmıyor, dolup taşarak uçsuz bucaksız Suriye ovalarını suluyordu.
Dzarugyan’ın kitabın açılışında gözümüzü korkuttuğu kayıp çocukluktan çok farklı bir resim bu. Son sürat giden bir tren, içinde çığlık çığlığa, şen çocuklar, güneş, tarlalar, ağaçlar.. Basbayağı mutluluğun resmi! İnsan yaşadığı kadar vardır, diyor, ve yaşadıkça mutludur. Her şeye rağmen…