Lafı dolandırmadan küfür üzerine konuşmak zordur. Hele ki politik doğruculuğun bir din gibi egemen hale geldiği dünyada. Küfür Etmenin Kısa Tarihi ise okuru küfretmenin zaman içindeki değişen anlamlarını keşfetmeye çağırıyor
18 Haziran 2015 15:00
Küfür dilin kırbacı gibidir. Yalnız kaldığımızda, iç’imiz acıdığında, birinin canını yakmak istediğimizde ya da bazen çok masum kimi duygularla küfür ederiz. Şaşırmak da sevinmek de, üzülmek de küfrün yetki alanındadır. Ayıp ve yasak olan; sert bakışların üstünüzde yoğunlaşmasına en sık neden olan söz grubundandır küfürler. Küfrü lafı dolandırmadan anlatmak zordur. Hele ki politik doğruculuğun bir din gibi egemen hale geldiği dünyada. Aylak Kitap'tan çıkan Melissa Mohr imzalı, Zeynep Dörtok Abacı tarafından Türkçeleştirilen Küfür Etmenin Kısa Tarihi isimli kitap ise bizi küfrün tarihine götürüyor.
Küfrün en “yalın” kullanımı içerisinde, en sessiz ve “robotik” sesle bile havada gezdiğinde bizde uyandırdığı tedirginlik kitap boyunca peşimizi bırakmıyor. Tıpkı günlük hayatta olduğu gibi. Bazen pornografik bir nitelik dahi taşıyan fıkraların, günlük hayatımızın bir parçasıyken dahi anlattıktan sonra gözlerimizle reaksiyon kollamamıza neden olması küfrün “tekinsiz” doğasındandır. Bu kitap bu “tekinsiz” söz dizilerinin tarihiyle ilgili.
Kitabın daha önsözünde küfürün “eğitim hayatımızın” yasaklı bir parçası olarak ne kadar heyecanlı bir ada olduğunu görüyoruz. Yazar önsözde “annelerinin ‘kaka konuşmalar’ hakkında bir kitap yazdığını kabul eden çocuklarıma ve keyifle taslak okuyan eşime minnettarım” diyor. TRT ve dublaj sanatı söz konusu olduğunda öne çıkan küfür çevirilerinin aslında günlük hayatımızda ne kadar yerleşik olduğuna dair bu alaycı tespit aslında küfrün tarihi kadar doğası ile ilgili de hepimize bir fikir veriyor.
Örneğin benim küfre dair belki de ilk anım, o zamanlar doksanlı yaşlarında olan büyükannemizin Alzheimer hastalığı dolayısıyla ağzını doldura doldura ettiği küfürlerdi. Eski zamanlarından fotoğraflarındaki zarifliğine baktığınızda bu küfürler hepimize garip gelirdi. Bugün ne zaman büyükannemden konu açılsa annem hep gençliğindeki zerafetinden ve Alzheimer’ın onu getirdiği noktadan söz eder. Herhalde küfür Alzheimer hastalarında sık rastlanan bir davranış. Zira Mohr da kitabın hemen başında büyükannesinin “sinkaflı sözü” ile sarsılarak yapıyor girişi ve mealen şunu söylüyordu: Her şey silinse bile, son noktada geriye kalmayı başarıyordu küfür.
Batılı bir çalışma olmasına bağlayabileceğimiz şekilde küfrün kökenlerine Roma’dan başlayarak gidiliyor. İki bin yıl öncesinin Roma’sında günümüz normlarından farklı bir cinsellik ve buna bağlı olarak da farklı bir dil var. Kitabın ilk bölümü olan Roma odaklı bölümde görüyoruz ki İngilizce ve Latince arasında dilbilim bakımından kelimelerin kökleri göz önüne alındığında ciddi benzerlikler var. Ama bu benzerlikler en popüler olan kelimeler arasında değil, farklı kültürlerde farklı köklerden gelen sözcükler benzer anlamlara gelse de birer küfür olarak daha “vurucu” olabiliyor. Bu farklılıkların, yani küfrün geçirdiği evrimin temel değişkenlerinin başında cinselliğe bakış açıları yer alıyor. Cinselliği, homoseksüellik ve heteroseksüellik üzerinden ayıran modern toplum ile aktiflik ve pasiflik ayrımı üstünden ele alan Roma medeniyeti arasındaki farklılık bunun en güzel örneği diyebiliriz. Toplumsal ve ahlaki normların ekseninde küfrün “omurgasının” nasıl dönüştüğünü öğreniyoruz. Buna bağlı olarak müstehcenliğin sınırları da değişiyor. Yine de vajinanın argo tabirlerinin “küfür” olarak hayatımıza girişinin “bok” ve “g.t” gibi kelimelerden daha genç oluşu toplumsal cinsiyet normlarının kalıcılığına ilişkin bir gerçekliği ortaya koyuyor. Daha da ilginci, İngilizcesi “cunt” olan argo sözcüğün 13. yüzyılda İngiltere’de bir genelev sokağının adı olduğunu görüyoruz. Bugün Türkçede gördüğümüz ilginç ve argoya yakın sokak isimleri ile birlikte düşünüldüğünde küfürlerin geçmişten günümüze yolculuğunda dilin muhafazakârlaşması ile şehrin muhafazakârlaşması arasındaki farkı da görebiliyoruz.
Elbette küfür ve argo söz konusu olduğunda sadece seks değil dışkılama faaliyeti de önemli bir yer taşıyor. Örneğin “caco” kelimesinin, dilimizdeki karşılığı hiç kuşkusu yok ki kaka, farklı kültürlerde daha az tabu teşkil ettiğini görüyoruz. Örneğin Roma’da bu faaliyet çok sıradandır ve küfür olarak da genel olarak da kelimenin kullanımı yaygındır.
Küfür denince akla ilk gelen fallus- merkezci küfürlerin şahı diye adlandırabileceğimiz, İngilizcesi “fuck” olan küfür (tr. s*kmek) ise anladığımız kadarıyla tek taraflı saldırgan bir eylem olarak ortaya çıkmamıştır. Bu, ilişkiye girmek anlamında kullanılan bir terimdi ve en ağır edebî metinlerde bile kendine bir yer bulabiliyordu. Şimdiki Türkçedeki günlük anlamını düşününce edebî bir metnin yargılanmasına dahi sebep olabileceğini görüyoruz. Oysa Augustus gibi isimlerin metinlerinde bunun örneklerine sık sık rastlamak mümkün. Sadece caco ve futuo sınırlanamayacak çok geniş bir küfür hazinesi (!) ile karşılaşabiliyoruz.
Kitapta küfrün sınıfsal boyutu da konu ediliyor. Okuma yazma oranı % 20 olan bir toplumda genelevin duvarına küfür yazan erkeklerin üst sınıflara mensup oldukları ortaya çıkıyor. Küfür hakaret olduğu kadar bir reklam aracı olarak da o dönemde kullanılmış. Zaten reklamın olduğu yerde tüketim gücü olan insanlar var. İşin içine cinsellik girince, üst sınıf erkekler giriyor devreye. Küfre ilişkin bugün bile yer etmiş bazı ezberler kökünden sökülüyor topraktan.
Elbette küfür “erkeklerin dilinin” vazgeçilmez bir parçası olarak görülür. Hatta kitapta da anımsatıldığı üzere bazı diller daha fazla erkeklere aittir, özellikle modern öncesi dönemde biçimlenenler. Bunların en önemli numunelerini de Latincede görebiliriz. Gündelik hayatta kimsenin kullanmadığı, neredeyse sadece varlıklı ve eğitimli erkekler konuşup yazabildiği için Latince, kuşaklar boyu öğretmenden öğrenciye değişmeden devrediliyordu ve bu özelliği onu erkeklerin aktardığı ve yürüttüğü bir dil yapıyordu. Latince müstehcenin ve tehlikeli olanın dili olarak soylular arasında Latince konuşmayan uygarlıklarda dahi yaygın haldeydi. Latince üst sınıfın günümüz tabiriyle “kripto” konuşmasıydı. Kadınlar, çocuklar, alt sınıf erkekler Latince’nin sırlarına vâkıf değillerdi. Bu “vâkıf olmama” durumu erkeklerin dünyasına ve onun müstehcen diline dair de bilinmezlikler oluşturuyordu. Bu, küfrün sınıfsal olarak kime ait olduğu tartışmasında ciddi bir karşı-argüman olabilir. Özellikle burjuva ahlaki bakışının aşındırılmasında bu veriye sık sık referans vermek bana kalırsa oldukça şık bir seçenek...
Kitapta elbette Latincenin tarihsel sularından öteye gidiliyor. İncil ve dinî referanslar kitabın önemli konularından biri. Burada küfür kadar mahremin ne olduğu tartışması ve farklılaşan dinî referansların mahremin kaderine dair rolü de ciddi bir eleştiri ve analize tabi tutuluyor ve şu sonuç ortaya çıkıyor: Müstehcenlik her yerdedir; bazen yasaklanması için bazen de orada olduğu için bahsi hep oradadır. Bazen bir günahı bazen de bir mutluluğu tanımlamak müstehcenliğin ve küfrün alanındadır. Bazı dinî metinlerde de sembolik yöntemlerde ciddi anlamda cinsellik referansları vardır. Örneğin yazar Neşideler Neşidesi’ndeki aşağıdaki satırları cinselliğin sınırı içinde değerlendiriyor:
Kapı deliğinden uzattı elini sevgilim, / Aşk duygularım kabardı onun için. / Kalktım, sevgilime kapıyı açayım diye, / Mür elimden damladı, Parmaklarımdan aktı /Sürgü tokmakları üzerine.
Kitapta bu gibi örneklerden sıkça yararlanılıyor. Farklı organların başka organlarca temsil edildiği tezi üstünden bu metinlerdeki müstehcenlik açığa çıkarılmaya çalışılıyor. İkna olanlar için oldukça ilgi çekici bu tür örnekler bulmak mümkün. İncil’deki (farklı dillerdeki) bazı bölümler yine aynı yöntemle ele alınıyor. Üçüncü bölümde ise “tabularla” daha derin bir kavga var. “Tanrı sizi, vücudunuzun tezekler çıkan kısmından Mısır çıbanıyla vuracak” gibi tabirler mercek altında tutuluyor. “Tanrı Aşdod halkını ve onun kıyılarında yaşayanları götlerinin özel/ gizli kısmından cezalandırdı” gibi alternatif kullanımlarıyla da karşılaştırmalar yapıyor. Yani bir küfrün ya da ayıbın “inceltilmesi” de bir şekilde mercek altına alınmış oluyor. Ama Orta Çağ’ın normlarında bugün ciddi anlamda tabu olan ve söylendiği ortamlarda derin sessizliğe neden olan “t.şak”, “sard” (s.kmek) ve hatta “.mcık” gibi kelimelerin gayet günlük kelimeler olduğunu öğreniyoruz. Yani tüm bu inceltmelere rağmen küfür hayatın merkezine ve daha geniş bir ağ ile oturmuş görünüyor. Ancak bu Orta Çağ’da her şeyin rahatlıkla söylendiği anlamına gelmiyor elbette. Özellikle Tanrı’dan başka kimsenin yemin etmemesi üstüne kurulu bir söylemin Orta Çağ’da hâkim olduğu belirtiliyor. Modern ulus dilleri ise başta alt sınıfların ifade mekanizmaları olarak ortaya çıktı ve küfrün güncelleşmesinde, sıradanlaşmasında etkileri oldu. Örneğin bugün aşırı edepsiz olarak görülen birçok İngilizce kelime Orta Çağ’da fena halde rutinmiş. Yazar Orta Çağ bölümünde müstehcenlik ve şiddet ilişkisine de büyük bir özenle değiniyor. Kavgaları ele alıyor. Orta Çağ özellikle de günümüz İngilizcesinin (kitabın yazıldığı dil) küfürler bakımından nasıl dizayn edildiğinin en açık kanıtı olarak ele alınabilir. İngilizceye ve dilin inceliklerine daha hâkim olanlar bu bölümden farklı bir keyif alabilir. Kitabın tamamından olduğu gibi.
Elbette Rönesans da müstehcenliğin yükselişiyle küfrün tarihindeki yerini alıyor. Müstehcenliğin rolü, hayatın içindeki varlığının derinleşmesi Rönesans’ın konu edildiği bölümün esas konusu gibi görünüyor. Kötü dile dair insanlarca yapılmış tanım bu bölümde belki de benim de düştüğüm bir tuzakla “müstehcen” kavramının benimsenmesi üzerinden ele alınıyor:
Daha önce de gördüğümüz gibi, yüzlerce yıl boyunca insanlar “kötü kelimeler” ve “müstehcen kelimeler” gibi belirli bir dil türünün dinleyenlerini ve okuyanlarını günaha sürükleyeceğinden korkmuşlardı. “Kötü” dilin doğası ahlâksız davranışa teşvik etme gücüne bağlıdır. Rönesans sürecinde başka bir tür kötü dil için farklı bir terim kullanıma girdi: müstehcenlik.
Müstehcen için uygun bulunan ve yazarca da alıntılanan tanımlardan biri şu: “Uzak durulması gereken her şeydir: kirli, aptal, temiz olmayan, azgın, edepsiz, sadakatsiz, boşboğaz, kaba konuşan, dürüst olmayan.” Bunun Orta Çağ ve önceki anlamlarla da birçok anlamda küfür üstünden örtüştüğü göz önüne alınmalıdır. Bu bölümde “yeni” müstehcenliğe ilişkin uzun ve detaylı bir anlatı da var ve ilgilisine güzel bir kaynak sağlayabilecek gibi görünüyor. Bu bölümde Amerikalıların musluğa neden “faucet” dediği de dâhil olmak üzere birçok “müstehcenlik” temelli gizemi de çözüyoruz. Dahası farklı bölgelerde farklı kavramların farklı anlaşılmasından kaynaklı garip durum anlatıları da bu bölümde yer alıyor. Lazımlıkla gerdek odasının dönemin dilindeki belirsizlikler arasında karıştığı durumlar da dâhil olmak üzere birçok dil kazasının varlığından haberdar oluyoruz. Kitabın son bölümü ise günümüze ve günümüzün dil pratiklerinde küfrün yerine ayrılmış.
Kitaba dair yapılabilecek önemli eleştirilerden biri tabii ki Batı- merkezli bir anlatının hâkim olması. Örneğin “küfür” ve “kafir” kelimeleri gibi bizim dilimize yansımış kelimelere dair bu kitapta kesin bir şey yer almaması. İslam kültürü ve tarihi onun içindeki farklı tabular ve cinsel kültüre ilişkin detaylarla eminim farklı bir “küfrün tarihi” anlatısına ihtiyaç duymamıza neden olacaktır. Memlekette bu konuyu yazabilecek nitelikteki belki de tek insan olan Sevan Nişanyan’ın hapiste olması ise şimdilik bu tartışmayı ve kitaba dair nitelikli bir “Batı-merkeziyetçilik” eleştirisini sahipsiz bıraksa da özellikle küfür kelimesine dair İslami algıyı buraya taşımakta fayda görüyorum. Birçok İslamcı sitedeki ortak tanıma göre küfür “Hz. Peygamberi ve onun Allah’tan getirdiği kesinlikle sabit olan şeyleri yalanlamak, tevatür yoluyla bize ulaşmış bulunan hükümlerden birini ya da birkaçını inkâr etmek” demekmiş. Burada Orta Çağ’da Avrupa’daki yemin ritüeline ilişkin küfür yaklaşımıyla bazı benzerlikler kurabilsek de küfür kelimesinin Türkçede mevcut durumda çok anlamlı oluşundan kaynaklı olarak bir problem oluştuğu tespitini yapmak mümkün. Küfür ile ilgili bu konuda hakkını teslim etmemiz gereken ortak nokta ise onun yalnızca bir “söylem” değil ayrıca “eylem” olarak da kabul gördüğü olabilir.
Netice olarak bir yazıya sığabileceklerin çok daha fazlasını “öğreten” bir kitap bu. Farklı perspektiflerden defalarca yazılıp yeniden üretilmesinde ise büyük fayda var.