Isahag Uygar Eskiciyan: O isimler bu toprağın, hunharca katledilen, evlatlarının gerçek isimleri. Bu topraklarda onları yaşatamadık! Öykülerimde yaşattıklarım ise köyümün yarısıdır. Bir yarısı diğer yarısını tam yüzyıl önce yok etmişti
25 Haziran 2015 15:00
İlk kitabı Aşağıdan Seveceğim Ülkeyi’de şiirleriyle anlattı derdini, hikâyesini; 2014 yılında yayımlanan ikinci kitabı Pause Anıtı’nda bu kez öyküleriyle okur karşısına çıktı. Isahag Uygar Eskiciyan, sadece yazdıklarıyla kendini okurlara açıyor; öyle ki ne yüzünü gösteriyor, ne hakkında öykülerinden başka bir bilgi… Eylül ayında yayımlanacak olan yeni kitabı Metropol Ninnisi ile 3. Selçuk Baran Öykü Ödülü’nü kazanan Eskiciyan’la yeni kitap öncesi bir araya geldik.
İsmini, cismini büyük özenle gizliyorsun. Öncelikle okurlarımız adına soruyorum: Neden? İkinci olarak da şansımı deniyorum: Bu senin gerçek adın mı? Kimsin? Nerelisin? Nerede yaşar, rutin olarak neler yaparsın?
Gizlenmek diye bir durum söz konusu değil. Hatta içimi açıyorum, en içimi. Okuru ilgilendiren şeyler konusunda bonkörüm. Hiç olmadığı kadar şeffaf davranıyorum. Ben sadece, okur-yazar ilişkisi için önemi olmayan noktalarla kimseyi meşgul etmek istemiyorum. Mesela Orhan Pamuk’un annesinin adını merak etmeyiz. Neden? Çünkü okuru olarak bu kesin bilgi bizi ilgilendirmez. Ama bir gün sayın yazarımız ihtiyaç kredisi çekmek için bankaya gitse ona annesinin kızlık soy ismini bile sorarlar. Çünkü bu bankayı ilgilendirir. Yine Latife Tekin’in ayakkabı numarası ya da Sait Faik’in gömlek bedeni bizi ilgilendirmez. Ama bu terzilerini ve kunduracılarını ilgilendirir. Biz okuruz sadece ve yazarın canına okumayız. Resmi dairelere işim düştüğümde kullandığım başka bir ismim ve on bir haneli TC kimlik numaram var. Çoğunlukla o meskûn bedenle başkayızdır. İkimiz de bunun bilincinde hareket ediyoruz. İşlerimizi birbirimize yüklemiyoruz, birbirimize son derece saygılıyız. Nereli miyim? Kitaplardaki özgeçmişlerimde bunu belirtmiştim. Şiir kitabımda Türkiye’den 5 şehir sıralamıştım: Kars, Diyarbakır, Batman, Mersin, İstanbul. İkinci kitabım olan Pause Anıtı’nda ise daha samimi davranıp “Plüton kökenli Satürn vatandaşı” olduğumu ifşa etmiştim. Eylül’de çıkacak Metropol Ninnisi adlı ikinci öykü kitabımda ise doğduğum odacığın açık adresini veriyorum: Canımıniçi’nde doğdu. Orada yaşıyorum şu aralar. Rutin olarak da film izler ve yavaş okuyorum.
Adını duyanın ilk merak ettiği, Ermeni olup olmadığın. Ancak bu konuda ser verip sır vermeyen “gibi görünen” ifadelerinde ve yazdıklarında ben bir şekilde “öteki” olan her şeye dönüşebilen bir insan izliyorum, okurun olarak. Yanılıyor muyum?
Ermeni olup olmadığım neden merak ediliyor (ya da ediliyor mu) anlamış değilim. İsmimden dolayıysa ve bundan yola çıkılıyorsa aşk olsun, derim. Aşk olsun burası Türkiye ve bunu merak eden suyunu içtiği ülkenin huyunu henüz anlamış değil, demektir. Bu ülkede isimler ırkları temsil etmez, öylesine konur. Burada hiçbir halk kendi ismiyle yaşayamaz. Devlet geleneğimiz böyledir. Üstelik bu geleneği sadece ülkeyi kuran halklara değil, dünya halklarına tattırmışız ve onlar bu ‘sayede’ asil kanlanmışlardır. Misal ünlü atletimiz Elvan Abeylegesse ismi Hewan Abeye iken yürüyemiyordu bile. William Biwott Tanui de İlham Tanui Özbilen adını aldıktan sonra atletizmde rekorlar kırdı. Asilkanlandılar ve başardılar!
Yüzyıl önce katlettiklerimiz ne güzel insanlardı ve de ne güzel adları vardı tahmin bile edemeyiz. Şimdi herkes Mehmet, Ahmet, Murat, Hakan, Emine, Ayşe… Kurt Vonnegut’un Türkiye’den göç ettirilmiş Ermeni roman kahramanı Rabo Karabekian şöyle der: “Türklerden tek istediğim, biz gittikten sonra ülkelerinin daha bile çirkin ve tatsız tuzsuz bir yer hâline geldiğini kabul etmeleri.” Rabo, kurmaca bir kahraman ama yine de bugün Türkiye’yi görmesini istemezdim. Çünküsü çok. İki ünlü Ermeni siyasetçiyi gösterip şöyle derdi kesin: “Bir felaketzedeye asla güvenme, hayatta kalmak için ne yaptığını öğrenene dek sakın güvenme.”
Bir de bunda anlaşalım; benim okurum asla yanılmaz. Yanılmıyorsun ama ‘öteki’ olmak konusunda, bu kelimenin yarattığı mağduriyetten azade her türlü manaya dönüşüyorum.
Anlattığın her hikâyede benim dikkatimi çeken temel duygular ve atmosfer yalnızlık, acı, baskı ve oldukça “sempatik” ve “tepkisiz” bir dille var olan bir muhaliflik. Aslımız gibi, ama gerçeküstü koşullarda çoğunlukla… Ne dersin?
Ben, hayat, derim. Mark Twain ise ‘hakikat kurmacadan daha tuhaftır’ der. Kendim gibi sıradanları ya da sıradanlığı yazıyorum; ama bunun okura gerçeküstü şekilde yansıdığını dönütlerden fark ediyorum. Şaşırıyorum. İdealist acar muhabir edasıyla diyeyim, gerçekleri yazmaktan asla vazgeçmeyeceğim, bunlar gerçeküstü görünseler de. 5 Kva’lık iki dizel jeneratörün sevişmesi tabulaştırılmalı. Ne yani ben de herkes gibi, aküleri leylekler getirdi, yalanını mı sürdüreyim. Asla!
Henüz yayımlanmamış dosyan Metropol Ninnisi ile 3. Selçuk Baran Öykü Ödülü’nü kazandın. Kitaplara gelen ödüller bir yazar, ödüllü bir yazar olarak nasıl yansıyor hayatına ve bakışın nedir?
Ödüllerin hayata yansıyan bir yönü yok. Fazladan yüz kişi ismini öğreniyor, sonra bunlardan birkaçı gidip kitabını alıyor. Beğenince sorun yok, iyi güzel; ama beğenmeyince ödül alanla beraber ödül verenlere de sövüyor. Nisan, mayıs ayları bu anlamda zor aylardır. Atmosfere olumsuz elektrik yayılır Türkiye’den. Günaşırı bir ödül açıklanır, tebrikler ve tacizler birbirine karışır. Ödüllenmek güzel; ama abartmayalım bunu, nihayetinde beş altı insanın beğenisi. Onlara da nefes alanı vermek gerekir. Türkiye’den başka hangi ülkede bir yazarı Nobel almışken ödülü geri alınsın diye kulisler yapılır, imza toplanır! Hiç!
Yayımlanan son kitabın, öykülerinden oluşan Pause Anıtı. Bir önceki kitabın Aşağıdan Seveceğim Ülkeyi’de ise şiirlerin vardı. Şiir ve öykü yazarken nasıl farklılaşmalar yaşıyorsun? Yazarken en büyük hassasiyetlerin neler?
Öykü, kafamda iyice bitmeden masaya oturmuyorum. Çok nadir, öncesinde not aldığım oluyor. Hassasiyetse sadece bunu söyleyebilirim. Hangi şiirleri yazdığımı hatırlamadığıma göre, şiirleri zihnimde değil de masada bitirdiğimi düşünüyorum. Aklımda benim yazdığım tek dize yok. Yazıya geçince aklımdan silinip gittiler.
Pause Anıtı’ndaki öykülerinde absürd, sert, “normal” olanı rahatsız bir rahatlıkla anlattığını söylemiştim sana daha önce. Eh, şimdi bunu biraz açma zamanı. Bu yorumuma katılıyor musun? Öykülerinde yaptığın, yapmaya çalıştığın nedir?
Rahatlık fikrine katılıyorum; ama bu senin yorumun, açma hakkı da sana düşer. Çok rahatım ki bu rahatlık, öykülerden kolayca seziliyor. Atletli ve terlikli kamyoncu kadar rahatım. Hatta şimdi bu soruyu cevaplarken de öyleyim. Tabii objektiflere pipolu, fularlı, yelekli, şapkalı pozlarla gülümseyenler var, onlar da edebiyatımızı kitap eklerinde hakkıyla temsil ederler. Var olsunlar. Soru yarım kalmasın, öykülerimde yapmak istediklerimi yapabiliyorum, bu ortada. Net. İyi ya da kötü. Ama tam istediklerimi yapıyorum.
Pause Anıtı’ndaki öykülerinde ana karakterlerin hep erkek, kahramanların isimleri hep Ermenice, Ermeni olmayan bir arkadaşına da kahramanın kendisi Ermenice isim takıyor. İsimlerdeki ve cinsiyetlerdeki bu tercihin bilinçli bir tercih mi?
Tesadüflere yer yok. O isimler bu toprağın, hunharca katledilen, evlatlarının gerçek isimleri. Bu topraklarda onları yaşatamadık! Öykülerimde yaşattıklarım ise köyümün yarısıdır. Bir yarısı diğer yarısını tam yüzyıl önce yok etmişti.
Pause Anıtı’ndaki öykülerde kendi anıların ya da deneyimlerin de yerini alıyor mu?
Evet. Bundan kaçabilmek mümkün değil.
Bir önceki sorunun devamında, yazarken, yaratırken en çok nelerden besleniyorsun?
Sözcüklerden, hayallerden, gerçeklerden ve eşimin nefis yemeklerinden.
Yazarlığın yanı sıra, okur olarak iyi roman, güzel öykü, sıkı şiir, doğru eleştiri kıstasların/arayışların neler? Bunları öğrendikten sonra, kimleri okuduğunu merak ediyorum.
Eserde haz ve estetik coşkudan başka bir şey aramam, başka kıstasım yok. Bazen bir öyküyü, romanı ya da şiiri neden sevdiğimi anlatamam. Düzgün cümle kuramadığım sık sık oluyor bu konuda. Çünkü sevdim, diyorum, estetik bir coşku uyandırdı bende. Bu haz sinirlerinin yönelimi dönem dönem değişebiliyor. Ama Tosuner, Vüs’at O. Bener, Vonnegut, Borges, Thomas Bernhard eserleri bana güzel coşku yaşatıyor.
Edebiyat Fakültesi mezunusun. Bir röportajında “Şunu size rahatlıkla söyleyebilirim, bu edebiyat fakültesinin olduğu bir ülkede iyi roman, güzel öykü, sıkı şiir, doğru eleştirinin olması bir mucizedir” diyorsun. Biraz açar mısın?
Siz hiç edebiyat fakültesinde okudunuz mu? Ben bir kez okudum ıykk oldum!
Edebiyat fakülteleri Türkçe edebiyatın çok gerisinde. Bu diğer ülkelerde nasıldır bilemem. Günümüz romanı, öyküsünü, şiirini anlayacak, anlatacak ya da açımlayacak akademisyenlerden yoksun fakülteler, arkadaşının kitabını okutacak, Nihal Atsız’ı okutacak ya da en iyisine denk gelirseniz size ikinci yeni şiiri tek cümleyle özetleyecek, Cemal Süreya’ya erotik şair diyecek, Sait Faik’e hişt diyecek, Oğuz Atay için öldükten sonra tutundu diyecek, bu kadar! Sanki şiirimiz 1950’de bitmiş, öykümüz 70’lerde son bulmuş, romanımız ise hiç olmamış gibi. Dört senenin yüzde doksanlık kısmını eski edebiyata ayırarak içinizde kalan son edebiyat aşkını önce kurşuna dizecek, sonra da ona topluca tecavüz edecekler. Edebiyat fakültelerimiz böyle işte. Sanki edebi yönelimler ve sanat akımları tek paragraflık ödev yapılacak bir şey gibi, sanki maddeler hâlinde Tanpınar anlatılırmış gibi, sanki Leylâ Erbil, Ferit Edgü, Necati Tosuner, Turgut Uyar, Ece Ayhan, Latife Tekin, Hasan Ali Toptaş, Vüs’at O. Bener yokmuş gibi, gibi, gibi! Sustum.
“Öteki” olmak konusunda bir yere gelmek istiyorum seninle. Zira kimliğini asla açıklamayan bir insan olarak, her kimliğin, inancın karşısına onun “öteki”sini koyduğunu neredeyse bu konuda kurduğu her cümlende fark ediyorum. Öteki olanlar kendi kolonilerinde cemaatleşiyorlar mı sence hâlâ? Birçok nedenden dolayı kapalılaşmış topluluklar, bunu kırdı mı/ne kadar başarıldı bu?
İnsanları bir araya getiren mefhum ortak acılar, ortak düşman, ortak çıkarlar da olabiliyor. Bundan yola çıkarak insanların ‘cemaatleşmesini’ normal buluyorum. Ama bu ‘cemaatler’ içinde olmayanlara karşı dışlayıcı, asimile edici davranırsa orada işin rengi değişir, faşizmin yolu böyle açılır. Dünyanın başka yerlerinde soykırıma uğramış insanların çocukları bir arada bulunduklarında diğer çocuklara nazaran daha iyi anlaşabilecekleri özel bir duygu başlar aralarında. Bu birçok gözlemle sabitlenmiştir. Bir de ‘öteki’ kavramın içindeysem öteki diyemem artık.
Metropol Ninnisi, Eylül ayında yayımlanacak. Bu kitapla ilgili neler söylersin merak edenlere?
Niyazi’nin selamları var. İyidir.