Kendi bireysel geçmişimizi ne kadar biliyoruz? Aile sırlarını? Davranışlarımızı, hissedişlerimizi, anlık tepkilerimizi nasıl biçimlendiriyor bu bilmediklerimiz? Akif Kurtuluş'un ikinci romanı Ukde bu tür sorularla yüzleşme cesaretine bir davet...
02 Temmuz 2015 16:00
İstanbul’da kar günleriydi. Kentin günlük akışı neredeyse felç olmuş durumdaydı. İşi gücü günlük düzeninde sürdürmek güç, yer yer olanaksızdı. Kimileri için okumaya daha çok zaman ayrılabilen zamanlardaydık. Bir akşamüstü Ukde‘yi aldım ve o gece okudum; hızla yutarcasına. Sabahın ilk ışıklarına varmadan son sayfayı çevirdim. Heyhat, doyamadan bitti kitap. Yazar öyle tercih etmiş: Aç kalksın kitabın başından okur, gerisini kendisi yazsın. Bakışlarımı türlü türlü yağan kara çevirdim. Zihnimde Ukde’nin ayaklandırdığı ukdeler, son günlerin şiddet dolu gelişmeleri, insanlığımızdan utandıran vahşet, kıyım haberleri. Yeni değil ama her seferinde yeniden acıtıyor. Bu atmosferde, gerisini bölük pörçük yazmaya başladı zihnim.
Ülkemin yaşadığı zor günler hiç bitmeyecek mi, şöyle bir gün yüzü göremeyecek miyiz? Bizden önceki kuşaklar görmüş müydü? Ya da bizden sonraki kuşakların görebileceğine dair ne kadar umudumuz var? Ukde’nin çağrıştırdığı sorular kar tanelerine takıla takıla iniyor yeryüzüne.
Hangi kuşak hangi toplumsal zorluklarla ve bunların bireysel yaşamlarındaki yansımaları ile boğuşmak zorunda kaldı? Bunun çetelesini tutmakla mı geçecek şu ‘ömr-ü hayatımız’? Kendi kuşağımızın yaşadığı zorluklarla boğuşmamız yetmiyor, biz onları çözmeye yetişemezken; bir de önceki kuşaklardan devraldığımız zorluklar var. Tabii ki, şimdikilerin bir çoğu, öncekilerin çözülememiş olmasının mirasları; atalarımızdan devraldığımız ‘ukde’leri halledememekle iç içe geçen, çocuklarımıza, torunlarımıza miras bıraktığımız ukdeler. Hangi birine yetişecegiz? İçimizdeki ukdelerle nasıl yüzleşebiliriz? Bu yüzleşmelerimizin sonu yok mu?
Halledilememiş meselelerin kuşaklar arası geçişi: Öyle ya, soyumuzdan yalnızca genetik özellikleri miras almıyoruz; birçok ruhsal travmayı/ izi ya da çözülmüş/ çözülememiş meseleleri de miras alıyoruz; ve bu miraslarla nasıl yüzleşilebilir/ ne kadar yüzleşilebilir? istesek de istemesek de.
Kendi bireysel geçmişimizi ne kadar biliyoruz? Aile sırlarını? O geçmişin şimdi bize yaptırdıkları neler? Davranışlarımızı, hissedişlerimizi, anlık tepkilerimizi nasıl biçimlendiriyor bu bilmediklerimiz?
Ukde bu tür sorularla yüzleşme cesaretine bir davet.
Akif Kurtuluş’un bu ikinci romanı, Anadolu topraklarında, 19. yüzyıl sonu, 20. yüzyıl başlarında yaşanan, büyük altüst oluşların, ‘biz’ olma mücadelelerinin, kıyımların, katliamların, yokoluşların, göçlerin, sürgünlerin ve özelde, Ermeni halkının uğradığı kıyımların tarihsel zemininde sorguluyor bu soruları. Romanın derdi, bu tarihsel zeminde olaylara tanı koymak değil; tarihte neler oldu, neden oldu sorularının peşine düşmek değil; romanın derdi, tarihi yeniden yazmak değil. Zaten herhalde, roman, tarihi yeniden yazmanın mecrası da değil. Romanın derdi olayların kahramanlarını, somut, sahici, yaşayan bireyler olarak bu olaylarla etkileşimleri içinde irdelemek. Kahramanların ruhsal dünyalarının derinlikle ele alınışı da buradan geliyor.
Çok çarpıcı bir hümanizma ile; romanın tümüne hâkim olan gerçekçi, sahici, somut bir ‘hümanizma’ çok etkileyici. Bu somut hümanizma, toplumsal altüst oluşların, somut bireylerin, somut hayatlarındaki yansımaları, yaşanış/ yeniden yapılanış halleri ile ele alıyor ana temalarını. Bu nedenle karakterler sahici iç çatışmalarıyla, şüpheleri, utançları ve yalanları ile cebelleşiyor. Üç alt bölüm, bu üç ana temayı öne çıkarıyor: Şüphe, Utanç ve Yalan.
Ama bunlar işlenirken, irdelenen birçok başka evrensel insani dertler de var: Suç, adalet, vicdan, affetme/ affedememe, ihanet, ikiyüzlülük, haysiyet, kadın- erkek ilişkileri, aşk/ sevgi, dostluk. Tüm bu kavramların sorgulanması ve bu temalarla ilintili çok temel moral değerlerin sorgulanması. Bir yandan da, gurbet, göç, azınlık, ‘biz’ olmak temalarına ilişkin tartışmalara da değiniliyor.
Etkileyici bazı özellikleri var Ukde’nin. Ard arda sıralıyorum, parantez içinde küçük örnekleriyle: Merak uyandıran, iyi işlenmiş bir kurgu (hakimehanım, kocasının yıllar önce yazdığı günlükleri okurken, onun hiç bilmediği yaşantılarına, dostluklarına uzanıyorken, genç bir doktor, ölüm döşeğindeki büyük halasının sırlarına ortak oluyor ve her ikisi geçmişe doğru yaptıkları bir yolculukta karşılaşıyor); akıcılık ve ritm (bazen kısa kesik cümleler, bazen uzun cümleler ile ritmi, müziği olan bir anlatım); karakterlerin sahiciliği ve değişimleri (herkes kendi dili ve kişiliğinin çerçevesinde hissediyor, konuşuyor, davranıyor ya da Nuri’nin Benjamin’le karşılaşmasından dolayı geçirdiği sarsıcı değişim, otorite ile ilişkisini yeniden inşa edişi); dönemlere/ bağlamlara göndermeler (Ankara Sanat Tiyatrosu-AST, Bahçelieveler cinayetinde 7 TİP üyesinin katliamı, Ankara ve Londra sokakları, Sivrihisar kilisesinin iskeleti benzeri bağlamlar ustaca, kısa ve özlü verilmiş; bu bağlamlar dekor değil, kendi başlarına insanın içine dokunuyor, sık sık acıtıyor); iç içe geçişler, tesadüfler (hem rasyonel olarak olması beklenenler, hem de sürpriz tesadüflere yer var romanda, tıpkı gerçek hayatta olduğu gibi); ince, zekice ve sıcak bir mizah (iki ihtiyarın, çayın içine koydukları tabii kanyak içişleri ve uzayan sohbetleri sık sık gülümsetiyor).
Diğer bir çarpıcı özelliği Ukde’nin: Üstünde düşümeye sevk eden özlü sözler/ aforizmalar; insan hallerine dair hipotezler de diyebiliriz bunlara.
Yazarın, ‘kadın dünyası’na hâkimiyeti/ empatisi etkileyici. Hem de farklı yaş dönemlerindeki kadın dünyalarına; somut kadınlara.
Diyaloglar: romanın bir anlatıcısı yok, birisi anlatmıyor; biz karakterlerin ağzından okuyoruz olan biteni; dolayısıyla, hep gerçek/ sahici somut kişileri düşünür, düşler oluyoruz; bu da, ya şöyle olsa ne yapardı soruları uyandırıyor sık sık.
Romanın bendeki birçok çağrışımının yanında, burada anmak istediğim, soylarındaki Nazi’lerin suçlarıyla yüzleşenlerin yaşadıkları suçluluk ve bunun nasıl üstesinden gelebilecekleri konusundaki zorlukları. Yazar bu konuda başka ülkelere, coğrafyalara, doğrudan bir göndermede bulunmuyor ama roman, temaların evrenselliği nedeniyle, okuyucunun bu tür yeniden okumalarına davetiye cıkarıyor. Dolayısıyla roman, Krakov-Polonya’da, toplumsal/ ruhsal travmalar üzerine uluslararası bir toplantıda yaşadıklarımı çağrıştırdı bana: Nazi toplama kampı Aushwitz’den sağ kurtarılanlardan, daha sonra psikoterapist olan 80’li yaşlarındaki bir konuşmacı, soyumuzdan devraldığımız suçlarla nasıl yüzleşebileceğimiz üzerine vermişti konferansını. Tartışmaların yoğunlaştığı bir noktada, Almanya’dan genç bir biliminsanı, biraz da, isyan ederek, ‘Peki, biz bu suçluluk duygusundan hiç kurtulamayacak mıyız? Ne zaman bitecek bu ıstırabımız?’ diye sordu. Hümanizmasının tüm sıcaklığı ile, konuşmacı, toplantının resmî üslubunu da aşarak, ‘maalesef evladım, hiç bitmeyecek’, ‘bu içselleştirdiğiniz suçluluk ömür boyu sürecek; bunu, ancak, gelecek kuşaklara aktarılmaması için bir şeyler yaparak hafifletebilirsiniz’ dedi.
Evet, ‘biz’ temasını tartışmaya açıyor roman. Burası çok çarpıcı. Biliyoruz, insanlık tarihi, ‘biz’ adına işlenmiş birçok vahşet ile dolu. Önce, zaten varolan farklılıklar üzerinden, kendinize, ‘biz’lik malzeme seçiyorsunuz; sonra bu ‘biz’ üzerinden ‘biz olmayanlar’ı katlediyorsunuz. Hemen bir düzeltme yapayım: Üstelik, bu kategorileri, siz kendi iradenizle seçmiyorsunuz, sıklıkla öyle zannetseniz de. Bir toplumda, kimin ‘biz’ kimin ‘onlar’ olacağına/ ilan edileceğine, o dönemin egemen güçleri karar veriyor; yönetilen, sıradan insanlar değil. Peki, yönetilen sıradan insanlar, kendi ‘bizler’ini nasıl yaratabilir ; ‘onlar’ yaratmadan?
Akif Kurtuluş’un ilk romanı, Mihman’ı daha öncesinde okuduğumda, ‘keşke, biraz daha uzun yazsaydı’ demiştim. Bu roman da kısa kabul edilebilir. Evet, uzun betimlemeler, bol sıfatlı cümleler neredeyse hiç yok. Bu kez, itiraf ediyorum: Yazarın kısa yazmasının verdiği, ‘şiirselliği’ ve de ‘akıcılığı’ daha iyi anladım ve sevdim.
Romanda kullanılan dil ve üslup becerisine de değinmek gerekiyor: Roman kahramanları, kendi dönemlerinin dili, anlatım üslubu ve terimleri ile konuşuyor. Bu da hem tarihselliğini pekiştiriyor romanın, hem de kahramanlarının birey olarak gerçekliğini.
Eminim, her okuyanda, kitap bittiğinde, kitabı sürdürme / yeniden inşa etme isteği uyanacak.
Yazar okuru yeniden yazmaya, yeniden kurguya cesaretlendiriyor; kendi ukdeleriyle yüzleşmeye neredeyse mecbur bırakıyor. Belki de, bu nedenle, bu roman hızla okunabiliyor ama çağrışımlarıyla bir türlü bitmiyor.
Dikkat, bu roman, birçok yetenekli yazarı romancı yapabilir!
Belki de, Kurtuluş’un kendi şiirlerinin, zaman içinde, kendisini romancı (da) yaptığı gibi!