Dildeki yabancı ve yabancılaştırma estetiği

Ev sahibi ve misafir arasındaki ilişki etik bir ilişkidir. Ancak Almanya’daki misafir Türk işçilerin yerleşik hayata geçme fikri, mekâna ve kültüre ortak olma, egemenlik alanında eşitleşme anlamına gelmektedir

13 Haziran 2019 09:00

İnsanlık tarihinin ilk cinayeti olarak bilinen Kabil ve Habil efsanesinin bütün versiyonlarında suç-ceza, aşk-kıskançlık, kin-haset, mülkiyet hakkı, yerleşiklik-göçerlik ve sürgün gibi insanlık tarihine eşlik eden temel durumlar anlatılır. Bazı kaynaklar aşk ve kıskançlığı, bazı kaynaklar Tanrı’ya sunulan kurbanı ve haseti, bazıları da toprak mülkiyeti üzerindeki çatışmayı ilk cinayetin nedeni olarak gösterir. H.M. Enzensberger bir denemesinde bu hikâyenin mülkiyetle ilgili versiyonunu kısa olarak şu biçimde anlatır: Kabil toprakla uğraşır, çiftçidir ve yerleşik bir hayat sürer. Habil ise çobandır ve göçerdir. Mitolojik anlatıya göre Kabil ve Habil kardeşler arasında toprağın kullanılmasıyla ilgili bir anlaşmazlık yaşanır, Kabil Habil’i öldürür. Enzensberger’e göre bu hikâyenin özü, yerleşik olanla göçer arasındaki mülkiyet çatışmasıdır. Fakat yerleşik olan da ceza olarak sürgüne gitmek zorunda kalır[1].

Yerleşiklik ve göçerlik, en eski de olsa, dünya ölçeğinde hâlen süren bir yaşam biçimidir. Bu temel toplumsal yaşam biçimleri birbirine zıt olduğu kadar, birbirlerini her bakımdan belirler ve üretirler. Yerleşik hayat, mekânın üretilmesi, kullanılmasıyla ilgilidir ve en belirgin özelliği, bir muhitin, alanın, bölgenin her türlü egemenlik ve kültür hakkının bir elde bulundurulmasıdır. Bir mekânı biçimlendirmek üzerine kurulu olan yerleşik hayat düzen, kural, sistem ve gelenek üreterek kendi sürekliliğini sağlar.

Yerleşikliğin aksine göçerlik ise, Edward Said’in nitelendirdiği gibi, “kesintili bir var olma durumu”[2]dur ve bugün modern kültürü belirleyen önemli bir özelliktir. Yerleşiklik ve göçerlik arasındaki temel uyuşmazlık, süreklilik ile kesintili yaşam biçimleridir. Bu uyuşmazlık, göçerin yerleşik olanın hikâyesine eklemlenmesi sürecinde kendini daha da gösterir. Yerleşik olanın hikâyesine katılabilmek için, mekânın belleğine, düzenine, bir başka deyişle, diline ve kültürüne dâhil olmak gerekir. “İnsan şiirsel olarak yerleşir” diyen Hölderlin’i yorumlayan Heidegger yerleşmeyi bir yerin kültürleştirilmesi olarak kabul eder.[3] Yerleşik olan kültürleştirdiği yerin bir başkası tarafından da kültürleştirilmesine, egemenliğini ve kimliğini kaybetme kaygısı nedeniyle, izin vermek istemez.

Türklerin Almanya’daki göç serüvenleri, yerleşik ile göçer arasındaki ilişkiye somut bir örnek sunar. Fakat Türk işçilerinin Almanya’daki göçmenlik serüvenleri genelde çelişkiler, çatışmalar, dışlanmalar temelinde ele alınmıştır. Oysa göçerin kültürlenme serüveni, aynı zamanda yerleşik olanın çoğullaşma deneyimidir de.

Almanya’da Türk toplumundan bahsedildiğinde, bir gerçeğin altını çizmek gerekir. Türkler Almanya’ya, Almanya’nın iş gücü ihtiyacını karşılamak üzere, misafir işçi statüsünde ve geçici olarak gitmişlerdir. Siyasal ve yasal açıdan değerlendirildiğinde, devletlerarası anlaşmalara dayanan, yabancı işçi gücüne ihtiyacı olan işletmelerin ihtiyaçları doğrultusunda seçilmiş, resmî işlemleri tamamlanmış, hakları belli anlaşmalarla garanti altına alınmış, resmî davetlerle Almanya’ya giriş yapmış misafir işçiler söz konusudur. Başlangıçta çok iyi, çiçeklerle karşılanan misafir işçiler, yakınlarını, ailelerini Almanya’ya getirmek ve aile birleşimlerini gerçekleştirmek, böylece yerleşik hayata geçmek ve orada kalıcı olmak konusunda bir irade ortaya koyduklarında, göçmen, hatta istenmeyen yabancı olmuşlardır. Yerleşik düzene geçme kararı, ev sahibinin misafirperverliğini, Türklerin ise misafirliğini sona erdirmiştir. Türklerin Almanya’daki göçmenlik deneyimi bundan sonra başlamıştır.

Ev sahibi ve misafir arasındaki ilişki etik bir ilişkidir. Ancak Almanya’daki misafir Türk işçilerin yerleşik hayata geçme fikri, mekâna ve kültüre ortak olma, egemenlik alanında eşitleşme anlamına gelmektedir. Bu durum misafirin dost statüsünü bitirmiştir. Ev sahibinin evin efendisi rolünü, kendi evinin otoritesini kaybedeceği kaygısı başlamıştır. Her iki tarafta da bir kimlik krizi böyle başlamıştır.   

Sözlü kültür geleneğini yaşayan Almanya’daki Türkler, sorunlarını ilkin türkülere dökmüşlerdir. Başlangıçta türkülerde dile getirdikleri ve “Almanya acı vatan” olarak klişeleşen Almanya derdi, Türkler açısından monolojik dil deneyiminden öteye geçememiştir. Âşık ozanlar sorunlarını Türklere Türkçe olarak söylemişlerdir. Türkülerde dile getirilen yabancılık, gurbet, ayrılık, ayrımcılığa uğrama, kısaca farklılık ve ötekilik deneyimleri, kendine konuşan bir dille kurulmuştur. 

Ben “yabancılar dışarı” söylemiyle dışlayıcıdır (Helmut Kohl und Strauss le le le liebe Gabi, wollen Auslaender raus le le le liebe Gabi), fakat yabancının da dili suçlayıcı ve küçümseyicidir (Fırınlar yaktığın çağa doğru mu, Yolculuk nereye Alman efendi)[4] . Kendine hitabeden bir dil, ben ve öteki arasında sahici diyalojik deneyimin imkânını üretemez, üretememiştir. Bu deneyimin olmaması, ben ve öteki arasında farklılıklara dayalı bir kendilik bilincinin kurulmasını engellemiştir. 

Almanya türküleri her iki toplum arasında kültürel bir karşılaşmayı değil, orada çalışan Türklerin gündelik hayat deneyimleri üzerinden yabancılıklarıyla, gurbetlikle, dışlanmayla yüzleşmelerinin örnekleridir. Karşılaşma olabilmesi için, mevcut söylem düzeninde yabancının sesinin işitilmesi gerekirdi. Oysa yabancı olan mevcut söylemin dilini bilmediğinden, hitap edebileceği kişi de, kendini anlatma imkânını da bulamamıştır. Hitabını ve anlatımını kendi dilsel söylem düzenine gerçekleştirmiştir. Böylece Almanya’daki Türklerin anadilleri ve sözlü kültürleri bu yeni mekânda işlevsizleşmiştir. İşlevsizleşen bir dil, onu kullanana yabancılaşma ve içe kapanma deneyimini yaşatmanın yanı sıra,  kültürlenme olanağı sunan anlama, anlatma ve ifade olanağını da kısıtlamıştır. 

Farklılıkla karşılaşma, yerleşik kültürde çoğul anlayışın gerçekleşmesini başlatan ilk adımdır. Çoğul kültürlenme ben ve ötekinin kendilik bilinciyle ya da farklılığın bilinciyle yaşamasıdır. Bunun gerçekleşmesinin yolu, baskın olan kültürde yabancının yabancı olarak kabul edilmesidir. Homi Bhabha’nın “ayrımsal ortaklık” veya “üçüncü uzam” diye adlandırdığı melez kültür, aslında çoğul bir kültürdür. Çoğul kültür, ana gövdede farklı kültürel hafızaların yaşamasını mümkün kılar. Yerleşik olanla yabancı olan, her ne kadar ortak bir kültürel çevreye ait olsalar da, kendi birikimlerini sürdürme imkânına sahiptirler.

Almanya’daki birinci, ikinci, üçüncü kuşak Türklerin kimlikleri tekil değil, çoğuldur. Gerçi etnik ve kültürel bakımdan birinci ve ikinci kuşağın öz kimlikleri baskınlığını korumaktadır. Böyle de olsa, Almanya’nın sosyal-kültürel kodları onların da kimliklerinin bir parçası olmuştur. Almanya’daki Türkler bugün farklılıkları sayesinde Almanya’nın çoğul kültürünün en önemli kaynağı konumundadır.

Kültürel hafıza ve yeni hayatın yeni formları, Almanya’daki Türk-Alman edebiyatında da gözlemlenir. İkinci kuşak yazarlarda kısmen de olsa göçmenlik ve yabancılıktan, ayrımcılıktan yakınma söz konusu değildir. Yapıtlarda gurbetten yakınma aşılmaya başlanmış, geçmişi ve şimdiki ânı ikilemlerle, aradalıklarla ilerleyen özne merkeze oturmuştur. Örneğin Selim Özdoğan’ın Mehr (Daha Fazla) (1999) romanı “Dedem bir demirci ustasıydı” diye başlar. Almanya ve Türkiye’de geçen sıradan, yavan hayatın kısa ritimleriyle ilerler ve  “Diğer dedem gardiyandı”[5] diye biter. Bir bakıma, yukarıda dile getirilen şimdiki anda sahip olunan ya da gündelik hayatın şahsî ritimlerinde geçmişten kopuş, gerçek şimdiyle hatıralar arasında daralan yeni köksüz hayat betimlenir.

Dil yerleşik gibi gözükür, fakat dünyada asıl göçer, asıl gezgin olan sözcükler, kavramlar, simgeler, imgelerdir. Sadece insanlar, topluluklar, kültürler değil, dil de konar, göçer, değişir ve dönüştürür. Dilin bu ıslah ve iflah olmaz hareketliliği öznelerin karşılaşmalarını da mümkün kılar. Başkayla karşılaşmak daima dilsel bir karşılaşmadır. Ben kendini sadece anlatarak değil, sözle de kurar ve kendi sözünü ötekinin sözüyle kurar. Özne kendini dilde kurabilmek için söyleşime kendi sesiyle katılırken sadece betimlenen değil, betimleyen de olur.

Dil estetik ve etik bakımdan, kendi kuralları dâhilinde, yabancı olana her daim misafirperverdir. Bir dilin buyrukları olan dilbilgisi kuralları, çoğunlukla estetik ve etik ihlallere imkân da verir. Bu olanak bazen, uzlaşının elverdiği ölçünün de ötesinde kullanılır. Bu uzlaşı sadece dilbilgisel değil, aynı zamanda anlamsal bir uzlaşıdır; anlaşılır olmak ise bir dilin tek yaptırımı veya buyruğudur.

Almanya bir göçmen ülkesidir ve çoğul bir kimliğe sahip olma yolunda oldukça yol almıştır. Çoğul kültürler dillerarası, çoğul bir dil estetiği geliştirir. Çoğul dil estetiği yabancı ve farklı olanın, farklı yaşam formları içerisinde değişen, geçiş hâlinde olan öznenin, çoğul yapı içerisinde çok anlamlılık üretebildiği bir dildir. Farklı hafızalarda ve farklı yaşam formlarında çeşitlenmek, çoğalmak, çoğul olmak da dilsel estetik bir deneyimdir.

Edebiyat farklı ve özgün olanda haz bulmaktır. Farklı olanın kendi farklılığıyla bütüne katılması, bütünde özgün bir yapı ve biçim sergiler. Buradaki estetik deneyim, farklı ve yabancı olanın sesinin yeni bir perspektif olarak bütünün içine yerleşmesidir. Çokseslilik perspektifi ve onun oyunsu uyumu, farklı olanın ve ayrımların bütünle uyuşmasıdır. Bu ise yeni bir estetik dil deneyimidir. Estetik dilsel kültürlenme, farklı olanın bütüne farklılığıyla veya yabancılığıyla dâhil olmasıdır. Belirleyen olan bütünün dilinde, kültüründe yeni dilsel üretimler gerçekleşmektedir. Dil söz üretme ve söyleyiş biçimi geliştirmede her zaman sonsuz bir imkândır ve yabancı kökenli yazarlar farklılıklarını, yabancılıklarını bütünün diline taşıyarak bu imkânı oldukça üretken kullanırlar.

Yabancılaştırma[6] komik, grotesk, ironik, esprili, gülünç olanın temelini oluşturur. Estetik avangartlar özellikle de kübizm, fütürizm, Dadaizm, sürrealizm gibi akımlar için yabancılaştırma biçim belirleyen ağırlığa sahiptir. Kolaj, montaj, biçimini bozma, doğasını bozma, bağlamını değiştirme, yer değiştirme, yerini değiştirme, ters çevirme, öne veya arkaya çekme vs. gibi yöntemler, yabancılaştırmanın oyunsu biçimleridir. Yabancılaştırma estetiğini edebiyatta en iyi temsil eden şairin Ernst Jandl olduğu öne sürülür. Jandl rahatsız edici, yanıltıcı, dil yabancılaştırmasının etkisini önceleyerek alt sosyal dilin poetik imkânlarla yadırgatıcılığını üretmek ister.

Dili ve dilde yabancılaştırma estetik yaratma yöntemidir. Bu yöntemi çok değişik sanat akımları dönem dönem üretmiş ve kullanmışlardır. Farklılaştırma, kuralı bozma, kural dışı olma, deformasyon, yabancılaştırmanın önemli biçimleridir. Yabancılaştırmanın içinde görme, konuşma ve betimleme tarzlarının, alışıldık, bilindik, rutin olanın dışına çıkma, hatta fragmanlaştırma anlayışı da vardır[7]. Yabancılaştırma, gerçekte bir olumsuzlaştırma aracı da olsa, dil aracılığıyla ve dilde, okurun, alımlayanın duyarlılaştırılması, şaşırtılması, yadırgatılmasıdır. Bu olağan dışı dil biçimleri yabancılaştırmanın özerk bir estetik üslûp özelliği olarak kabul görmesini sağlamıştır.

Yabancılaştırma estetiğini verimli biçimde uygulayan çağdaş yazarlardan önde geleni, Feridun Zaimoğlu’dur. Kanak Sprak veya Kanakça, toplumun kıyısında yaşayan yabancıların seslerini, onların gündelik dillerini genel dil estetiğine taşıyan örnek bir yapıttır. Gündelik dili poetik düzeye çıkarmak, bu dilin poetik işlevini ve gücünü düşünmeyle mümkün olabilir. Yapıtta geçen sözcük öbeklerini ve sözcük üretmelerinden bazılarını örnek olarak göstermek gerekirse:

“…sefiller köyü Alamanistan (Elendsdorf Alemannistan),  refahın reklam sloganı (Wohlstandswerbespruch), sıcaklıkistiyorumdahafazlasıcaklık (Wärmewillichwärmemehr), şu sarışın Alman Kızları Harmanı Birliği (diese blonde Bund-Deutscher-Mädel-Auslese) altkültürhane (inner Süppkültür), göster-bakalım-egzotik-olmanın-özelnumaralarını (Spiel-doch-deinen-Exotenbonus-aus-Allüren)”[8]

Yabancılaştırma yöntemiyle toplumsal hayatın kıyısındaki yabancıları dilde temsil etmek, onları kendi dilleriyle yansıtmak, bu sayede onları algılanabilir kılmak daha olanaklıdır. Yabancılaştırmayı dille üretmek için üretilen yeni sözcükler, yeni söz öbekleri, söz yapıları, tuhaf, yaratıcı ve şaşırtıcı olmak zorundadır. Sadece dil malzemesi bakımından değil, dili biçimlendirme ve ifade etme olanağı bakımından da ses ahenkleri, söz uyumları, yeni imgeler üretirken, anlam da şaşırtıcı ve estetik duyarlılıkları hareket geçirebilecek düzeydedir. 

Kanak Sprak’ın yabancılaştırma estetiği, en alttakinin poetik gündelik dilinin bütüne dâhil edilmesiyle üretilir. Bu poetik gündelik dil, gerçekliği ve sözü söyleyenin niyetini tam yansıtabilen içeriklerle ve imgelerle bütünleştirilir. Kanak Sprak’ta anlatılmak istenenle anlatma olanağı ayrı kabul edilir. Anlatılmak istenen nesnenin, dünyanın, o umulmadık, tuhaf olayın kendisidir. Anlatılmak istenen gördüğümüz şey değil, bize görünmek isteyendir. Bize beni gör diyen anlamdır. Dille kendini ifşa eden anlamın dili farklıdır. İşte o farklılığı koruyabilmektir dilsel yaratıcılık ya da yabancılaştırma. Kendini ifşa edenin dilini kendi dilimize çevirmeden, onu koruyarak dile gelmesini sağlayabilmektir dil yaratıcılığı ve yabancılaştırma estetiği. Kanak Sprak, farklılığı göçmenlik meselesi üzerine değil, dil, üslup ve anlam üzerine kurar. Bu dil, kapitalizmin en alt katmanında hizmetleri yerine getiren insanların tepkili özerk dilidir. Bu özerk dilin söz varlığı ne Türkçedir ne de Almanca. Kanak Sprak üslûbu yerleşik-göçerlik gibi mevcut kanonları reddeder. Özerk estetik diliyle, yerleşiklik-göçmenlik dışında üçüncü bir alan açar. Bu alan metropollerdeki gündelik hayat ve bu hayatta yaygın olan çok anlamlı poetik dildir.   

 

 


[1] Enzensberger, H.M. (1993), Die Grosse Wanderung. 33 Markierungen. Suhrkamp Verlag ,Frankfurt am Main.

[2] Chambers, Iain (2005), Göç, Kültür, Kimlik. Ayrıntı Yayınları, İstanbul.

[3] A.g.y., s.75.

[4] Öztürk, Ali Osman (2001), Almanya Türküleri. Kültür Bakanlığı Yayınları.

[5] Özdoğan, Selim (1999), Mehr, Roman. Rütten&Loening, Berlin.

[6] Bkz. Verfremdung maddesi: Historisches Wörterbuch der Philosophie (2001), Basel, Cilt 11. Ayrıca Schmitz-Emans, 2007, 10.

[7] Schmitz-Emans Monika (2007), Fremde und Verfremdung. Kurt Röttgers ve Monika Schmitz Emans (Ed.), Die Fremde (içinde), s. 7-22, Blaue Eule, Essen.

[8] Zaimoğlu, Feridun (2010), Kanak Sprak, 24 Misstöne vom Rande der Gesellschaft. Rotbuch Verlag, Berlin.