"Türkiye’de yaşamayan, Türkçeden beslenmeyen biri Türkiye hakkında ne kadar yetkin olabilir, Türkçeyi ne kadar iyi kullanabilir ki?"
13 Haziran 2019 08:30
Benim hasbelkader icra ettiğim edebiyat faaliyeti, hikâye ile söyleyişin, derindeki meram ile yüzeydeki hayal âleminin terkiplerini bulmakla ilgili. Dene, kekre çıkmışsa dök, formülü değiştir, yeniden dene. Bu amatör kimyacılık faaliyetini anadilim olan Türkçede yürütürken, yirmi yıla yakın bir süredir anadilimin konuşulmadığı ülkelerde yaşıyor olmam bazılarını şaşırtıyor, beni savunmasız yakaladıkları anlarda, yarı merak-yarı şaşkınlıkla soruyorlar: “Bunca yıldır Türkiye dışında yaşayan biri olarak Türkçe yazmakta zorlanmıyor musun?” Samimiyet şemsiyemin gölgesinde evvelden yer ayırtmış olanlar bu kadar kibar da değil, yekten geçiriyorlar aparkatı: “Türkiye’de yaşamayan, Türkçeden beslenmeyen biri Türkiye hakkında ne kadar yetkin olabilir, Türkçeyi ne kadar iyi kullanabilir ki?”
Bu soruyu kendime sık sık soruyorum desem, yalan. Cevabını biliyorum desem, kuyruklu yalan! Ama zaten beni gıdıklayan da bu değil, başka bir soru.
Bir dönem, bambaşka nedenlerle yolu Berlin’e düşmüş olan diğer yabancılarla yaptığım sohbetlerde onları sıkça yokladığım konulardan biri, kafalarının gerisinde bir yerlerde bir “ev” mefhumunun varolup olmadığıyla ilgiliydi. Fiziksel bir mekândan ziyade, muhayyilede kendine yer bulan bir çeşit nirengi noktası, aşkın bir referans, esaslı bir çıpa olarak ev. Bu soruya olumsuz cevap veren herkes benim için bir hayret odağıydı. Zira benim aklımın almayacağı, tekinsizliğini düşündükçe ürperdiğim türden bir köksüzlükten söz ediyorlardı. Kimileri klişeden imtina etmiyor, gittikleri her yeri evleri kıldıklarından söz ediyordu, bunları hoş görüyordum, benim talip olmayacağım türden bir ruh esnekliği onların mahallesine uğramışsa madem, bununla bahtiyar olmalıydılar. Ama bir de bu köksüzlükten beslendiklerini, onu kucaklayıp içselleştirdiklerini, mecazî evsizliğin esenlik verici bir yaşam serüveninin ön şartı olduğunu iddia edenler çıkıyordu karşıma. Nasıl, diyordum, nasıl olabilir? İnsan kafasında bir ev hayalinin avutucu buğusu olmadan, zor zamanlarda başını sokacak bir sığınağı olduğunun bilgisine sahip olmadan nasıl yaşayabilir?
Hollandalı yazar Cees Nooteboom’un harikulade romanı Ritüeller’in kahramanının keşişle olan sohbetini hatırlatıyor bu bana. Keşiş kendisine, “Herhalde ilk kez bir manastırı ziyaret ediyor değilsiniz. Hiç içeriye girmek istemediniz mi?” diye sorunca yazar, “Dünya benim manastırım!”[1] diye cevap veriyor. Keşiş de gülüp anladığını söylüyor.
Bu tabii çok güzel, çok tok ve oturaklı bir roman cümlesi! Ama bunu söyleyen de bir roman kahramanı. Ben gerçek insanlardan söz ediyorum. Mesela Nabokov’dan. Mecburi bir sürgünlükten yirminci yüzyılın en görkemli edebiyat hikâyelerinden birini çıkarmış olan Nabokov, “İnsan kendi geçmişinde her daim evindedir,”[2] diyor otobiyografi denemesinde. İşte sanıyorum, benim kendi yazı ve yaşam serüvenime damgasını vuran, başkalarında olmayışını ya da gözardı edilebiliyor oluşunu idrak edemediğim de tam bu duygu. Kendi tabiriyle “kayıp çocukluk”tan neşet eden ve muhafazakârlığa yaslanmayan türden bir nostalji ve tabii ki bunun tetiklediği evdelik arayışı, geçmişin, işleve değil konfora, gerçeğe değil arzuya önem verilerek yeniden kurgulanması.
Çağımızın bir başka büyük yazarı Salman Rushdie ise, Utanç romanında, “Kimileri bunu bohça ve kutulara tıkıştırmaya çalışsa da, tüm göçmenler geçmişlerini arkalarında bırakırlar - ama yol boyunca o kıymetli hatıra ve eski fotoğraflardan bir şeyler sızar, ta ki sahiplerinin bile bunu fark edemediği âna dek, zira göçmenin kaderidir tarihinden mahrum bırakılmak, üstlerinde zengin giysiler, devamlılığın sırmalı kumaşları ve aidiyetin kaş çatışlarını gördükleri yabancıların hor gören bakışlarının arasında çırılçıplak kalakalmak,”[3] diyor mesela.
İşte bu çırılçıplaklık hâli, bu savunmasızlık, ortada kalmışlıkla nasıl yaşanacak? Bu yara nasıl kapatılabilir? Bu eksik neyle ikâme edilebilir? Freudyen bir bakışla, bu göçmen melankolisi kaynağı belirlenemeyen, adı konulamayan bir kayba işaret ediyor. Bu hissiyatı biçimlendiren, onu hem besleyip hem paramparça eden şey kapanmayacak bir yara. Bununla mücadelenin belki bir yolu onu dışsallaştırmak, şizofrenik olmayan bir kişilik bölünmesi ile eksiği yahut yarayı ötekine transfer etmek. Acaba başka bir yolu da var mı?
Ben mesela -kendi tercihimle geldiğim ve yaşamaya devam ettiğim- Berlin’de, bir kafede oturmuş, doğup büyüdüğüm yerlerde akşama kadar lafla peynir gemisi yürüten, geveze, evinsiz, mutsuz adamların hikâyelerini yazarken, bu yarayı böyle kapatmaya, bu eksikliği bununla mı ikâme etmeye çalışıyorum acaba diye düşünürken buluyorum kendimi. Belki de benim gibi, köksüzlüğü içinden çıkılamayacak bir çöl gibi algılayan ve ondan korkan birisi için, yurt dışında yaşayıp kendi ana dilinde yazı yazmak bir çeşit terapi yerine geçiyor. Hatta göçmenliğin de ötesine geçip, gün yüzüne çıkmamış bir arzunun, bir sığınak arayışının, yalnızca bu dünyada varolmaktan kaynaklanan bir tutamaksızlığın telafisi olabilir mi acaba yazmak, bunu kendi anadilimde yapmak diye de soruyorum kendime. Çocuk ilk evden çıkmış bir şekilde, çünkü evde duramıyor, ama dışarının mânâsızlığını da öyle ya da böyle anlamlandırmak, bir temele oturtmak, onunla baş etmek zorunda, yoksa toprak ayaklarının altından kayıp gidecek.
Bana bazen soruyorlar, "Türkçe yazmakta zorlanıyor musun yurt dışında?" diye, ben de keyfim yerindeyse, “Aksine,” diyorum, “İlaç gibi geliyor bana Türkçe yazmak.”
[1]Cees Nooteboom, Rituals. (London: Quercus, 2013) (Çevirilerin tümü bana aittir.)
[2]Vladimir Nabokov, Speak, Memory: An Autobiography Revisited. (New York City: Vintage International, 1989), s. 116
[3]Salman Rushdie, Shame. (London: Jonathan Cape, 1983), s. 63-64