Devrim mi, depresyon mu?

"Byung-Chul Han’a göre acısız bir yaşam ne yazık ki insanın ruhsallığından da birçok şeyi götürüyor. İnsan acısız bir şekilde hayatta kalmak uğruna kendisini ortadan kaldırır, dolayısıyla sürekli mutluluk içindeki acısız hayat artık insan hayatı olmayacaktır, acısı olmayan bir hayat insani bir hayat değil, ölmemişlik hayatıdır. Mekanikleşmeye yüz tutan, anlam derinliğinden yoksun…"

20 Temmuz 2022 21:40

Bu sayfalarda en son yine Byung-Chul Han’ın bir kitabıyla ilgili yazmışım. Bir kitap hakkında yazma isteği artık çok sık uğramıyor bana. Elbette etkilendiğim, tekrar tekrar okumak istediğim kitaplar oluyor ama ne yalan söyleyeyim, dünyadaki her kişinin okumasının hayırlı olacağını düşündüğüm kitaplara karşı şahlanıyor kalemim.

Yine öyle oldu. Ve yine bir Byung-Chul Han kitabı bu arzuyu depreştirdi. Metis Yayınları’ndan “Günümüzde Acı” alt başlığıyla geçtiğimiz ay yayımlanan son kitabı Palyatif Toplum.

Byung-Chul Han, bu çağı müthiş bir derinlik ve hakkaniyetle gözlemleyen bir yazar. Ne ajitasyona yer veriyor ne idealizasyona. Neyse o…

Bu sefer rotasını algofobi yani acı çekme korkusuna çevirmiş. Çağımızın hız, haz odaklı bakışıyla elbette acının pasif, yavaş süreci birbiriyle örtüşmüyor, ancak acısız bir yaşam ne yazık ki insanın ruhsallığından da birçok şeyi götürüyor. Çünkü Byung-Chul Han’a göre “acı olmaksızın ne sevmiş ne de yaşamışızdır. Hayat, rahat bir hayatta kalmaya feda edilir”. Yani insan acısız bir şekilde hayatta kalmak uğruna kendisini ortadan kaldırır, dolayısıyla sürekli mutluluk içindeki acısız hayat artık insan hayatı olmayacaktır, acısı olmayan bir hayat insani bir hayat değil, ölmemişlik hayatıdır diyor. Mekanikleşmeye yüz tutan, anlam derinliğinden yoksun…

Byung-Chul Han her şeyin sebebini ve çözümünü –ne mutlu ki– bireysel psikolojide aramayan bir yazar. Psikolojik bakış açısını felsefe ve sosyolojiyle alabildiğince harmanlıyor; onu güçlü bir gözlemci yapanın da bu çoklu bakış açısı olduğuna inanıyorum. Çağımızda mutluluğun herkesin kendi başına uğraşması gereken bir şey olduğunu ve kişiye özel bir hale geldiğini, eziyetin de kişinin kendi başarısızlığının sonucu olarak yorumlandığını söylüyor. Eleştirdiği şey tam da bu; ona göre kendi ruhumuzu tedaviye uğraşırken sosyal çarpıklıklara yol açan toplumsal ilişkileri gözden kaçırırız. Korku ve güvensizlikle boğuşurken bunun sorumlusunun toplum değil, kendimiz olduğunu düşünürüz.

“Halbuki devrimin mayası birlikte hissedilen acıdır. Fakat günümüz toplumunda devrimin yerini depresyon alıyor.”

Bu satırları yazdığım sırada bir doktor görevi başında katledildi ve akabinde hemen yayın yasağı getirildi. Bizler ülkemizde maalesef birlikte acı hissetmemize bile engel olmaya çalışan bir güruhla yaşama savaşı veriyoruz. Her yerde yayın yasakları, şiddet, eril tahakküm. Acı çekmeyi, yas tutmayı bile yasaklamak isteyen bir zihniyet. Haykırmak, öfkelenmek, acı çekmek yasak. Başını kuma göm, olabildiğince dış gerçekliği inkâr et diyen bir sistem içerisinde deviniyoruz ne yazık ki… Öyle bir zamana denk geldi ki Byung-Chul Han’ın kitabı, adeta umutsuzluğuma karşı bir panzehir işlevi gördü.

“Acılar şifrelerdir” diyor  ve toplumu anlamanın anahtarının acıda olduğunu ifade ediyor. Bu sebeple de ona göre her toplum eleştirisi acının yorumbilimini sunmak durumundadır. Acıları salt tıbba bırakırsa acının imleme niteliklerini de göz ardı etmiş oluruz.

Günümüzde acı verici deneyimlerden kaçınılmasını acının anlamsız olarak algılanmasına ve acı karşısında bize dayanak sunacak ve yön verecek anlam bağlantılarının artık olmamasına bağlıyor. Acının tümüyle tıp ve eczacılık alanını ilgilendiren bir biyolojik sürece indirgendiğini, salt bedensel bir azap olarak sembolik düzenden çıkarıldığını söylüyor. Bunun sonucunda ise hayatta kalma histerisi adını verdiği bir kavramdan bahsediyor ve pandemi döneminin tam da bu histeriyi tetiklediğine işaret ediyor.

“Virüs havadan gelen terördür. Herkesin muhtemel bir virüs taşıyıcısı olmasından şüphelenilir; bu da bizi bir karantina toplumuna götürür, ki sonuç olarak biyo-politik bir gözetleme rejimine yol açacaktır. Pandemi başka hiçbir yaşam biçimi sunmaz. Virüsle savaş esnasında hayat her zamankinden daha fazla dönüşmüştür hayatta kalmaya. Hayata kalma histerisi viral bir vahamet kazanır.”

Sağlıklı beslenme takıntısı, well-being’ler, kişisel gelişim trendleri gibi uygulamaları bir dijital hipokondri başlığı altında ele alıp sağlık ve zindelik uygulamalarıyla kişinin sürekli kendini ölçmesinin hayatı bir işlev haline indirgediğini belirtiyor. Bu sayede hayat artık anlatılabilir olmaktan çıkıp ölçülebilir ve sayılabilir olana dönüşüyor. Hayatı salt hayatta kalmaktan daha fazlası kılan tüm semboller, anlatılar ya da ritüeller hepten soluklaşıyor... Ve o çok etkilendiğim cümle:

“Hayatta kalma histerisinin hâkim olduğu toplum bir ölememişler toplumudur, ölemeyecek kadar canlı ve yaşayamayacak kadar ölüyüz.”

Hayatta kalma histerisinin bir uzantısı olan sürekli kendini izleme hali “ben yorgunluğuna” sebep oluyor. Bu da narsisistik çağın hazin bir özetini sunuyor. Ben yorgunluğundan ötekine varılamıyor bile.

Pandeminin etkileri hâlâ tam olarak sona ermemişken bu sürece tanıklık eden birinin bunu sembolleştirmesi, arkaya dönüp baktığımızda “Biz ne yaşadık?, Neyi yitirdik, neye dönüştük?” gibi sorulara yanıt vermesi biz okurların da o süreci dönüştürebilmesi adına çok kıymetli. Bu bağlamda pandeminin psikolojik ve felsefi taraflarına dair daha çok görüşe, yazıya ihtiyaç duyduğumuzu düşünüyorum. Palyatif Toplum’da pandemi sürecine dair çok yerinde tespitlerde bulunuyor Byung-Chul Han.

Pandemi ötekini varoluşsal bir tehdit olarak gördüğümüz ama bir o kadar da ötekine ihtiyaç duyduğumuz bir dönem oldu. İnsan ölümleri sadece birer sayıya indirgendi, hiçbir hikâyeleri yokmuşçasına. Dolayısıyla ötekinin acısı daha da uzağa kaçtı, “vaka sayısı”ndan ibaret oldu. İnsanlar yoğun bakım ünitelerinde hiçbir insani ilgi görmeksizin, yalnız olarak öldü/ölüyor. Yaslar tek başına tutulmak zorunda kaldı, cenaze merasimleri bile yapılamaz oldu. Byung-Chul Han’ın kronik ağrılara bu perspektiften baktığı hoş bir tespitini alıntılamak istiyorum:

“Yalnızlık, yakınlık duygusunun yaşanamaması acıyı güçlendirici bir etki gösterir. Kronik ağrılar tıpkı çizikler gibi bedenin ilgi ve yakınlık, hatta sevgi isteyen çığlıkları, günümüzde temasın seyrek hale geldiğine işaret eden etkileyici ipuçlarıdır. Görünen o ki, ötekinin iyileştirici elinin eksikliğini duyuyoruz.”

Ona göre kronik ağrıların nedenleri çok çeşitlidir:

“Toplumsal yapıdaki çarpıklıklar, bozulmalar, gerginlikler kronik ağrıların ortaya çıkmasına ya da şiddetlenmesine yol açar. Günümüzün toplumun anlamdan yoksunluğu da acıları katlanılmaz kılan nedenlerin başında gelir. Acılar, içinde hayatın salt hayatta kalma haline gelmiş olduğu anlamını yitirmiş toplumumuzu, anlatımdan yoksun zamanımızı yansıtır. Ağrı kesiciler ve ruhsal incelemelerin bu konuda yapabileceği pek bir şey yoktur. Acının sosyo-kültürel nedenlerini gözden kaçırmamıza neden olurlar sadece.”

Acıyı hep bizi eksilten, gerileten bir duygu olarak görmeye eğilimliyiz. Acı çekmeyi bir başarısızlık, yenilmişlik gibi algılıyoruz. Çağın olmakla değil, yapmakla meşgul girdabında acının pasifliğine yer vermek sanki ömrümüzden ömür çalıyor. Acının bir anlamı yokmuşçasına, acı esnasında boşuna yaşıyormuşuz, zamanımızı acıyla çar çur ediyormuşuz gibi geliyor. Her şey aktif oluşa, hıza, hazza yönelik olduğu için. Acıdan anlam çıkarmak ve acıyla yoğrularak dönüşmek epey meşakkatli geliyor. Doğru, meşakkatli de… Tahammülü çok zor. Ama vaat ettikleri var. Dönüşüm ancak acıyla oluyor, acı mutlaka bir durum değişikliğine yol açıyor, yeniye gebe olan acı. Boşuna söylenmemiş: Hamdım, piştim, yandım. Acıdan bir an önce kurtularak varoluşta derinleşmenin önüne engel de koyuyoruz. Halbuki bir yerde ancak sahicilik varsa orada acıdan söz edebiliriz. Acıdan kaçmak uğruna ne yazık ki sahici olan da harcanıyor. Acı verecek yoğun bağlardan kaçınılıyor. Bağın kurulamadığı yerde sahici bir ilişkiden ne denli söz edebiliriz ki? Byung-Chul Han aşk acılarına bile artık şüpheyle bakılmaya başlandığını söylüyor. Ona göre, “Ötekiyle empatik bir ilişki olarak aşk ‘üzerimize çöker ve bizi yaralar’. Tüketim olarak aşk ise yaralanma ve acı olmaksızın ortaya çıkar. Yapabilme yeteneğiyle performans öznesi ilke olarak yaralanmaz. Dayanıklıdır. Ancak ötekine duyarlık yaralanabilirliği şart koşar. Acıyan yara, ötekine açılan ilkel kapıdır.”

Yaralanabilir olmak canlı oluşun temel koşutu. Ötekiyle temas ederek, ötekinden yara alarak, ötekini yaralayarak bir yaşam öyküsü oluşabilir. Aksi kendimizden yarattığımız fanuslar olacaktır ki, oradaki temassızlık, nefessizlik ruhsal bir ölümün de habercisidir. Yaralanmadan yaşama çabası öyküsüz bir yaşamdır. Acıdan geçmeden ne bireysel ne de toplumsal devrim mümkün olur.