Toplumsal ve biyolojik cinsiyet kurmacası, dünyayı deneyim ya da deneyim açıklığı üzerinde nasıl kısıtlayıcı bir role sahiptir? Yazı, yazan- beden için bir deneyim açıklığına işaret edebilir mi?
07 Eylül 2017 14:23
Yaprakları kımıldatan neydi? Yüreğimi kımıldatan ne, bacaklarımı? Ve buraya daldım, Louis, seni bir çalılık gibi yeşil görünce, bir dal gibi, çok sakindin, gözlerin sabit bakıyordu. “Öldü mü acaba?” diye düşündüm ve öptüm seni, pembe elbisemin altında kalbim, onları kımıldatacak bir şey olmasa da hâlâ kımıldanan yapraklar gibi çırpınıyordu. Sardunya kokusu geliyor burnuma; gübreli toprağın kokusu geliyor. Yükselip alçalıyorum. Işıktan bir ağ gibi fırlatılıyorum senin üzerine. Senin üstünde titreşerek yatıyorum.”
Virginia Woolf, Dalgalar
Edebiyatta mekân ya da mekânsallık üzerine kalem oynatmak, kavramın çoğul çağrışımlarının bir sonucu olarak beliren farklı birçok katmanın varlığının bilinciyle hareket etmeyi gerekli kılıyor. Bugün mekân ya da mekânsallığı basitçe olay örgüsünün arkaplanı olarak değerlendiren geleneksel bakış açısını bütünüyle geride bırakmış olmasak da, edebî bir eserin mekân ile kurduğu ilişki üzerine düşünürken mekânsallığın eserin poetikasında nasıl bir rol oynadığından tutun da metnin diğer metinlerle ve hatta birinci elden deneyimlediğimiz dünyada- olma, burada- yer- tutma kipleri ile nasıl ilişkilendiğine kadar birçok farklı bağlamda ele alıyor, anlama ve anlamlandırma gayreti gösteriyoruz.
Söz konusu mekân olduğunda doğa ve medeniyet, iç ve dış, yaşam ve ölüm, beden ve zihin gibi birçok dikotomi; bunların edebî eserde ele alınış ve işleniş biçimleri; yazma ediminde bulunan “yazar özne” ve “yazan- beden” ikiliğini aşındırma çabasının eserde karşılık bulma biçimleri ve bu aşındırmanın mümkün olduğu durumlarda da bu “yazan-bedenin” hem kendi dünyada- olma- deneyimiyle kurduğu ontolojik ilişki hem de fenomenleri deneyimleme biçiminin eserin düşsel mekânsallığındaki izdüşümleri gibi birçok mesele metnin mekânsallık ile kurduğu ilişkiyi değerlendirmemizde önemli bir yer tutuyor.
“Yazan- beden” metinle kurduğu ilişkide yaşadığı döneme damgasını vurmuş baskın bilgi üretim sistemleri kadar, gündelik yaşam pratiklerini belirleyen dinamiklere de meydan okuduğu, deneyimin artık bütünüyle tekrara dönüşmüş niteliğini aşındırma gayretine girdiği ölçüde mekân ve mekânsallık ile kurduğu ilişki de önem kazanıyor. Bir diğer ifadeyle mekânsallık dolaysız bir deneyim edinme olasılığının alanına dönüştüğü ölçüde edebî üretimin bir parçası hâline geliyor. Burada “yazan- bedenin” temel meselelerinden biri dolaysız deneyime ulaşmak, en azından dolaysız bir deneyimin sınır boylarında yazı ile ilişkilenmek ise bu da beraberinde deneyim kavramının edebî gelenek içerisindeki biçimlenişlerine meydan okumayı getiriyor ki poetik imgelem dünyada- olma- deneyimine açıklık çerçevesinde yeni bir şey söyleyebilsin. Ancak bu “söyleme” ortak bellek için üretilmiş yeni bir veri, bir bilgi parçacığı olarak anlaşılmamalı. Daha ziyade bir parlama ânından söz ediyoruz. Kendini sistematik düşüncenin bir parçası hâline getirmeyen bir parlama ve elbette bunun hemen ardından gelen sönümlenme.
Konuya aşina olanların bildiği üzere, Bachelard’ın 1957 senesinde yayımlanan eseri Mekânın Poetikası, edebiyat ile mekân arasındaki ilişkiye bakışımıza yeni birçok boyut kattı. Bachelard, ev ve evren, uçsuz bucaksızlık, çekmeceler, köşeler, sandıklar ve bir form olarak yuvarlak gibi farklı birçok mekânsal ve geometrik biçimlenmenin poetik imgelem ve düşsel mekân ile ilişkisini fenomenolojik bir çerçevede keşfe çıktığı eserinde, son iki yüzyılın yaşam biçimlerini, günlük hayatı algılama ve deneyimleme pratiklerini belirleyen pozitif bilime dair metodolojinin, Kartezyen epistemenin ve bu epistemolojik inşanın dayattığı rasyonel sistematiğin poetik imgelemi anlamak, keşfetmek ve deneyimlemekte yetersiz kaldığı savından hareket etti.
Eserinin giriş bölümünde Bachelard, “Bilim felsefesinin bize kazandırdığı alışkanlıklara sadık bir şekilde, hayalleri her türlü kişisel yorumlama girişiminin dışında tutarak ele almaya çalışmıştık. Bilimsel tedbiri elden bırakmayan bu yöntem, bir hayalgücü metafiziği kurma konusunda bana giderek yetersiz görünmeye başladı. Tek başına, bu ‘sağduyulu’ tavır, dolaysız hayalin dinamiğine boyun eğmeyi reddetmek anlamına gelmiyor muydu? Öte yandan ‘sağduyudan’ yakamızı kurtarmanın ne kadar güç olduğunu da anlamış olduk. Entelektüel alışkanlıklarımızı terk ettiğimizi söylemek kolay da, bakalım yapmak kolay mı?” (9) diye sormaktadır. Düşünür burada kişisel bir imgelemin nasıl olup da “başka yürekleri”, “başka ruhları” etkisi altına alabildiği sorusundan yola çıktığını ifade eder. Ancak en az bunun kadar önemli bir diğer soru da salt bilim ya da salt kültürel inşalar aracılığıyla açıklanamayacak “dünyada- olma deneyiminin” veya “dünyada cisim bulmuş bir varlık olma deneyiminin”, hem edebî eser, hem “yazan- beden” ve bu bedenin mekânsallık ve yazı arasında işlettiği dinamikler, hem de düşsel imgelemin tam da bu belirsiz, pozitif bilimin sunduğu olanaklarla açıklanamayacak alanda belirmesi/ parlaması çerçevesinde yeniden düşünüldüğünde ne anlama geldiği ile ilgilidir. Şunu da eklemekte fayda var; pozitif bilimin sunduğu olanaklar, bu belirlenimin dinamiklerini keşfetme çabasına katkı sağlamak şöyle dursun, daha ziyade bu belirsizliği bir tür aşkınlık metafiziğine gitme endişesine vurgu yaparak neredeyse tümüyle görmezden gelen bir yöntemin sürekli yeniden üretimine destek veren türlü nitelik barındırır. Bir diğer ifadeyle “cisim bulmuş bir bedenin” deneyim alanı, pozitif bilimin sunduğu sistematik algının tanımlarınca kuşatılmış olduğu ölçüde aynı yaşam tekrarlarını sunar ve dayatır. Bu çerçeve dâhilinde bu yazıda meselemiz, kadın yazını bağlamında “parlayan” fenomenelojik keşif ya da iz sürmelerin, yani “yazan- bedenin” mekânsallık ile kurduğu ilişkinin bizim için hangi olanakları barındırdığı üzerine birkaç soru bırakmak olacaktır.
Feminist fenomenoloji hem epistemolojik hem de ontolojik düzlemde soru yöneltir ve yine bu yaklaşıma göre dünya ile kurulan her türlü ilişki canlı bir deneyim katmanında; yani bir deneyim açıklığında gerçekleştiği ölçüde keşfetmeye değerdir. Genel biçimde ifade edecek olursak fenomenoloji sadece gözlemlenenin verili niteliğiyle ilgilenmez. Aynı zamanda gözlemi gerçekleştirenin, yani gözlemcinin dünyada- olma- hâline koşullanmış bir algının taşıyıcısı olduğu ölçüde niyetiyle de ilgilenir. Bir diğer ifadeyle, fenomenoloji dünya ile ilişkilenmenin nesnel ya da öznel bir ilişkilenme olarak ayırt edilemeyeceği düşüncesinden yola çıkar. Dünya orada- bir- yerde varolan bir olgu değil, kendi hareketliliği içindeki cisim- bulmuş- bedenin içinde devindiği, yöneldiği bir yerdir. Aynı biçimde basitçe içsel benliğin projeksiyonlarından meydana gelen bir unsur olarak dünya fikrinin hazır kabulünü de reddeder. Bu bağlamda fenomenolojik yaklaşım dünyayı ve burada olma deneyimini bir açıklık olarak görür. Farklı birçok anlam olasılığının mümkün olduğu bir açıklıktır bu. Dolayısıyla hem deneyimin hem de anlamın bu açıklığı, bilginin de her vakit tamamlanmadan, bitmemiş hâlde kalacağı fikrini beraberinde getirir. Bu çerçevede feminist fenomenoloji de dünyada olma deneyiminin toplumsal ve/ veya biyolojik cinsiyetten bağımsız okunamayacağı savını ortaya atar.
Toplumsal ve biyolojik cinsiyet ile tanımlanmış olmak ne anlama gelir? Ne tür kısıtlamalar ya da açılımlar getirir? Bu tanımlanışın içselleştirilmesi dünyada- cisim-bulmuş- bedenin deneyim açıklığından ne eksiltir? Ötekilik ile tanımlanmanın sonucunda belirecek kaçış alanları mevcut mudur? Bir diğer ifadeyle, “ötekilik”ten hareketle olumlu, yaşamda olma deneyimini kutlayacak bir kaçış hattından söz etmek mümkün müdür? Deneyim alanının toplumsal olarak da desteklenen kuşatılmışlığı ve önceden tanımlanmışlığı bir ötekilik olarak “kadınlık- hâli” için ne ifade eder? Toplumsal ve biyolojik cinsiyet kurmacası, dünyayı deneyim ya da deneyim açıklığı üzerinde nasıl kısıtlayıcı bir role sahiptir? Yazı, yazan- beden için bir deneyim açıklığına işaret edebilir mi?
Açıktır ki Kartezyen zihin ve beden dikotomisine bağlı kalan bir düşünce biçimi, bedeni kültürel, toplumsal, fiziksel ve siyasî söylemler aracılığıyla belirlenen nesne konumunun dışında bir dünyada- oluş dinamiğinin içinde algılamakta, bedene dair başka bir duyumsama ve/ veya ilişkilenme biçiminin varlığını keşfetme çabasına yönelmekte yetersiz kalmaktadır. Aynı biçimde zihin ve beden dikotomisinin bedeni aşağı terim olarak tanımlaması, yani zihne verdiği öncelik, bedenin değerden düşmesine, onun zihin tarafından denetim altında tutulması ve yine zihin tarafından biçimlendirilmesi lazım gelen bir nesne olarak algılanmasıyla sonuçlanmaktadır.
Bugün beden ile kurduğumuz ilişkide onu irade, nefs ve modern epistemenin gerekleri uyarınca rasyonal bir zemine oturtulmuş (yani seküler bir nitelik kazanmış, ancak temelde teolojik bir bağlamda beliren) ahlak kadar, bir arada yaşamanın sözlü ve kimi zaman da yazılı kurallarıyla birlikte düşünüyoruz. Bedenin zihin ve beden dikotomisine bağlı algılanışı ile birlikte zihin tarafından denetim altında tutulan beden düşüncesine deneyim açıklığı ve dünyada- cisim- bulmuş- beden olarak “olma”, “bulunma”dan ne eksilttiği çerçevesinde bakıldığında, söz konusu Kartezyen dikotominin sınırları dışına çıkarak beden deneyimini keşfetmeye çalışmanın insanın dünya şahitliği ve dünyada olma hâline çoğul açıklıklar getirebileceği noktasından hareket ediyoruz. Bu noktada bedenin değerinin düşmesi saptamasından bedenin göz ardı edildiği çıkarımına varmamak gerektiğini ekleyelim. Aksine, beden son iki yüzyıldır belki de hiç olmadığı kadar gözetim altında. Ancak içinde yaşadığımız çağ varoluşumuzu her alanda akılcı ve sistematik bir yapı içine oturtmayı ve bu zeminden hareketle algılamayı örgütleyen bir düşünce biçiminin dinamikleriyle işliyor. Bu nedenle bedeni, zihin ve beden dikotomisi çerçevesinde nesneleştirdiğimiz ölçüde bu dünyada cisim bulmuş olmanın, bedenli bir varlık olmanın ne anlama geldiğini keşfetmemiz, yani dolaysız bir deneyime doğru yönelmemiz zorlaşıyor. Bir diğer ifadeyle, bedenin nesne konumuna yerleşmesi deneyim açıklığının önünü kesiyor. Diğer taraftan, cisim- bulmuş- olma, yani bedenli-varlık- olarak- insan fikrinden yola çıktığımızda bu insanlık hâlini, onu sarmalayan fenomenlerle kurduğu ilişki ve iç içelik bağlamlarında yeniden düşünmeyi ve özellikle de algısal ve kendiliğinden- hareketlilik (motility) düzlemlerinde insan olma deneyimine yeniden bakmayı; dahası bir keşif alanına açılmayı olanaklı kılıyor. Bu bedensel mevcudiyet, yani cisim bulmuş olmanın bu nitelikleri, her ne kadar somut bedensel mevcudiyetin koşullarına bağlı olsa da nesneleştirmenin koşullarından ziyade ilişkisel, yani bağlantısal bir nitelik taşımasıyla söz konusu keşif için değer taşıyor.
Elbette bedeni, cisim- bulmuş- olmanın ne anlama geldiği bağlamında ele almanın feminist kuram açısından kimi tehlikeler barındırdığı aşikâr. Bu yaklaşım bizi yanlış ve özcü bir okuma sonucunda feminist ve/ veya LGBT hareketin çokça yol katederek aşındırdığı biyolojik determinizme gerisingeri fırlatmamalı. Dişil/ eril dikotomisinin de aynı Kartezyen ikili işleyişlerin bir parçası olduğunu göz önünde bulundurarak cisim bulmuş olmayı ve bunun sağlayabileceği deneyim açıklığını söz konusu ikiliklere meydan okumayan bir alan olarak değil; aksine, bedenin bu ikillik dâhilinde nesneleşmekten sıyrıldığı bir alan olarak düşünmek ne tür kazanımların yolunu açabilir?
Ezcümle: Deneyimlenen beden bizler için ne ifade ediyor? Söylemsel alanın dışında kalan, kendine bir kaçış hattı oluşturan bir beden deneyiminden bu ve bu deneyimin yazınsal karşılığından söz edebilir miyiz? Fenomenoloji deneyimlenen beden bağlamında bize hangi olanakları sunabilir? Bedene böyle bir bakış, yani deneyim açıklığına yapılan vurgu, edebiyat ve mekânsallık bağlamında ele alındığında fenomenleri doğrudan deneyimlemeye yönelimin kadın yazınında önemli bir yer tuttuğunu görüyoruz. Önümüzdeki soru şu: Cisimlenmiş, bugün ve burada, dünyada-olma- hâlini deneyimleyen bir beden algısı kadın yazını, yazan- beden ve mekân poetikası bağlamında bize hangi açılımları getirebilir?
Toplumsal ve biyolojik cinsiyet temelinde “kadınlık kiplerinin” dünya deneyimi ve bu deneyimin edebiyatta mekân poetikası ya da mekânsallık ile birlikte vuku buluş biçimleri üzerine düşünürken, her şeyden evvel toplumsal çerçevede kadın bedeninin “korunması lazım gelen bir nesne” olarak kurulmuş olmasının beraberinde getirdiği kısıtlamalar üzerine düşünmek gerekiyor. “Korunması lazım gelen kadın bedeni” meselesini farklı birçok boyutta ele almak, bunun üzerine farklı birçok bakış açısı geliştirmek mümkün elbette; ancak burada bunlardan yalnızca birkaçından kısaca söz edeceğim. Bunlardan birincisi, kadın bedenini belirli bir mübadele değeri üzerinden tanımlayan, bu bedenin bakir doğasına belirli bir değer biçen ve böyle bir değer biçtiği ölçüde de söz konusu bedenin korunması gerekliliğine vurgu yapan eril bakış açısıyla ilgili. Kadın bedenine yüklenen “korunma gereksinimi”, gerek toplumsal ve gündelik yaşam içerisinde kadının ilişkilenme hâllerine getirdiği kısıtlamalarla, gerek bu alanın periferinde yer alan ve dünyaya açılmaya olanak tanıma potansiyeli barındıran diğer fenomenlerle kadınlık kiplerinin ilişkilenmesinin önünü kesen niteliği nedeniyle kadına sadece eril dinamiklerin çerçevesinde ve büyük ölçüde tekrara dayalı bir deneyim alanı sunuyor. Bu yazan- beden olarak kadınlık kiplerine bir deneyim yoksunluğu biçtiği ölçüde önemli bir unsur olarak çıkıyor karşımıza.
Eril algı deneyim yoksunluğunu kadınlık kiplerine baştan biçtiği ölçüde onun yazma deneyimine de ikincil bir önem “bahşediyor.” Bu, beraberinde bir diğer sorunu daha getiriyor. Kadın yazını eril yazma deneyiminin mimetik bir tekrarı olduğu ölçüde değer kazanıyor; bu sınırların dışına taştığı, eril algının deneyim kavramına bakışını aşındırdığı ölçüde de ya sükût suikastine uğruyor ya da içeriği belirsiz taşlamaların nesnesi hâline geliyor. Bir diğer mesele ise aynı eril bakış açısının kadın bedenini korunması lazım gelen bir mülk olarak değerlendirmesinin sonucunda kadınlık kiplerine atfedilen bedenin nesneleştirilmesiyle ilgili. Bu, eril bir bedenin kendi varlığını nesneleştirmediği biçiminde yorumlanmamalı elbette. Eril bedenin nesneleştirilmesi de farklı birçok sorunu beraberinde getiriyor; ancak burada odağımız kadınlık kipleri, toplumsal cinsiyet olarak kadınlığın bedeni ile yaşadığı kopukluk ve bu kopukluğun fenomenlere açıklık bağlamında yazı ve mekân poetikası ile kurduğu ilişkinin hangi olanakların önünü kestiğiyle ilgili.
Kadın bedenine dair eril beden politikalarının “kadınlık klipleri” tarafından içselleştirilmesi, bu deneyim kapalılığına katkıda bulunan önemli unsurlardan biri olarak ortaya çıkıyor. Bu da kaçınılmaz olarak kendi bedenli varlığı ile yabancılaşma sorununu beraberinde getiriyor. Bu yabancılaşma, kendi bedenini estetize etmekten tutun da aynı bedeni cezalandırma, yani öz- yıkıma götürmeye kadar birçok meselenin kadınlık kiplerinin yazı ve yazı- poetik imgelem- düşsel mekân ile kurduğu ilişkiye yansımaları olarak çıkıyor karşımıza. Dahası, kadınlık kiplerinin kendi bedenini bir nesne gibi algılaması buna itiraz etmediği, dolaylı ya da dolaysız bir mücadele alanı kurmadığı anlamına da gelmiyor. Ancak bu itiraz, deneyim kapalılığının getirdiği kısıtlamalar ile birlikte yazınsal üretimde eril zihne ve bu zihnin epistemolojik inşasına iç dökme olarak görünüp, çoğunluk böyle yorumlanıyor. Bu noktada iç dökmenin ne olduğu sorusunu da bir başka kapsamlı yazıda sormak gerektiğini eklemekte fayda görüyorum.
Edebiyatta kadının iç dökmesinden, doğaya dair mekânları kendi deneyim açıklığının bir parçası hâline getirme çabasından nasıl söz etmeli, bu girişimi nasıl yorumlamalıyız? Deneyim açıklığı ve bu açıklığın poetik imgelem ve mekânsallıkta karşılık bulma biçimlerine geri dönecek olursak, dünyada- bedenli bir varlık olma hâli ile bu hâlin dışarıya, yani dünyaya açılımı, bu deneyim açıklığında kendi varlığı ile fenomenler arasında ilişkilenme olasılıklarının üzerinde daha yoğun bir biçimde durmak lazım geliyor. Beden, bedenli yaşayan varlıktan kopuk hâle geldiği ölçüde deneyim de toplumsal olarak önceden tanımlanmış bir ilişkiler dizgesinin dışında bir anlam ifade edemez hâle geliyor. Bu dinamikler yazan- beden olarak kadınlık hâlinin kendi dünyada- olma hâlini, dahası dünyada bedenli bir varlık olma hâlini bir deneyim açıklığı olarak deneyimleyip deneyimleyemeyeceği sorusu üzerinde durmayı da gerekli kılıyor. Yazan- beden olarak kadınlık kipleri dünyada olmakla yazıda yürümek/ duraklamak arasında nasıl bir ilişki kuruyor?
Dünyada- olma- deneyimine açıklık söz konusu olduğunda “kadınlık kiplerinin” sürekli bir mücadelenin içinde olduğunu teslim etmek zorunda olsak da, yazma ediminin belirsiz doğası gereği barındırdığı olanaklar (birdenbire beliren düşsel mekân, imgelemin parlaması ve sönümlenmesi gibi) söylemsel alan ile şimdi- ve- burada-dünyada- olma arasında türlü açıklık barındıran bir salınımı mümkün kılıyor. Biraz da “kadınlık kiplerine” ilham olması dileğiyle bu salınımın olanaklarını Woolf’un Dalgalar’ından birkaç ufak örnekle anımsayarak bu yazıyı sonlandıralım.
Woolf, Dalgalar’da altı çocuğun dünyada olma deneyimini aktardığı ilk sayfalarda bedenin dikotomiler tarafından bütünüyle kuşatılmadığı bir duyumsamanın izini sürer. Çocuk beden, henüz zihin ve beden dikotomisini bütünüyle içselleştirmemiş olduğu ölçüde bedenlenmiş varlığını ilişkilendiği fenomenler ile bir karşıtlık, bir meydan okuma, mücadele etme ve yenme ilişkisi içinde değil, bir tür bir aradalık, doğa ve insan ikiliğinin henüz net sınırlar çizmediği bir bütünleşme, bir sınır boyu olarak deneyimler. Burada kendi cisim bulmuş varlığını fenomenlerle birlikte, onların bir parçası olarak algılayan bir bedenselliktir söz konusu olan.
“Kökler yere iskelet gibi yayılıyor, sararmış yapraklar arasında yığılmış. Susan ıstırabını çıkarıp yaymış” diye yazar Woolf’un anlatıcısı. Ya da “Saçlarım da karmakarışık, çünkü Mrs. Constable bana saçlarımı taramamı söylediğinde bir ağın içine bir sinek takılmıştı, ben de ‘Sineği oradan kurtarayım mı? Yoksa bırakayım da yesinler mi?’ diye sordum. Hep geç kalırım ben. Saçlarım dağınıktır, arasına odun kıymıkları kaçmıştır” der. (12) Bedeni doğanın dışında ya da doğaya rağmen tanımlama gereksinimi yoktur çocuk anlatıcıda. Eserin mekânsal niteliğiyle anlatıcının onu algılayışı bir iç içelik ilişkisine işaret eder. Bu iç içelik, bu duyumsama ve deneyim açıklığı öyle yoğundur ki altı çocuğu bir taraftan doğadan yükselen sesler olarak duyarken, diğer yandan da onların içinde beden buldukları mekânsallıktaki varlıklarını sonuna kadar hissederiz.
Bedenleri betimlemeler yoluyla aktarmaz bize Woolf. Her biri şimdi ve oradadır. Kendi bedenli varlıklarını duyumsama hâlleri öyle bir deneyim açıklığına sahiptir ki varlıklarından bir an bile şüphe duymayız. Ancak diğer taraftan da modern epistemenin özneleri olan biz yetişkin okurlar için bu düşsel mekânsallık, bu sersemletici imgeler bütünü bir anımsamayı içerir. Zor bir anımsamadır bu. Bir yandan geçmişe, yani kendi çocukluğumuza dönüktür, diğer yandan da aslında dünyanın böyle dolaysız bir deneyimin alanı oluşununun, bedenli varlığın aslında her vakit şimdi ve burada olduğunun belli belirsiz bilgisidir. Doğa ile iç içeliğimizde kendi dolaysızlığımızı anımsama gereksinimi duyarız. Sahi, o uzak geçmişte kalmış çocuklukta ben ne yapıyordum? Saçıma otlar takılmış mıydı? Yaprakları yemek bilip ağzıma atmış mıydım? Toprakla oynamış, bir solucanı parmaklarım arasında tutup sonra bırakmış mıydım? Woolf’un yarattığı düşsel mekânın alanına çekiliriz.
Benzer biçimde Woolf, çocukluk hâlinin belirli bir düzen ve sistem ile ilişkilenirken, yani modern epistemenin kendisine sunduğu toplumsal yaşamın kurallarına uygun bir özne hâline gelir, yavaş yavaş yetişkin kimlik ona dayatılırken direndiği, kendiliğindenlikte kalmak istediği anların deneyimini de aktarır okura. “Kayın ormanına tek başıma gideceğim, dersten önce. Masaya oturup toplama yapmayacağım. Jinny’nin yanına da Louis’in yanına da oturmayacağım. Istırabımı alıp kayın ağaçlarının dibindeki köklerin üzerine sereceğim. Istırabımı inceleyeceğim ve parmaklarımın arasına alacağım. Beni bulamayacaklar. Ceviz yiyeceğim ve böğürtlen çalılarının arasında yumurta arayacağım ve saçlarım donuklaşacak ve çitlerin altında uyuyacağım ve hendeklerden su içip oracıkta öleceğim.” (12)
Woolf aynı zamanda Rhoda aracılığıyla bir mikro kozmos da sunar bize. Bu mikro kozmosta bir çocuk oyunu ile karşılaşırız. Burada nesnelerin oyun esnasındaki dönüşümüne, bir algı açıklığına şahitlik ederiz. Woolf tuhaf bir oyun oynar okura. Doğanın içinde öylece oyuna dalan Rhoda tam da kendiliğinden bir deneyim alanından medeniyete geçişi temsil eden bir oyun oynamaktadır çünkü. Elindeki yapraklar, dallar ile bir taraftan oldukları şeyler olarak ilişki kurarken, diğer yandan da oyunun kendisi yetişkinler dünyasına ait bir ânın temsilidir. En basit anlamında bir sancının temsilidir bu. Büyüme sancısı, epistemeyi içselleştirmenin sancısı. “Bütün gemilerim beyaz” dedi Rhoda. “Gülhatmilerin ya da sardunyaların kırmızı taç yapraklarını istemiyorum. Çanağı yana eğdiğim zaman suyun üstünde yüzen beyaz taçyaprakları istiyorum. Kıyıdan kıyıya yüzen bir donanmam var şimdi. Boğulan bir denizciye sal olsun diye bir dal atacağım şimdi suya. Bir taş atacağım ve denizin dibinden yükselen kabarcığı göreceğim.” (15)
Mekân poetikası üzerine düşünürken bedenli varlığın dünya üzerindeki deneyimi, bu deneyimin bir açıklığa mı yoksa baskın epistemenin dayattığı deneyim tekrarlarına mı işaret ettiği üzerine sorulması gereken daha birçok soru mevcut. Yazan- beden ile yaşayan/ duyumsayan beden arasındaki ilişki farklı birçok düzlemde bir hareketliliğe sahip. Bu hareketlilikler eserde kurulan mekân poetikası üzerinde önemli bir rol oynuyor. Düşsel imgelemi ve mekânsallığı kurarken yaşam ve söyleme dair tekrarların alanında mı kalıyoruz, yoksa hâlihazırda varoluşu baskılayan epistemeye meydan okuyacak hamleler mi yapıyoruz? Elbette bu kısa yazıda amacım konuya bir açıklık getirmek değil. Edebiyatta mekân ve mekânsallığa fenomenoloji bağlamında soru bırakmanın ve poetik imgelemi deneyim açıklığı bağlamında ele almanın edebî üretimde sınıraşımlarını mümkün kılan olanakları üzerine daha fazla yazılıp düşünülmesini mümkün kılacağını umuyorum.