“Dijital dünya öyle hassas dengeler üzerinde duruyor ki, onu yok etmek parmağımızın ucunda. Öte yandan sadece hafızamız, fotoğraflarımız değil, şu anda benliğimiz bile dijital dünyada kuruluyor.”
10 Aralık 2020 13:35
Yazar Defne Suman Yağmur’dan Sonra isimli kitabı, İlk Salgın’ın ardından İç Savaş’la üçe bölünen Eskiülke’nin bir parçası Vatan’ın distopik evreninde geçiyor. Bu arada Öteülke ve Ortaülke’de Lider’in savaşı tüm hızıyla devam ediyor. Romanın anlatıcısı Kaya, Ada’daki Barınak adı verilen yetimhanede yetişen bir genç. Kaya bu evreni bize Üçüncü Salgın döneminde, her şeyden izole bir köyde yazmaya başlıyor. Kitapta her ne kadar bir başka dünyayı okuduğumuzu hissetsek de, salgın, deprem, aşı, doğa olayları, hatta son dönemdeki dijitalleşmenin geldiği boyut bile bize bugünü hatırlatıyor. Defne Suman’ın Yağmur’dan Sonra isimli bu kitabı pandemi öncesi yazması da hayli ilginç. Suman bu öngörüsünü “Öykünün günümüzden yola çıkan bir sosyolojik mühendislik projesi olduğunu sonra, ilk taslağı yazıp bitirdiğimde anladım” diyerek anlatıyor.
Size bu kitapla ilgili en çok söylenen, distopya kavramının öne çıktığıdır herhalde. Kitapta geçen salgınlar içinde bulunduğumuz pandemi sürecini hatırlatıyor. Ancak bildiğim kadarıyla bu kitabı siz yazarken COVID henüz yoktu. Bu öngörüye nasıl sahip oldunuz? Sizi böylesi bir kitap yazmaya iten neydi?
Gelecek zamanda hikâye edilen eserlerde insanlığı kitlesel olarak etkileyecek bir salgının sözü sıklıkla geçer. Ben de tesadüfe bakınız ki, Yağmur’dan Sonra’yı yazmaya başladığım sıralarda arka arkaya Camus’nun Veba’sını, Saramago’nun Körlük’ünü ve Atwood’un Antilop ve Flurya’sını okumuştum. Onların etkisiyle olacak, salgınsız bir gelecek hayal edemedim. Bir kitaba başlarken sislerin ardından bir hikâye beni dürtüyor. Bu sefer de öyle oldu. Büyükada’daki eski Rum Yetimhanesi içimi tırmalayan bir yerdir. Adada büyümüş bir çocuk olarak, tepede tek başına duran, yürüyüş sırasında birden karşınıza çıkıveren o devasa ahşap binadan etkilenmemiş olmam imkânsızdı. Nitekim geçen sonbaharda oradan geçerken, “artık burada geçen bir öykü yazmalıyım” diye düşündüm. Hemen ardından da zihnimde ilkokul üçüncü sınıf anılarımdan biri çaktı. ‘İlçemizi Tanıyalım’ gezisi kapsamında bizi Darülaceze’ye götürmüşlerdi. Kapısında burnu kanayan, sarışın bir kız çocuğu görmüştüm. Yanında bir polis memuruyla tek başına duruyordu. Çoktan unuttum sandığım bu imge ile eski Rum Yetimhanesi’nin ürkütücü binası birleşince Yağmur’dan Sonra’nın ilk izleri ortaya çıktı. Her kitapta olduğu gibi, ilk başta beni yazmaya iten şey silik sahneler, hafızanın kilerinde unutulduğu sanılan anılar oldu. Öykünün günümüzden yola çıkan bir sosyolojik mühendislik projesi olduğunu sonra, ilk taslağı yazıp bitirdiğimde anladım.
Ailesinin kim olduğunu ve hatta geçek ismini bile bilmeden Lider’in Ülkesi’nde, Barınak’ta yaşayan Kaya’nın en büyük isteği cepheye gidip ülkesini savunmak… Ancak daha sonra belli belirsiz Lider’i de, katılmak istediği Savaş’ı da, içinde bulunduğu her şeyi de sorguluyor hissine kapıldım. Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda?
Kaya içine doğduğu sistemi, muktedirin dayattığı söylemi sorgulamadan kabullenmiş bir çocuk. Arkadaşı Bulut ve daha sonra da âşık olacağı Yağmur, Barınak’a getirilene kadar geçmişin ve şimdinin inandığından başka bir gerçekliği olabileceğini aklına getirmiyor. Bulut ve özellikle Yağmur, Kaya’nın sınırlı dünya görüşünden sıyrılması, inandığı doğruları ters yüz etmesi için uğraşıyorlar ama kitabın sonunda bile Kaya kendi zihninin kurduğu evrenin dışında bir evrenin varlığına inanma cesaretini gösteremiyor. Sonuna kadar Lider’i ve onun ülkesini savunan bir tarafı var. Vatan hakkında duyduğu olumsuz olayların bir düşman uydurması, propaganda olduğunu düşünmeye devam ediyor. O yüzden de evet, sorguluyor belki ama dönüşmüyor. Hakikate gözü açılmıyor. Yanılsamadan özgürleşemiyor. Dar dünyası içinde yalnız kalıyor.
“Üçüncü Salgın virüsü sinir sistemini iptal ediyor. Elden ayaktan kesen, sebebi son yıllara kadar anlaşılamayan bir hastalık. Virüsün yapay tavuk ve dana üreten bir genetik laboratuvarından çıktığı söyleniyordu. Hızıyla baş edilecek bir ilaç bulunamıyordu. Tohumlar tek bir şirket tarafından üretilip dünyaya dağıtıldığına göre, insanın sonunu getirecek olan virüsün tohumdan yetişmesi de hepimizi alt eden bu son salgını açıklayabilir” diyorsunuz. Hayvancılığın ve tarımla uğraşanların azaldığı bu dönemde ister istemez bu durumun korkunç gerçekçiliğini düşündüm. Bu satırları yazarken nasıl bir araştırmanın içine girdiniz? Kitabı okuyanlardan nasıl yorumlar geliyor?
Doğrusu etraflıca bir araştırma yapmama gerek kalmadı. Herkes gibi ben de besinlerimizin çok sorunlu kaynağından haberdarım. Genetiğiyle oynanmamış sebze, meyve, antibiyotiğe boğulmamış et, hormonla büyütülmemiş tavuk, ağır metal barındırmayan balık, suni şekerle beslenen arıdan üretilmemiş bal bulmak imkânsıza yakın bir şey. Temiz, organik tarımla, hayvancılıkla uğraşmak isteyenlerin karşısına büyük şirketler dikiliyor. Toprağın bereketini, bitkinin doğurganlığını çalan tohumları üreten bir firma bugün dünyayı ele geçirmiş durumda zaten. Ona karşı çıkan çiftçiler karşılarında polisi buluyorlar. Bunların hepsini ben de biliyorum. Bildiğim halde her zaman önemsiyor muyum? Hayır. Çoğu zaman bile bile kendimi zehirliyorum. Okur hikâyeyle kendi hayatı arasındaki bu paralelliği kuruyor mu? Umarım kuruyordur. Umarım gelecekte geçen bir hikâyenin aynasında bugünü görüyor ve Kaya gibi bildiği tek dünyanın kutusuna hapsolup kalmıyordur.
Savaşın, salgınların ve tüm kötülüklerin kaynağı Yolaçık Örgütü olarak görülüyor. Yolaçık Örgütü’nün zengin ailelerin çocuklarını özgürlük ve seyahat vaatleriyle kandırıp kendi bünyelerine kattıkları söyleniyor. Kibel Ana da bu örgütle bağlantılı ki, Lider’e yakın, Barınak’ın da kurucusu. Örgüte üye olmasının nedeni, kendi de yansa artık sistemin kötülüklerini görüp ona hizmet etmemek, içten içe yok etmek mi?
Hemingway yazarlara bir öğüt verir: “Hikâyenizi bir buzdağı gibi yazın ama okura sadece suyun üzerindeki kısmını gösterin.” Kibel Ana’nın öyküsünü ben ayrıca yazdım. Çocukluğunu, annesini, babasını. Hangi okullarda okuduğunu, Lider ile tanışmalarını. Şangay’daki öğrencilik günlerini ve Lider ile kurdukları yeni ülke hayallerini, hepsini yazdım. Ama sonra kullanmadım çünkü Yağmur’dan Sonra Kibel Ana’nın değil, Kaya’nın hikâyesidir. Buzdağının suyun üzerinde kalan kısmından bize görünen: Evet, Vatan da iyi emellerle, insanlığı iyiye, özüne ve doğaya yaklaştıracağı ümidiyle kurulmuş bir ülkedir. Kuruluşunun üzerinden çeyrek yüzyıl bile geçmeden okuma yazmanın artık öğretilmediği, internetin yasaklandığı, çocuklara savaşmaktan ve savaşın komutanlarına karılık etmekten başka hayal bırakmayan bir ülkeye dönüşeceği hesap edilmemiştir. Kibel Ana ülkenin kuruluşunda Lider’in sağ kolu iken, aradan geçen yıllarda geri plana çekilir. Yolaçık, milli güvenlik adına insanların elinden alınan özgürlükleri onlara geri vermeyi amaçlayan bir yeraltı örgütüdür. Kuruluşunda aktif rol aldığı Vatan’ın o eski, o bildik ataerkil, milliyetçi, tek söylemli sofu bir ülkeye dönüşmesi Kibel Ana gibi bir kadını hayal kırıklığına uğratmış olmalı. Yalanın ötesine geçmenin tek yolu aslında Yolaçık. Örgüt, yol açık, sen yeter ki yola çık, diyor.
Dünyanın insan nüfusundan arınıp sadece bitki ve hayvanlara kalacağına inanıyor musunuz?
Güzel bir hayal değil mi ama? John Lennon’ın ağzından söyleyecek olursan ‘Imagine all the People’. Biz gitmişiz ve dünya dönmeye devam etmiş. Neden olmasın? Çok güçlü bir tür olmadığımız ortada. Beş duyu organımız keskin değil. Hızlı koşamayız. Yükseğe sıçrayamayız. Tabiattaki birçok hayvana göre dezavantajlı durumdayız. Tek avantajımız aklımız, onu da dünya dışından gelen güçlerden mi aldık nedir diye arada sırada düşünüyorum. Doğanın, hayvanatın, bitkinin, toprağın, denizlerin, yaşamın ayarını böylesine bozabilen bir düzenek bu gezegenin dışından gelmiş olsa gerek, diye düşünmeden edemiyorum bazen. Ama zayıf bir türüz ve bence soyumuz birçok canlıdan önce tükenecek. Gezegen de bir rahat nefes alır ondan sonra. “Oh, gittiler neyse” der!
Kitapta Muhtar, Kaya’ya “Herkes buraya, başladığı yere döner sonunda. Madem buraya geri dönecektin, neden başını onca belaya soktun, değil mi?” diyor. Başladığımız yere geri döndüğümüz bir hayatta bu kadar hırsın boşa mı olduğunu düşünüyorsunuz; ya da şöyle sorayım, Defne Suman için faydalı bir hayatın özeti nedir?
Ölümlü olduğumuzu her daim aklımızda tutmamız hayatın kıymetini anlamamızı sağlıyor. Hemen şimdi, beş dakika sonra ölme ihtimalimiz yüzde kaç? Yüzde 50. Beş dakika sonra ya yaşayacağız ya da öleceğiz. Bu ihtimali hatırımızda tutarsak, neyin mühim olduğu, neyin güç ve zaman harcamaya değmeyeceği netleşiyor. Faydalı demeyelim ama tatminkâr bir hayat, Adorno’nun terimleriyle konuşacak olursak “doğru bir hayat” benim için yazdığım ve sadece yazarken ulaşabildiğim o derinliğe kısacık da olsa her gün bir dalıp çıkabildiğim bir hayat. Oraya inebildiğim günler ben daha ‘iyi’ bir insanım. Daha yardımsever, daha neşeli, etrafına ümit aşılayan biriyim. O anlamlı derinliğe temas edemediğim günlerdeyse tahammülsüz, kaygılı, tanınma isteğinin esiri, sosyal medyada kalp sayan biriyim. Hırs ve ego boşuna mıdır diye sormuşsunuz ya, hırs beni o derine taşıyacak fitili ateşliyorsa, ‘doğru’ bir hırstır. Aynı şekilde daha iyi bir versiyonunu bulmak üzere düşünüyor, alıştırmalar yapıyorsa, ego (zaten Yunancada ben anlamına gelir) da fena bir kimse sayılmaz.
Kitapta Dijital Kara Delik Olayı’ndan bahsediyorsunuz ki, aklımıza hemen sanal âlemde fotoğraflarımızı yedeklediğimiz malum yer geliyor. Her şeyin silinmesi aslında bizlerin de yok sayılmamız, bir anlamda kendimizi ve anılarımızı kanıtlayamamamız, dijital dünyanın insanın sonunu getirmesi mi?
Hayatının ilk yarısını internetsiz geçirmiş bir nesle mensup olduğum için midir nedir, ben dijital alanlara hiç güvenemiyorum. Dijital Kara Delik fikrini Margaret Atwood’un Booker ödüllü Ahitler kitabından ödünç aldım. O da Yağmur’dan Sonra gibi yakın gelecekte geçen bir öykü. Son derece mantıklı geldi. Dijital dünya öyle hassas dengeler üzerinde duruyor ki, onu yok etmek parmağımızın ucunda. Öte yandan sadece hafızamız, fotoğraflarımız değil, şu anda benliğimiz bile dijital dünyada kuruluyor. Evlere kapandığımız şu aylarda beni yeni tanıyan tüm okurlar dijital varlığımla tanıyorlar. İmza günü, okur söyleşileri düzenleyemiyoruz. Dijital Kara Delik dosyalarımızı yüklediğimiz o güvenilmez bulutu ve yanı sıra sosyal medyayı da yutarsa, evet, kim olduğumuzu şaşırabiliriz! En azından bir süreliğine… Sonra toparlarız ama. Çünkü böyledir insan. Adapte olur. Yaşam güçlüdür. Akacak yolunu mutlaka bulur.
Bundan sonra biçem olarak bu tarzı mı tercih edeceksiniz? Yeni kitap çalışmalarınız başladı mı?
Evet, Yağmur’dan Sonra hem eski romanlarıma göre daha kısa hem de eski romanlarımda işlediğim azınlıklar, resmî tarihle hesaplaşma gibi temaların biraz dışında. Gerçi dikkatli okur bu temaların Yağmur’dan Sonra’da da sürdüğünü fark edecektir. Yeni kitaba gelince… Hazır bile! Bir öykü kitabı çıkaracağım 2021 içinde. Öykü benim tedirginlikte adım attığım, yeni bir alan. Öykü şiirle roman arasında bir yerde duruyor; romana kıyasla daha yüksek edebi bir sanat kanımca. Kendimi geliştirmek, edebiyatımı tekrardan kurtarmak için öykü denedim. Yeni romanın hayaleti de içimde bir yerlerde gezinmeye başladı. Avrupa Birliği sınırlarını dışarıya kapattığı için ben Mart ayından beri Atina’dayım. İstanbul’u çok özledim. Bir İstanbul romanı olacak. Orası kesin…
•