Gerçeklik ve edebiyat kesişir mi?

"Shields anlatmak, sorunsallaştırmak istediği meseleler için çok değişik yerlerden çıkar yola: magazin, spor haberleri, film eleştirisi, kitap kritiği, gündelik hayat, karısıyla olan duygusal ve düşünsel ilişkisi, üniversite yılları, anne-babasının mesleklerinin kendi üzerindeki etkisi, çocukluk anıları ve cinsellik deneyimleri..."

10 Aralık 2020 14:29

Aristo’nun mimesis kavramı sanatın hayatı taklit etmesi üzerine kurulurken, daha sonraki yüzyıllarda sanat ile hayat ilişkisi hayatın sanatı taklit ettiği, edebildiği ya da etmesi gerektiği gibi savların gezindiği geniş bir alana kaydı. Ancak kulağa imkânsız gibi gelse de, gündelik yaşamımızda kiminin ufak anlarına, kiminin de yaşamının önemli bir kesitine sığınmış böylesi metne/kurguya kapılma, Bovarizm halleri mevcuttur. Bunu anlamak için sadece dikkatli bir bakış yeterlidir. Buna basit bir şekilde “yalan söylemek”, “kendi yalanına inanmak” demeyiz. Aksine, kulağa daha çetrefilli gelse de, okunan bir metne / duyulan bir hikâyeye ya da kişinin çevresindeki diğer insanların kişinin kişisel hikâyesinden, davranışlarından yola çıkarak kişiye dair biçtiği olası hikâyelere bu sefer de kişinin kendini kaptırıp yaşamının sanatı taklit etmesi diyebiliriz. “Öteki” tarafından asla tam anlamıyla, hakkıyla bilinmeyecek bir yaşamın Deleuze’yen bir mantıkla “kaçış çizgileri” yaratarak kurguya dönüşmesi. Zihnin bulanması. Bulandırılması. Bu durumda gerçeklik ilkesi, gerçeklik denen mefhum oldukça karmaşıklaşır, anlaması zor, hatta ikna edilmesi zor bir duruma evrilir. Kendi çocukluğuma kaydığımda, gerçekliğin boşluğa baktığını ilk defa ortaokul yıllarında fark etmiştim. Yurttaki arkadaşım Habib’in yalan söylediğini ve her yalanını başka bir yalanla gerçek kılıp sonra yeniden yalanladığını keşfettiğimde, bu halin ardından bende hem hayal kırıklığı hem de bir tür özgürlük duygusu oluşmuştu. Bir tür kurgu oluşturup her kurguda onca samimiyeti, sözleri, zamana ve uzama yayılan tutarlılığı ve kendini buna kaptırmasıyla ikna ediciydi. Tıpkı kapılarını açmadan önce okurdan beklediği inanma duygusunu askıya asmasını isteyen bir roman gibi beni ve diğer insanları o şekilde dünyasına dahil ederdi. Ben de kısmen onun etkisiyle, kısmen de kurguya olan büyük tutkumla okumayı söker sökmez kendimi kaptırdığım kurgu âleminin yaşamımın bir dönemini taklit etmesine izin verdim. Böylesi bir durumun en büyük getirisi sanatın, burada özel olarak kastedilen edebiyatın bir tür sığınak ya da kaçış alanı değil, aslında kişinin kendisine giden yolu açan bir tür buldozer olmasıdır.  Haliyle böylesi bir hareket alanı, hafıza denen şeyin zaman içinde gerçek ve kurgunun harmanlandığı bir yüke dönüşmesiyle beraber, gerçekliğin dönüşümünü sağladığı gibi, insan ilişkilerini de kuracak belli başlı dünyalara açılmam gibi yaratıcı imkânlar ve durumlar yarattı. Tüm bunları uzun zamandır düşünmüyordum. Toksik ilişkileri pozitif vakalara dönüştürmek için tasarladığım kurguların ilaç gibi şifa dolu olmaları on yıla yayılan bir süreçte bir lütuf gibi belirdi hayatımda – meselenin edebiyat âleminde sürekli gündeme gelmesi de beni ayrıca haklı çıkardı. Dolayısıyla daha önce Türkçeye de çevrilen Gerçeklik Açlığı kitabıyla ciddi bir okur kitlesi edinen David Shields’ın ikinci kitabının başlığındaki Edebiyat Hayatımı Nasıl Kurtardı’da bir “kaçış”tan ziyade bir “kurtuluş” imgesi olduğunu rahatlıkla görebiliriz okumaya geçtiğimizde. Elbette Shields bunu net bir şekilde söylemez, ancak türleri birbirine harmanlayıp oluşturduğu bu zihinsel salatada satır aralarına yapılan dikkatli bir yolculuk böylesi bir hakikati okurun dünyasına rahatlıkla açacaktır. Hem okur olarak hem de eleştirmen olarak kendimi kaptırdığım bu kitapla ilgili bir yazı tasarlarken, aslında bireysel ile akademik ve eleştirel düşüncenin iç içe geçmesini savunmayı anımsatırcasına, ben de bu yazıyla David Shields’ın gölgesinin beni takip ettiğini, edebi bir kritik yazarken hatırat dilinden de eleştirinin farklı yönlerinden de beslenebilmenin bir artı değer olduğunu hissettim.

Tematik parçalanmanın getirdiği bütünlük

“Her eleştiri bir tür otobiyografidir”[1] diyerek başladığı bu eleştiri-deneme kitabında bu sözleriyle tasarladığı içeriğe dair aslında en genel resmi verir Shields. “İtirazım Kendime”, “Aşk Uzun, Derinlemesine Bir Tetkiktir”, “İnsan Denen Hayvan Neden Bu kadar Bedbaht?”, “Bu Topraklarda Vaktimiz Dar”, “Yara ve Yay”, “Bütün Büyük Kitaplar Yazarın Dişlerinin Dökülmesiyle Son Bulur”, “Sanat ve Yaşam”, “Edebiyat Hayatımı Nasıl Kurtardı” gibi genel bölümlere ayrılan kitabın başlıklarına baktığımızda bile meselenin sadece edebiyatın neyi nasıl anlattığını değil –diğer sanat dallarıyla hemhal bir ilişki içerisinde olsun veya olmasın–edebiyatın  bir yaşam olarak nasıl ortaya çıktığını, varoluşsal tıkanmaları, sancıları ve olasılıkları da bir edebi denemenin sınırlarını aşacak şekilde ele aldığını anlarız. Bu da esasında parçalı, birçok türün iç içe geçtiği bir metni kopuk, dağılmış, paramparça edecekken, aksine ortaya elimizden bırakmamızın çok zor olduğu, “tematik” olarak bütünlüklü, sarsıcı ve oldukça “insani” bir kitap çıkartıyor.

Shields anlatmak, sorunsallaştırmak istediği meseleler için magazin, spor haberleri, film eleştirisi, kitap kritiği, gündelik hayat, karısıyla olan duygusal ve düşünsel ilişkisi, üniversite yılları, anne-babasının mesleklerinin kendi üzerindeki etkisi, çocukluk anıları ve kendi cinsellik deneyimlerinden yola çıkarken, bu eserde başka bir deyişle filmlerden kitaplara, kurgudan hayata, hayattan kurguya dek uzanan birçok tema üzerinden kurulu ilişkiler uzanır önümüzde. Kitaptaki tematik ve türsel geçiş büyük bir ustalıkla ve nerdeyse “hiç hissettirilmeden” gerçekleşir. Bu pürüzsüz geçişkenliği sağlayan en önemli unsur yazarın dili kullanma biçimi, dile yüklediği anlam ve artılarıyla, eksileriyle dilin dünyamızdaki konumunu kabul edişidir. Sadece edebiyat deneyimi içerisinde değil, yaşamın kendi içerisinde de edindiği rolüyle:

“dil bizi her zaman yüzüstü bırakır, daima bizi yenilgiye uğratır, uçsuz bucaksız biçimde… Ama ben hâlâ burada kurumuş yapıştırıcıyla boşluklara kâğıt doldurmaya çalışıyorum.” (s. 89)

Dilin yetersiz olması yazarın başarmaya çalıştığı şey olan türler ötesi metin arayışında da tek bir türün yetersiz olduğu duygusunu uyandırır. Anı, edebi eleştiri, magazin haberi, sinema kritiği gibi farklı türlerle oluşturulan metinde hayata dair düşünceler dürüstlük, varoluş, çoklukla ölüm ve yaşlılık gibi temalar üzerinden kendini gösterir. Bu kolaj metinde sadece yazarın düşüncelerinin değil, bazen art arda Nabokov, Schopenhauer, E. M. Cioran gibi bir yığın yazar ve düşünürden alıntıların sıralandığı bölümlerde anılarının da devreye girdiğini görürüz. Elbette bu düşünsel salata ve kaos hali parçalı bir yapıya işaret etse de, Shields romancının malzemesi ve pozisyonu ve amaçladığı şey üzerine de fikirlerini ifade ederken şöyle eklemede bulunur:

“Kısmen doğru kabul edilebilecek bir iddiaya göre çoğu romancının eninde sonunda anlatacak tek bir öyküsü vardır ve her kitapta tek bir temel anlatıyı durmadan evirip çevirir”. (s. 106)

Dolayısıyla aslında birçok tema ve tür içerisinde anlatılan tek şey vardır: biyografi ve kurgu veya kurgu ya da biyografi. Yahut her ikisi de; mademki ikisi de aynı şey…

“Edebiyat Hayatımı Nasıl Kurtardı” alt başlığında hayal gücünün yetersiz olduğu durumlarda, gerçeklik ile kurgu arasındaki salınımı düşündürtecek bir şekilde bir kurguyu oluştururken neden zorlandığı kısmında şunları yazar Shields:

“Virginia Woolf’un 1991 sonbaharında yüzlerce kez okuduğum metninde dediği gibi: ‘Bir kitabın (bir yazar için) sınavı, gayet doğal bir biçimde ne istiyorsam söyleyebileceğim bir alan yaratıp yaratmadığıdır. Eğer bu alan varsa, kitap yaşıyor demektir. Kitap söylemek istediğim hiçbir şeyi ezmemiş, onları araya sızdırmama izin vermiş, hiçbir şekilde sıkıştırıp değiştirmemiştir.’ Roman benim için ezici bir değişiklikten ibaretti. Denize açmayı beceremediğim gemiyi salmama yardımcı olsun diye, çaresiz bir halde eski bir öğrencime yazdığı bazı kesitleri kullanmamda sakınca olup olmayacağını sormayı aklımdan geçirdim. Tam da artık hiçbir şey yazamayacağımı düşünürken Natalie doğdu ve maddi dünya aniden acımasız bir gerçekliğe büründü. Konudan ayrılarak yazdığım metinlerin kitabın kendisi olduğunu yeni kavrıyordum. Asıl konudan uzak gibi görünen her şey birbiriyle bağlantılıydı. Karşımda duran her şey kitabın ta kendisiydi. Dünyada olup biten her şeydir.” (s. 112)

Kurgunun kitap sayfaları arasında aranmasının getirdiği illüzyon bu şekilde açığa vurulur, “edebiyat hayatımı nasıl kurtardı” sorusuna verdiği hızlı “nasıl kurtaramadı” retorik soru/cevabında olduğu gibi, kulağa çok totolojik gibi gelse de, “edebiyatın hayattan nasıl kurtarılması gerektiği sorusunu sorabiliriz”e geçebilmemiz gerektiğini düşünüyorum.

Tür bozma, tür yaratma

Yazarın hikâyesi ve kitabın oluşum süreci ile ilgili kısma geldiğimizde, yazar kırklarının başlarında kurmaca yazmayı ve okumayı nerdeyse bıraktığını söyler. Melez ve türler ötesi bir metin yaratmaya nasıl kaydığını anlattığı kısımda Joyce’un “Ölüler” öyküsünün analizi üzerinden kurgu yazmanın yetersizliği ve belki de daha doğru bir ifadeyle “anlamsızlığı” ile yüzleştiği bir dönemde özdüşünümsel belgesel izleyip, antropolojik biyografi okuyup, stand-up gösterisi dinleyip performans sanat eseri izlemiş. Tüm bunlar yazarı gerçekten de heyecanlandıran temas biçimleri olmuş.

“Derste över gibi göründüğüm kitaplar ile ders dışında okumaktan hoşlandığım kitaplar arasında derin bir uçurum vardı.”

Yazarda bir tür sahtekârlık duygusu uyandıran bu kopuş hali üniversitede verdiği dersle belirginleşir:

“Deneme ve belgesel filmlerde özdüşünümsel davranışlar üzerine bir lisansüstü dersi hazırladım. Dersin okumaları kurgu-dışı yazılar, edebi eserlerden kesitler ve lirik denemeler üzerine yüzlerce beyandan oluşan kallavi bir mavi desteden oluşuyordu. O deste benim cankurtaran salımdı. Yazmaya çalıştığım şeyi öğretiyordu bana. […] [Gerçeklik Açlığı kitabını kastederek] Roman değildi. Anı değildi. Başka bir şeydi. Tüm büyük edebiyat eserlerinin ya mevcut bir edebi türü yıktığı ya da yeni bir tür icat ettiği fikrini savundum. Eğer ciddi kitaplar yazmak istiyorsanız, biçim bozmaya hazır olmanız gerekir.” (s. 114)

Bu şekilde Edebiyat Hayatımı Nasıl Kurtardı ve diğer Shields kitaplarının gerisinde yatan zihnî oluş sürecine gidiyoruz. Nasıl ki bir yaşam kendi içerisinde tek bir gerçekliğe, türe sığmayacak denli kompleks ise, “Tür İdeolojisi” adlı çalışmasında Derrida’nın da vurguladığı gibi, tür kelimesi devreye girdiğinde aynı zamanda sınırlar çizilir.[2] Dolayısıyla Aristovari bir bakışla mimetik edebiyatın da hayat gibi tek bir tür içerisine hapsedilmesi, buna çabalanması hem edebiyatın hem de hayatın kendisine haksızlık gibi olur. Demem o ki tersten bakınca hayatın kendini taklit edeceği şeyin ona benzediği bir varoluşta, okuyan ile okunan, yaşanan ile yaşayan arasındaki sınır da kalkmış olacaktır. Bu da ikisini tek bir varoluş çizgisinde bir araya getirecektir. Shields’ın sözleriyle söylersem:

“’Sanat’ ve ‘yaşam’ arasındaki sınırı kaldırdığınız zaman, elinizdeki liste sanatsal olarak yeniden ifade edilmiş dünyanın ta kendisi oluyor.” (s. 154)

Shields türsel, biçimsel arayışında kendisi için kırılma ânını şöyle anlatır:

“Başkalarının sözcüklerini kendine mal edip birbiriyle karıştırmanın savımı son derece güçlendirdiğinin farkına vardım. Mevcut türler arasında yepyeni bir konuma yerleşen bir eseri savunurken, okurun yarattığım harmanda birinci tekil şahsın belirsizliğini deneyimlemesini, kimin konuştuğunu pek anlamamasını istedim. Ben mi konuşuyordum, yoksa Sonny Rollins mi, Emerson mı, Nietzsche mi, David Sale mi konuşuyordu? Ya da daha ilginci, hiçbirimiz konuşmuyor ya da hepimiz aynı anda mı konuşuyorduk?” (s. 115)

Oluşturduğu bu kolajın yarattığı gerçeklik yanılsaması, başka seslerin “ben”in sesine dahil olması ya da “ben”in sesinin başka seslerle kaybolması durumu en iyi açıklayan örnektir. Yazar meseleyi daha da açıklığa kavuşturmak adına şunları ekler:

“Kitabımı –yani yazmış olmayı umduğum kitabı– okuyanların çoğu en iyi bilinen alıntıların yalnızca birkaçını fark etmiş, nereye ait olduğunu çok bilmeseler de paragrafların pek çoğunun alıntılardan oluştuğunu tahmin etmiş ve kitaptaki birinci tekil şahsı aynı anda altında tek bir sesi (‘kendi sesim’) ve pek çok başka sesi barındıran bir şemsiye benlik olarak düşünmüştür. Kitaptaki her sözcüğün alıntı olması ve dolayısıyla yazara ‘özgü’ olmaması ihtimali doğmuş olabilir. Kitabın bu versiyonunun savunduğu tek şey ‘gerçekliği’ çift tırnak içine almaktır. Gerçeklik dolambaçsız ya da kolay erişilebilir değil, kaygandır, ele avuca gelmez. Tıpkı eser sahipliği gibi bilgi de müphemdir. Doğru ise bilinmez ya da en azından görelidir. (Bu paragrafın tamamını Jonathan Raban’ın bana yolladığı e-postadan aşırdım).” (s. 115-116)

Shields gerçekliği bu denli oyun ve bu denli “gerçekdışı” olarak kurgulaması, hem metnin içinde hem de kendi bireysel dünyasını metin içinde sunması ve bunu sunma biçimiyle, okuduğumuz, duyduğumuz veya hayal ettiğimiz, “ettirildiğimiz” her şeyin bir tür Lacancı manada asla değil, kavranması mümkün olmayan, en azından beklenilen olmayan bir “gerçek” olduğunu vurgular.

Bu spekülatif bakış açısından ilerleyince, belki bu noktada Shields’ın ortaya koyduğu sesi, post-yapısalcı eleştirinin Derrida’nın yapısökümcülüğü ve merkezin olmayışı ile düşünmek bana daha uygun gibi geliyor. O yüzden romanın (kurgunun) öldüğünü düşündüğümüz bir çağda, uzun soluklu anlatılar yerine ritmin (elektro-tekno), kolay tüketilen ve kısa sözlü eserlerin (rap, hiphop, 140 karaktere sığması gereken tweet’ler) yaygınlaştığına tanık oluyoruz. Bu yıl Nobel Edebiyat Ödülü’nün bir şaire verilmesinde kimden olduğunu asla hatırlayamadığım “edebiyat şiirle başladı ve şiirle devam edecek/bitecek” sözünün ima ettiği gibi çağımız artık kısa, parçalı ve çok zaman almayan anlatı biçimlerine kendini vermekte ve bu şekilde var olan ruhsal açlığı doyurmakta. Shields’ın yetenekli bir şekilde üstesinden geldiği şey ise bunca parçalı bir yapıyı uzun soluklu bir “kurgu” gibi okuru sıkmadan, onu büyülercesine anlatması ve gerçekliğin, algının nasıl da kolayca bükülebildiğini tekrar görmemizi sağlaması...

 •


[1] David Shields, Edebiyat Hayatımı Nasıl Kurtardı, çev. Merve Pehlivan, Everest Yayınları: İstanbul, 2018, s. 15.

[2] Jacques Derrida, “The Law of Genre”, Acts of Literature içinde. Ed.: Derek Attridge, New York: Routledge, 1992, s. 224.