"Kaçışın derin ya da yüzeysel olması sadece seçenekleri değiştiriyor gibi geliyor bana. Mesela babam ahıra gidiyor canı sıkılınca, annem fasulye ayıklıyor gibi şeyler. Birileri de fotoğraflardan kendine hikâye uyduruyor; bence fark yok. Hepsi bir şekilde kaçış."
10 Aralık 2020 04:08
Sevgili Halil, öncelikle kitabın hayırlı olsun. Okunur, kıymeti bilinir umarım. Bir klişeyle başlayarak kitabın ismini sorayım: Kaçış Rampası rastgele seçilmiş bir isme benzemiyor. Öykülerindeki karakterler hep kaçmak eyleminin farklı temsillerini gösteriyorlar gibi. Kadın-erkek, genç-yaşlı demeden, kimi zaman kendinden, kimi zaman hayatından, kimi zaman en yakınındakilerden kaçan, en azından fikir olarak kaçmaya meyyal tipler var. Kaçmak senin için ne ifade ediyor? Karakterlerindeki bu eylem belli bir zihinsel arka plan üzerinde mi kuruldu, yoksa aslında yazarken fark etmediğin bir bilinçaltının ürünü mü? Ya da şöyle soralım: Bir insan neden kaçar?
Teşekkür ederim. Kaçmanın olumlu ve olumsuz sebepleri var. Fren patlayabilir ve siz arabanızı kaçış rampasına sürebilirsiniz. Orası genelde asfalt olmaz. Mıcır ya da toprak olur ki araba durabilsin. Buna fazlasıyla ihtiyacımız var. Bir şekilde durmak lazım. Ya da kaçış rampası yerine koyabileceğimiz sapaklar keşfederiz, dalıveririz orada ne varmış diye. Mevcut yolda iyi kötü gidiyor olsak da içimizde bir kaçma isteği oluşabilir. Bunun bence çok sebebi var ama en bariz olanı tıkanma hali. Olmuyordur yani. Olamıyordur. O elbise o bedene iyi gelmiyordur. Çare yok. Kaçmak da en olağan yol neticede. Bulundukları durumdan kurtulmak isteyen ya da istemeyen, bir şekilde bir rahatsızlığa maruz kalan herkes bir yol arar bence. Bu bazen komik video izlemek, bazen amatör ligde maç izlemek olur. Yani bir şekilde kendi gündeminden çıkmak meselesi. Kaçışın derin ya da yüzeysel olması sadece seçenekleri değiştiriyor gibi geliyor bana. Mesela babam ahıra gidiyor canı sıkılınca, annem fasulye ayıklıyor gibi şeyler. Birileri de fotoğraflardan kendine hikâye uyduruyor; bence fark yok. Hepsi bir şekilde kaçış.
Öykülerde göze çarpan en önemli özellik karakterlerin aşağı yukarı aynı sosyo-ekonomik pozisyonda olması. Bazen bir garson, bazen bir berber veya balıkçı oluyor bu ama hayata dair benzer kaygıları taşıyan insanlar var. Ben senin şimdiye kadar farklı işler yaptığını biliyorum. Kişisel hayatının bu tipleri çizmekte mutlaka etkisi vardır ama sen bunları kurarken böyle bir habitus düşündün mü? Yani orta ve alt-orta sınıfla bir derdimiz var belli ki, bunun arka planı nedir?
Bu insanları öteki insanlardan daha iyi tanıdığımı iddia edebilirim. Bunun arka planı da ortada bu anlamda bir tanışıklık olması. Onları bilme ve anlama meselesi olabilir. Biriktirme olabilir. Hoş, bu anları, kişileri, olayları biriktirirken yazmak pek aklıma gelmiyor ama bayağı da varlar yani o insanlar bende. Derdim belli, herhangi bir insan. Öyle sıradan biri, yani vatandaşın biri kısaca. Ezine peynir seven insan ile rokfor seven insan aynı derde sahipse ikisi de kıymetlidir ama ben Ezine peynir seveni yazmak isterim. Çünkü esas olarak onunla tanışıyoruz, diğeriyle değil.
Buna bağlı bir başka şey daha sorayım. Yakın zamanda Yılmaz Erdoğan TRT 2’de bir programa başladı, görmüşsündür. Özellikle senaryo yazma üzerine bir şeyler anlatıyor. Bir yerde dikkatimi çekti, şuna benzer bir şey söylüyor: “Yazdığınız basit olsun. Kolay değil ama basit, ikisi farklıdır” diye de ekliyor. Vizontele’den örnek veriyor, ana fikir nedir: Köye bir televizyon gelir. Gerisi yan hikâyeler… Ben senin öykülerinde de bu basitliği görüyorum. Kolaya kaçmıyor, yavan değil ama gerçekten basit çıkış noktaları olan hikâyeler. Sen öyküde (veya genel olarak edebiyatta) basitliği önemsiyor musun?
Basitlik tek derdim diyebilirim. Yani mümkünse az ama öz yazabilelim de okur bizi anlasın. Bunu hem dil hem de anlam için diyorum. “Bir garip ölmüş diyeler/üç günden sonra duyalar.” Bu bence mesele. Ya da daha güncel bir ifadeyle Zambra’dan örnek vereyim. Zambra sıkılmayı anlatmak için, “Inter-Reggina maçı izliyordum” diyor. Aforizma değil kastım, sakince bir şey söylemek. Öyle yazabilelim. Hedefim o. Derdim, gayem de o. Hatta dil ucuyla söyleyelim ne söyleyeceksek. Tek doğru budur demiyorum, ben bunu istiyorum diyorum. Yeteri kadar ses var malum dünyada, biraz da biz gürültü çıkarmayalım. Tabii bunu yaparken yalınlık, basitlik, sadelik ve kolaycılık kavramlarının sınırlarını dikkatli çizmek gerekiyor. Bu konuda yolumuz uzun.
Bu basitliği dili kullanma biçiminde de görüyoruz aslında. Yormayan, akıcı, derdini tasasını bir çırpıda anlatan bir üslubun var. Sait Faik akıcılığı diyorum ben buna, kendi haritamda. Yol oraya çıkıyor çünkü. Sen ne dersin? Dil ve üslup üzerine düşünüyor musun? Senin de dahil olduğun kuşakta bu biçim bir dil kullanma ne kadar var sence, gördüğün, okuduğun kadarıyla…
Bütün yollar Sait’ciğimize çıkar. Bence çıkmalı da. Bu dil ve üslup meselesi çok ilgimi çekiyor. Açıkçası bıçak sırtı da bir konu. Bir şeyler söyleyeyim derken haddimi de aşmak istemem. Ama kabaca şöyle diyeyim: Ben bir metni okumaya başlayıp bitirebilmek istiyorum. Dil Türkçe, ben Türkçe az buçuk biliyorum ve okuyabilmeliyim. Bu konuda isteğim ve beklentim basit. Akmıyorsa, okuyamıyorsam, buradan “konu derin ya da katmanlı” diyerek çıkamıyorum ben kendi adıma. Konu fark etmez, okuyabilmemiz dil ve üslup ile ilgili sanki. Okunsun diye yazmıyorlarsa bir şey diyemem tabii. Kendi kuşağımdan ilk kitaplarını çıkaran çoğu yazarı okudum ve okumaya gayretliyim. Öykü yayımlayan platformlara da bakıyorum. Bence konu odaklı ilerlemeyi seviyorlar. Buna da saygım var. Böyle olunca akla hemen “ne anlattığın mı, nasıl anlattığın mı?” meselesi geliyor. İkisi de belli ki önemli. Bu zaten hep süregelen bir tartışma. Ama iyi bir dil varsa ben kullanım kılavuzu okumaktan da keyif alırım. Konuyu sevmem belki ama lezzetli bir dil varsa bırakmam kitabı. Konu ilgimi çekmiyorsa, dil de akmıyorsa, gider yemek programı izlerim. Yani bence insanlar da öyle yapar. Yapmalı ya da.
Yani aslında okusam da bir yere varmıyor, boşluğa süzülüyor diyorsun. Boşluk deyince aklıma “Hikâye Hikâye Üstüne” adlı öykün geldi. Orada hayatındaki boşlukları, kendi hikâyesini eski fotoğraflar üzerinden tamamlamaya çalışan yaşlı bir adam var. Bir şeylerin belki hep eksik kaldığı bir adam... Buna benzer başka karakter de var farklı öykülerde. Genel olarak yarım kalmış, tamamlanmamış ya da tamamlanamamış duygular, hatıralar, ilişkiler, vs… Yarım kalmışlıkla ilgili ne söylemek istersin?
Bu yarım kalma meselesi her an bizimle beraber. Öyle olmasaydı sahaflarda bu kadar fotoğraf bulunmazdı gibi geliyor bana. Bu eşyalar sadece ölen birinin de olamaz yani. Belli ki oradaki hikâyesi bitmiş. Yani bir meyve ısırıyorsun, o an bir şey oluyor, unutuyorsun. Geri geldiğinde bulursan başka bir meyve ile karşılaşıyorsun. Ya da meyve yerken ne olduysa, gidiyorsun, başka yerde başka bir şey yaşıyorsun. Sonra dan diye eksiklik geliyor aklına, sahi, bir meyve vardı, ne oldu ona? Ağzına belli belirsiz bir tat geliyor ama hissettiğin eksiklik o mu, değil mi bilmeden başlıyorsun aramaya. Bunun yanında sadece yarım kalmak da değil, ötekini merak etmek, böyle olmasa nasıl olurdu meselesi. Sabah işe giderken seçtiğimiz yolun getirdikleri ya da diğer yolu seçince başımıza gelecek olanlar. Neticede hepsine hayat diyoruz. Olana da, olma ihtimali olana da ilgim var. Hepsi yarım ve devam eden bir hikâyeyi oluşturuyor gibi bence.
Bu olma ihtimali dediğin şey benim de kafamı çok kurcalayan bir şey, biliyorsun sen de. Ben bir de öykülerinde şunu görüyorum. Hayattaki bazı dokunaklı hikâyeler yeri geliyor sende komik öğeler olarak da ortaya çıkıyor. “Yasin” böyle bir öykü örneğin. Ölümün, ölen dışında herkesi ilgilendiren bir durum olduğunu vurguluyorsun orada. Din ile dünya işi öylesine birbirine giriyor ki, ortaya trajikomik bir anlatı çıkıyor Yasin’de. Bir sıkışmışlık var, yaşam ve ölüm arasında. Ne dersin?
İnsanın en sert hadise olan ölümle baş etme biçimi çok ilgi çekici. Ya da bir ölümün, bir cenazenin ardından hemen normal gündemine dönme hali oldukça garip. Cenaze olur biter, mezara toprak atarsın, sonra gelip yemek yersin. Aslında yemek yiyebilen insanın vefat eden insana üzülmediğini de düşünmezsin. Üzülüyordur da muhakkak. Yine de yemek yersin çünkü karnın acıkmıştır. Son derece insani. Bu kadar basit bir şey aslında bu sıkışmışlık. İnsanı tanımak konusunda beni etkileyen bir detay bu. Mezarlığa ağaç dikmekle aynı bile diyebilirim.
Öykülerdeki esas karakterler genel olarak erkek. Bu erkekler hayatın bir köşesinden gelip geçen, kendi halinde tipler. Tabiri caizse sen ben gibi insanlar. Burada benim dikkatimi çeken temel şey karakterlerin, özellikle de bahsettiğim erkek karakterlerin sahiciliği. Bunun da gözlem gücüyle sağlandığını düşünüyorum, bilmem haksız mıyım? Öykülerini kurmanda insanlara kulak vermenin, onları bir kıyısından gözlemlemenin etkisi nedir?
Bazen farkında olarak, bazen fark etmeden gözlemliyorum. İlgimi çekerse kendi sorularımı soruyorum. Rahatlıkla kamufle olabiliyorum. Bir karakterin edeceği bir cümle seneler önce benzer biriyle karşılaşmam sonucunda aklıma kalan bir cümle olabiliyor. Hiç hatırlamadığım anların cümleleri gelebiliyor aklıma bazen. Kendi ilgi alanımda belirli tavırlar daha fazla ilgimi çekiyor. Bazen bilinçli, bazen bilinçsiz bir şekilde oluyor bu ama gözlem hayatımın pek çok ânında var diyebilirim. Bu da haliyle yazdıklarımı doğrudan etkiliyor.
Son olarak, girmesem olmaz, benim takıntılı olduğum bir konu ödüller. 2017’de Yaşar Nabi Nayır’da dikkate değer bulundun. Bunun senin öykü maceranda ne gibi bir etkisi oldu? Thomas Bernhard “Ödüller insanı yüceltmez” der, ben de bu fikirdeyim. Sen neler düşünüyorsun?
Giden dosyalar okunuyor mu, neye göre kim kime ödül veriyor, kararları etkileyen faktörler nedir bilemem. İlgimi çekmiyor. Ama her yeni yazar adayına özgüven katar bence. Motive eder. Bunun yanında benim için bir faydası olmadı. Faydadan kastım şu; “Dikkate değer görülmüşsün, ver bakalım dosyanı” demedi yani kimse. Ama Twitter’da iki kişi takip etmişti mesela. Bir de şöyle bir şey oldu; Nursel Duruel, “Halil Bey, çok memleket gezmiş gibisiniz” dedi ödül muhabbetinin hemen sonrasında. O an anlamamıştım, sanırım iyi bir şey demiş. Sağ olsun. Ödül neye yaradı dersen, işte bu kadarcık bir şey.
•