Kurtuldum: Çünkü kurtulmak, Clarice Lispector’un da yapmaya çalıştığı. Kurtulmak, çığlık atma hakkının kullanılması. Bazı metinleri çevirmek de çığlık atmak ya da bu hakkı kullanmak olabilir mi...
27 Temmuz 2017 14:25
“Ama bu lanet yaz günleri bana feragat etme gereğini ısıldıyor. Bir anlamı olmaktan feragat ediyorum…”
Yaşam Suyu, Clarice Lispector
Bu başlığı bir gün atacağımı biliyordum. İçindeki çatışmayı nasıl aşacağımı ise hâlâ bildiğim söylenemez. Geçtiğimiz bahar aylarında Clarice Lispector’u hem çevirdim, hem öğrettim, hem de ondan kurtuldum.1 Ferit Edgü “Çevirmen” adlı öyküsünde şöyle der: “Ve ilk kez kendimi (uğraşımı bir kalemde yitirmiş olmama karşın) bir tüy denli, hafif, bir… bir… bir bilmiyorum ne kadar özgür duydum.”2 Ondan kurtuldum ama Edgü’nün öyküsünde olduğu gibi çevirmeyerek değil, çevirerek.
Kurtuldum: Çünkü kurtulmak, Clarice Lispector’un da yapmaya çalıştığı. Kurtulmak, çığlık atma hakkının kullanılması. Bazı metinleri çevirmek de çığlık atmak ya da bu hakkı kullanmak olabilir mi? Yazdıklarını böyle tanımlıyor Clarice Lispector, o tanıdık varoluş çığlığı. Karakterlerini, en çok da Yıldızın Saati’nin kahramanı Macabéa’yı, çığlık atmaya zorluyor.
O hâlde çevirmene düşen de o çığlığı kendi dilinde atmak. Öte yandan başka bir derdi de var Lispector’un metinlerinin: Sessizlik. Yıldızın Saati’ni de böyle tanımlıyor anlatıcı: “Bu kitap sessiz bir fotoğraf. Bu kitap bir sessizlik. Bu kitap bir soru.” Bir başka deyişle, Clarice Lispector’un çevirmeni kendi dilinde hem çığlık atmak, hem sessiz bir fotoğraf çekmek, hem sessizliği kurmak, hem de soru sormak zorunda. Walter Benjamin gibi söylersek, çevirmenin görevi metnin niyet edilen etkisini bulmak ve onu kendi dilinde yankılatmak (“das echo des Originals”)3, Lispector buna metnin “eda”sı diyor.
Clarice Lispector hangi dilde yayımlansa o dilde ufak gedikler açıp kendi sözcüklerini ve üslubunu yerleştirmeyi, bunu sessizce yapsa da olaya dönüşmeyi başarmış hep. Metinlerine asla müdahale edilmemesini istediği mektuplar kaleme alıp yazarlığını dayatırken Yıldızın Saati’ne tek ad yerine alternatif adlar vermesi, metinlerinin otoriteyi dağıtıp geçmesi ama bir yandan da otoritenin sürdüğü/ başa döndüğü yerde bitmesi bundan.
Bu yazıda metinleri odağa almayacağım. Yıldızın Saati “soğuk kış gecelerinde uykuya dalmak için kendine sarılan”, Brezilya’nın kuzeydoğusundaki Alagoas’tan Rio’ya gelmiş Macabéa adlı bir kızın hikâyesi, Yaşam Suyu ise “düşüncenin ardında ışıldayan şeyin peşindeki” bir “doğaçlama” demekle yetineceğim. Çünkü metinleri tutarlı bir şekilde odağa alamayacak kadar mesafesizim. Başka bir derdim var, “Clarice, ben ve diğerleri” hakkında, mesafesiz olduğu bir yazarı çevirirken çevirmenin yaşayabileceği sancılar ve çeviri sürecine “üşüşenler” hakkında.4 Bir yanda da, görünürlük tartışması var elbette: Yokmuş gibi olması çevirmenin en başarılı hâli mi? Buna inandığım oldu, inanmadığım da. Sanırım çeviri üzerine düşünen her çevirmen bu fikir etrafında bocalamıştır. Sonunda tamamlanmışlık hissetmenin zor olduğu bir uğraş çeviri.
Ortega y Gasset, “Miseria y esplendor de la traducción”5 (Çevirinin Izdırab ve İhtişamı) adlı makalesinde çeviri bittikten sonra çevirmenin başarısızlığı nedeniyle duyduğu üzüntüden bahseder. Buna göre başarısızlık ya da yenilgi hissi mutlaktır. Öte yandan çevirinin ızdırabını kabul etmek ihtişamına ulaşmanın yoludur. Ortega y Gasset, ütopik bir iş olarak tanımlar çeviriyi. Ben çeviriyi imkânsız bulmuyorum, pekâlâ mümkündür, çevirinin imkânlarına odaklanmayı yeğliyorum. Ortega y Gasset’in argümanı, çeviriye “mutlak eşitlik” gibi ütopik bir tanım ya da amaç getirildiğinde geçerli olabilir, eşitliğin tanımının hangi ölçütlerle yapıldığı belirler çevirinin imkânını ya da imkânsızlığını.
Ortega y Gasset çevirmeni “utangaç bir karaktere” indirgiyor, yazara isyan etmeye çağırıyor ve “İsyan etmez, çünkü bu ihanet olur, o da bir korkaktır. Traduttore, traditore.” diyor olsa da, amacının kışkırtmak da olabileceğini düşünüyorum. Sonra eklemiş zaten, çeviri mümkün olmasa da ilerlemek mümkündür. Ben şöyle demeyi yeğlerim: Çeviri, yaşamı ya da ötekini anlamaya çalışmak ne kadar mümkünse o kadar mümkündür. Yine de Ortega y Gasset’in ızdırap ve ihtişam arasında kurduğu bağ, vaktini bu işçiliğe adayan çevirmen için romantik bir teselli de olabilir pekâlâ, ama kurtarıcı olmaz.6 Elbette Ortega y Gasset’ten sonra çeviri ediminin neliği ve yöntemleri üzerine çok düşünüldü. Çeviri kuramlarının analizini yapmak değil derdim. Şunu demek istiyorum, ki bu sonradan geliştirilen çeviri kuramlarıyla da çelişmiyor: Sancılı bir iş çeviri. Şöyle bir sancı örneğin, Clarice Lispector’un Yaşam Suyu’ndan alıntılıyorum: “İkimiz arasındaki gerçek karşılaşmanın sessizliğini nasıl çevirmeli?” Bu sorunun ilk muhatabı yazarın bütün çevirmenleri olmalı. Bir yandan da bu cümlede sessizlik dediği şeyin yukarıdaki tartışmaya, dile ve dilin imkânsızlığına ya da imkânlarına içkin bir şey olduğunu biliyoruz. O hâlde çeviri üzerine düşünmek için temel sorulardan birini sormuş Clarice Lispector. Ben de dönüp sorusunu onun metinlerine soruyorum: İkimiz arasındaki gerçek karşılaşmanın sessizliğini nasıl çevirmeli? Çünkü ilk karşılaşma orada, yani çevirirken başlıyor.
Şanslıyım, daha başlamadan, Yıldızın Saati’nde merak etme diyor Lispector’un anlatıcısı: “Duy beni, sessizliğimi duy. Söylediğim hiçbir zaman söylediğim şey değil, başka bir şey.”
O hâlde, metinlerine yönelttiğim sorunun cevabını alabileceğimi/ verebileceğimi hiç sanmıyorum (Yaşam Suyu’nda dediği gibi “bir cevabın yokluğu ne kadar da canımı sıkmıştı”) ama bunun üzerine düşünmek için ziyaret etmem gereken yine aynı duraklar: Clarice, ben ve diğerleri…
“Bana eşlik etmek isteyen buyursun: yolculuk uzun, çetin ama canlı."
Yaşam Suyu, Clarice Lispector
Clarice Lispector da bir çevirmen. Resmi yazıya, müziği yazıya, yazıyı resme çeviriyor. Yazarlık ve gazeteciliğin yanısıra pek çok da çeviri yapmış olduğundan değil sadece (Oscar Wilde’ı, Jules Verne’i, Walter Scott’ı ve sayısız çocuk kitabını Portekizceye çevirdi). Lispector’un çevirmenliği daha çok şuradan geliyor: Metinlerinin orijinalleri de yazıldığı dilde yabancılık hissi veriyor. Yani yazıldığı dile mesafe, onu yerinden yurdundan etme, grameri, noktalamayı altüst etme, böylece kendi dilini yaratma, dilin ve otoritesinin ortasına gedik açma. Bir not yazmış: Dilbilgisi kurallarını ya da noktalamayı bilmediğimden değil, ama böyle olacak diye. Metinleri Portekizceye çeviri mi diye düşündüğüm çok oldu, anadili Portekizce olanlara sorduğumda, bunu doğrulayan cevaplar da aldım. Yazar da bunu dert edip soruyor Yaşam Suyu’nda: “Karanfili tuvale nasıl geçirmeli?” Yani o da çevirmeniyle benzer sancıları çekiyor, çeviri anında yazıyordu başka bir deyişle. Bunu tespit etmekle yetineceğim: Çeviri anında yazıyor ve bence çeviri anında yaşıyordu Clarice Lispector. İçindeki çokluğu/ boşluğu birbirine çevirerek, öteki için çevirerek... Ve belki de o boşluğu çeviri uğraşıyla dolduruyordu.
Clarice Lispector’un en önemli özelliklerinden biri okurunu da çevirmenini de yazabileceğine inandırmasıdır. Bunu şöyle de değiştirebiliriz yukarıdaki ifadelere atıfla: Çığlık atmaya, fotoğraf çekmeye, sessizliği duymaya inandırması. Okur okuduğunu, çevirmen çevirdiğini kendi yazdığı yanılgısına kapılabilir bir an için. Yazarın çevirmenlerinden Rachel Klein bunu farklı bir şekilde söylüyor: “Öyküleri okuduğumda bir kurmaca yazarı olarak ben de 1930’larda Recife’de yaşasaydım böyle yazardım diye düşündüm.”7
Özellikle Avrupa’da üzerine çokça düşünülen bir yazar Lispector, son yıllarda Amerika’da yeni çevirilerle adeta “tekrar keşfediliyor” hatta geçtiğimiz yıllarda öykülerinin toplu basımının ardından bunu bir “Clarice Fırtınası” diye tanımlayanlar da oldu. Bunda piyasa dinamiklerinin ve dünya edebiyatına artan ilginin etkisi çok elbette. Yazarın Why This World (Neden Bu Dünya) adlı ses getiren biyografisini yazan Benjamin Moser’ın yayın dünyasındaki konumu bu tanıtımda oldukça etkili oldu denilebilir. Öte yandan Moser’ın çizdiği Clarice resminden farklı bir Clarice hatırlayanlar da yok değil. Örneğin İngilizce çevirmenlerinden Elizabeth Bowe’un bambaşka bir Clarice bildiği söylenir. Yine de Moser’ın titiz çalışması, Lispector hakkında İngilizcede yazılmış en kapsamlı metin ve biyografi türünün de iyi bir örneği.8
“Ben, hiçbir zaman yeterince iyi olmayan ben."
Yaşam Suyu, Clarice Lispector
Clarice Lispector’la tanışalı diliyle de tanıştım, ya da tersi. Yedi- sekiz yıldır hem metinleriyle hem de yazmayı seçtiği dille boğuşup duruyorum. Clarice Lispector hakkında kuramsal bir şey yazmamaya -çalışma alanlarımdan biri Portekizce yazılan edebiyatlar olmasına rağmen- özen gösteriyorum (bu metinde olduğu gibi heyecanlı spekülasyonlar yapıyorum sadece). Zaten hem yazar hem de metinleri hakkında tutarlı bir şey söylemek pek kolay değil. Bütün tezleri çürüten, bir yandan da karşıt tezler için malzeme bulmaya uygun metinler Clarice Lispector’un metinleri. O hâlde Clarice hakkında düşünmek için en güvenli yer yine kendinle çelişmenin mümkün olduğu yer, yani yaratıcılığın, “her şey”in alanı.
Çevirmenin çevireceği yazarı seçmesi, sevdiği ya da bildiği yazarı kendi diline aktarması salık verilir, bu yaklaşım çevirmenlerce de -piyasa şartları düşünüldüğünde bir lüks sayılsa da- tercih edilir.9 Bunun çeviri için pek çok olumlu sonucu olsa da tehlikeleri de var. Yukarıda kısaca bahsettiğim gibi mesafesizlik bir sorun olabilir, çevirinin sancısı biraz daha yoğun olabilir. Çeviri kuramları arasında ilgi görmeye başlayan feminist çeviri kuramınca da sorunlaştırıldığı gibi çevirmenin cinsiyeti metnin yorumunda ve çevirisinde etkili olmalı mı, olur mu sorusu da benim için bu sancıya içkin. Bu eğilim (feminist bir gündem) aşırı yoruma sebep olabilir mi örneğin ya da kelime tercihlerini etkiler mi? Bu da sanırım ihanet/ sadakat tartışmasına varıyor yine. Sadakat üzerinde çok durmayacağım çünkü Traduttore, traditore ya da sadık olmayan çevirinin güzel, sadık çevirinin çirkin olacağı klişelerine güler geçerdi Clarice Lispector. Les belles infidèlles atıflı bu klişedeki eril sese muhtemelen kulak asmazdı.
Lispector’un metinlerinde ipuçları aramaya devam ederken, bir zamir çeviri sancısını hafifletiyor: it. İngilizcede cansız varlıklar ya da hayvanlar için kullanılan üçüncü tekil şahıs zamiri, Clarice Lispector’un Yaşam Suyu’nda İngilizce şekliyle bıraktığı zamir. Açıklamaya çalıştığı ve açıklayamadığı o şeye it diyor Clarice Lispector, o hâlde çevrilemezliğine inanıyor bazı kelimelerin, hatta yeni bir dil öğrenirken ilk öğrendiğimiz zamirlerden birinin. Aslında bu tam olarak çevrilemezlik anlamına da gelmiyor, yine de anlatıyor derdini ve it’i dilde bir gedik, yabancılık, tuhaflık olarak bıraksa da tanımlıyor. Öylece bırakmak da çevirinin imkânlarından, öyleyse imkânsız değil. It Portekizcede fiilin içine saklanmayı yeğliyor. Lispector’un kullandığı hâliyle it çeviri için bir metafora dönüşüyor aynı zamanda ya da yazarın çevirmenine verdiği bir geçiş kartına. Yıldızın Saati’nde it’i bir tür katılaşma, pıhtılaşma olarak anlatıyor. Yer yer Walter Benjamin’in konstelasyon kavramını hatırlattığı da oluyor tasvirine giriştiği it’in. Kendisi dâhil tüm zamirleri kapsayabiliyor tanımlarının peşine düşersek, bazen Heidegger’in Dasein’ını çağrıştırıyor, eğer öyleyse it ancak anlaşıldığında yani çevrildiğinde ulaşabiliyor otantik varlığına ve Heidegger gibi söylersek, o varlık ancak öteki varlığın anlaşılmasıyla bulunabiliyor. Clarice ile aramızdaki şey de böyle bir çaba. Ama karşılaşmamız iki kişilik değil, diğerleri de aramızdalar.
“Dinle: seni kendi haline bırakıyorum, sen de beni kendi halime bırak.”
Yaşam Suyu, Clarice Lispector
Hélène Cixous iki dilde yazdığı To Live the Orange / Vivre l’orange’da “Elmayı (portakala) çevirirken kendimi de ele vermeye (açığa vurmaya) çalışırım” diyordu. Cixous bu karşılaşma anlarına en çok da Clarice Lispector’un metinleri üzerinden anlam verdi. Yazar hakkında kitaplar ve makaleler kaleme aldı,10 Clarice Lispector’u dünya düşünce dünyasına tanıtmakta da öncü oldu. Ancak benim sancılarım, Cixous’nun Clarice Lispector okumalarının sorunları. Çünkü Cixous bunu yaparken, yani onu öğretir, yorumlar ve anlatırken Clarice Lispector’u hem var ediyor hem de yok ediyor. Cixous’nun tarifi bir tür efsunlanma. Yaşam Suyu’nun son cümlesine döneceğim: “Sana yazdığım şey devam ediyor ve ben efsunluyum.” Ama Clarice Lispector’un istediği bu efsunlanmanın herkesin kendi deneyimi içinde yaşanması, bir yöntem öneriyor belki de yazar. Oysa Cixous’nun yaptığı Clarice Lispector’u bir fetişe dönüştürerek “sahiplenici bir aşkla” bunun tersini yapmak. Bu çevirmenin de pekâlâ düşebileceği bir tuzak. O hâlde: Aklımda.
Cixous’nun bu sahiplenme eğilimini, doktora seminerine katılma şansı bulduğum çeviri kuramcısı Rosemary Arrojo “Interpretation as Possesive Love” (Sahiplenici Aşk Olarak Yorum) adlı makalesinde uzun uzadıya çözümlemişti.11 Arrojo, bu eğilimin sebebini asimetrik ilişkilere ve güç çatışmalarına da bağlıyordu. Madun ile baskın arasındaki ilişki sadece vahşi bir deneyim değil, duygusal hatta erotik bir ilişki de olabiliyor, diyordu. Buna göre, her ne kadar postkolonyal düşünce açısından bakınca Lispector ile Cixous’nun arasındaki ilişki tersiymiş gibi görünse de –Lispector merkezdeki etkili Avrupalı’nın yani Cixous’nun düşünce öğretmeni, “verimliliğinin kaynağı”– bu dinamikte aynı sömürge zihniyeti mekanizması işliyor: Cixous, Clarice’i sahipleniyor, koruyor, kendi gündemine uyduruyor ve öylece sunuyordu. Arrojo, Cixous’nun “aşırı sadakat” yönteminin ve onu bu denli “korumasının” da metinlerine, çeviriye bir tür müdahale olabileceğini düşünüyor. Üstelik Cixous’nun şu cümlesi de Lispector’un yapmak istediğiyle çelişiyor: “Bu, yaşadığımızı artık yaşamadığımız, vahşi ve tembel zamanlarda, şeylerin bize anlatmak istediğini artık dinlemiyoruz, yaptığımız sadece çevirmek, her şey çeviri ve indirgeme...” Cixous çeviriyi ikincil bir düşünce alanına hapsetmekle kalmıyor, belki de buna niyet etmeden Clarice Lispector’u da bu alanda tanımlıyordu. Çünkü çeviri hâlinde yazmak ve onun imkânları üzerinden ilerlemek, Cixous’nun ilhamının, Clarice Lispector’un da yaptığı şeydi.
Çeviri sürecine “üşüşen”lerden biriydi Cixous. En çok Yıldızın Saati’ndeki şu cümleyi çevirirken: “Başka bir yazar evet, ama erkek olmalı, çünkü bir kadın gözyaşına boğar bu hikâyeyi.” Bu cümledeki erkek yazar, yani Yıldızın Saati’nin anlatıcısı Rodrigo’nun konumu Cixous’nun ya da çevirmenin konumuyla benzeşebiliyor. Bu erkek anlatıcıyı, yukarıdaki cümlede anlattığı gibi kahramanı ile kendisi arasına koymuş Lispector ancak anlatıcının Macabéa’yı sahiplenici tavrı –ona âşık olduğunu söylüyor bir noktada– ve tam tersine de dönebilen kayıtsızlığı bu güvenilmez eril anlatıcının asla okurun sempatisini kazananamasına neden oluyor. Clarice Lispector’un bu konudaki yorumunun Rodrigo’nun etrafındaki ironik perdede saklı olduğu düşünülebilir. Rodrigo, kendi hikâyesini anlatmak ve anlamak için kullanıyor Macabéa’nın boşluğunu, o boşluğa kendi hikâyesini yazıyor biraz da. Cixous’nun yaptığı da bu.
Cixous, Lispector’un dilini yabancı ama tanıdık bir dil olarak tanımlıyor. Bilmediği bu yabancı dilin ona tanıdık geldiğini söylüyor. Cixous’nun Lispector okumasındaki en önemli tespit bu bana kalırsa, bunu da metninin çeviri anında yazılmasına bağlıyorum, Cixous’ya tanıdık gelenin de bu olabileceğini düşünüyorum. Cixous da bir çevirmen çünkü, o da türleri birbirine çeviriyor, bir de yaratım anını yakalayan şimdiki zamanı kelimeye hapsetmeye çalışan bir yazıdaşlık, duygudaşlık var iki yazar arasında. “En güzel şeyler ne yazık ki yazılamaz. Onları gözlerimizle, vahşi gözlerle, gözlerimizde yaşlarla, bir bakışın deliliğiyle, elimizin derisiyle yazmalıyız,” diyen Cixous’da şüphesiz bir Clarice Lispector edası var. Bu edanın anlaşılmasını önemsiyorum ya da Benjamin Moser’ın dediği gibi Clarice’in metinlerinin aura’sını. Moser, Clarice Lispector’un çevirmeni “metinlerini açıklama ya da yeniden düzenleme cazibesine kapılmamalı çünkü bu metinlerinin ayırt edici özelliği ve görkemi olan yabancılık aura’sını yok eder,” diyor.
Cixous ile benzer bir eğilim Amerikalı şair Elizabeth Bishop’un Lispector hakkındaki açıklamalarında da var. Uzun yıllar Brezilya’da yaşayan Bishop, Clarice Lispector’un bazı öykülerini New Yorker için İngilizceye çevirmiş. Bu öykülerin İngilizcede “pek hoş” durduğundan bahseder Bishop. (Ünlü Amerikalı çevirmen Gregory Rabassa’nın Clarice çevirisi hakkındaki yorumu geliyor akla: “Clarice yumuşakça geçiveriyor İngilizceye, (João Guimarães) Rosa direniyor, onu yeniden yazmak gerekiyor.”12) Bishop, New Yorker çevirilerini biraz da para için, Lispector da para kazansın diye yaptığını söylüyor. Clarice Lispector’un Texas’ta bir üniversiteye konuşma için çağrıldığındaki tutumu hakkında Bishop’un anlattığı şu anekdot ise onun da yazara karşı Cixous gibi bir tavrı olduğunu gösteriyor: Bishop, Clarice Lispector’a konferans için yardım etmek istiyor, ona göre Lispector’un bu konferans konusundaki tutumu biraz “karmaşık”tır, gelip gelmemeye karar veremez ama Bishop çözmüştür Lispector’u, içten içe gelmeyi istemekte, sevinmektedir. Dahası Lispector’u anlatırken çok referans verilen bir tanım kullanır Bishop: Clarice Lispector ona göre kendi kendine öğrenmiştir her şeyi, tek bir kitap okuduğunu görmediğini söyler onun, tanıdığı en “non-literary writer” yani en edebî olmayan yazardır. Şu tespiti de yapmaktan geri durmaz: O adeta bir “primitive painter”dır, yani ilkel bir ressam. Bu tanımdaki sorunlu egzotik çağrışımı çözümlemeye gerek yok sanırım.
Clarice Lispector üzerine düşünmek için çeviri metaforu, onu anlamaya yaklaşmak için de çeviri edimi pek çok imkân veriyor. Çevirinin başarısının ya da başarısızlığının ölçütünün Clarice’e göre, bana göre ve diğerlerine göre aynı olmadığı açık, ama hepimiz, Clarice, ben ve diğerleri bu süreçte karşılaşıyoruz. Tam da bu karşılaşma çeviriyi mümkün ve değerli kılıyor, ikincil bir uğraş olmaktan kurtarıyor. Çevirmeni kurtarıyor, yazarı kurtarıyor, metni kurtarıyor. Yıldızın Saati’nde anlatıcı Rodrigo Macabéa’yı okurlar sokakta gördüğünde tanısın diye anlattığını söylüyor. Türkiyeli okur da Macabéa’yı/ Macabéa’ları sokakta gördüğünde tanırsa bu Clarice Lispector için yeterli olur galiba.