Çevirmenin filmi

Bir dilbilimci, çeviriyle dünyayı dünyalılardan kurtarıyor...

28 Mart 2019 12:00

Çeviri üstüne kaleme alınmış birçok çalışma, bu kadim uygulamayı dilbilimsel, felsefî, sosyolojik, hatta psikolojik açılardan ele alıyor. Çeviri nedir, nasıl olmalıdır, çevirmen bir zanaatkâr mıdır yoksa sanatçı mı, satır arasında gizlenmeli midir (gizlenebilir mi) yoksa sesini duyurmalı mıdır (ya da kaçınılmaz olarak duyuruyor mudur), metne sadakatin sınırları nedir ve hepsinin arkasında yatan esas soru: çeviri mümkün müdür? Çeviribilimle akademiye de kazandırılan dalla ilgili sorular artıyor, yanıtlar ve yaklaşımlar ise zaman içerisinde değişiyor.

Çeviri gibi çokyönlü, incelikli bir işin bu kadar irdelenmesi, büyüteç altına alınması elbette şaşırtıcı değil. “Octavio Paz’ın saptamasıdır. (...) Yaşamda her şey çeviridir. Çeviri olmayan hiçbir şey yoktur.”[1] Trafik ışıkları, matematik problemleri, emojiler. “Dil olmayanın dile dönüşmesi, dil dışı’nın dilde var olması, dile getirme, somut nesnenin soyut dilde hayat bulması”dır[2] çeviri. Karşımızdakinin kollarını kavuşturmasını, gözlerini belertmesini, bacağını sallamasını hislerinin fiziksel bir çevirisi olarak okuruz. Yazar yazarken, oyuncu oynarken, müzisyen beste ve ressam resim yaparken, dansçı dans ederken hayata dair algılarını sanatlarına tercüme ederler. Mecra ne olursa olsun her sanat eseri bir çeviridir.

Saussure’e göre düşünce ile ses arasında bir köprü kuran dil de bu açıdan bir çeviri işlevi görür. Farklı diller arasındaki çeviri ise somut dünyayı önce soyut kavramlara dönüştürüp sonra kelimelere aktarma sürecinin çetrefilliğini iyice gözler önüne serer. Bir kelimenin karşılığını bulabilmek binlerce nüansın arasında yolunu bulmak demektir. Bir edebiyat eseri beraberinde kendinden önce yazılmış edebiyatı, yazıldığı kültürün tarihini, siyasetini, günlük yaşam alışkanlıklarını, vb. getirir ve çevirmenden metni tüm bunların yanı sıra çeviri yapacağı dilin edebiyatını, tarihini, siyasetini, günlük yaşam alışkanlıklarını, vb. gözeterek bir aktarım yapması beklenir. “Pisa Kulesi’ni Manhattan’ın merkezine taşıyıp herkesi doğru yerde durduğuna ikna ettiğinizi düşünün; işin boyutu budur.”[3] Bu dev boyutlardaki işin tek bir doğrusu, siyah-beyaz bir yapısı olması beklenemez.

Yine de çeviri mümkündür. “Aslında her çeviri ‘Mümkün müdür’ sorusuna fiilen verilmiş bir yanıttır (çoğu zaman, olumlu bir yanıt).”[4] Çeviri aynı zamanda biriciktir. Her çeviri çevirmenin algısıyla oluşur ve ona özeldir. Çeviride sadakat tartışmalarının özünde bu algıya güvensizlik yatar. Okur sadece yazarın yazdığını okumak ister. Çevirmenden olabildiğince az şey katması ve hiçbir şey çıkarmaması beklenir. Oysa her metin de biriciktir ve çevirmen, yazarın kendi bile olsa aynı eseri yaratmayacaktır. “Yazarlar sözcükleri dışındaki dünyayı sözcüklere aktararak, çevirmenler de sözcüklerin dünyasındaki metinleri farklı dillere taşıyarak ‘biricik’ metinler üretirler.”[5] Bir metinde kızılcığın karşılığı olarak yeri geldiğinde karpuz kullanılması gerekebilir.[6] Okur karpuzun bağlama oturduğu yerde aklına bile gelmeyen kızılcığın varlığından haberdar olunca kendini ihanete uğramış hisseder. Ama çevirmen her iki meyvenin farklı kültürlerdeki soyut özelliklerini hesaba katarak birbirine en yakın anlamı yansıtacak bir karar almıştır.

Tea her zaman “çay”a tekabül etmeyebilir. Hatta her tea bile birbirini tutmayabilir. İngiltere’nin, Amerika’nın ve Hindistan’ın tea’si birbirinden farklıdır. Yapılış biçiminden tüketiliş biçimine, hem somut nesne olarak farklıdır ama hem de, çeviri için en önemlisi, duygu açısından farklıdır. Bir Ara Güler fotoğrafında semaverin yanında sohbete dalmış üç adamın belki az önce ince belli bardaklardan içtikleri çay, bir fincanda sallandırılan poşet çayla eşdeğer değildir. Benzer şekilde Edward Hopper’ın “Gece Kuşları”nın sade porselen kupalarda içtikleri kahve de desenli bardakta hüpletilen Türk kahvesiyle eşdeğer değildir. Her kelimenin eşdeğeri o kelimenin sözlük karşılığı olmayabilir. Bu, çeviriyi imkânsızlaştırmaz; hayatta her şeyin çeviri olması gibi her çevirinin de kendi içinde, bazen tek bir kelimede tüm hayatı barındırmasının bir örneğidir sadece.

Denis Villeneuve’ün 2016 yapımı filmi Arrival’da Louise Banks’in “bir oda dolusu erkeğe” anlatmaya çalıştığı şey tam olarak bu. Louise bir dilbilimci olarak uzaylıların, sesi de yazılışı da dünyadaki hiçbir dile benzemeyen dilini öğrenip İngilizceye aktarmakla görevlendiriliyor. Konuşmayla ilerleyemeyeceğini baştan fark ederek heptapotlarla yazıyla iletişim kurmaya koyuluyor. Onlara turuncu tulumlar içindeki ekibi gösterip “insan” diyor. Yanıt olarak uzaylılar yedi bacaklarından birini kaldırıp ucundan mürekkep püskürterek kelimenin karşılığını –aynı anda iki uçtan başlayıp ortada biterek bir daire çizecek şekilde– yazıyor.

Tabiri caizse tercümanlık yerine mütercimliği tercih eden Louise, heptapotların dilini öğrenebilmek için onlara kendi dilini öğretiyor. Aynı dili konuşan insanlar bile sık sık cümleleri yanlış anlar, ricayı soru sanır, soruyu buyruk olarak algılarken farklı cinslerin kelimeleri tam olarak aynı anlamda kullanması beklenemez. Bin bir çeşit yetkili bir an önce net yanıtlar almak için başına üşüşmüşken Louise’in onlara dilin ve çevirinin en temel olgularını sürekli baştan anlatması gerekiyor. “İçeride bir şeyleri yanlış anlamamamız için böyle yapmam gerek. Yoksa tüm süreç on kat yavaş ilerler.” Esas soruyu, “Dünyaya geliş amacınız ne?” sorusunu sormadan önce soru nedir biliyorlar mı, tekil ile çoğulu ayırt edebilecekler mi, bilinçli kararlar mı alıyorlar yoksa içgüdüsel mi hareket ediyorlar, tüm bunları öğrenmek, yani bir bağlam oluşturmak gerekiyor.

Gerilimi genelde yavaş bir tempoyla ileten filmin ritmi sonlara doğru hızlanıyor. Çin saldırıya hazırlanırken Louise yeni bir dünya savaşını engellemenin yolunun heptapotlarla iletişimden geçtiğinin bilinciyle hareket ederek kesik kesik tanık olduğumuz anılarını birleştirip bulmacayı çözüyor. Generale kimsenin bilmediği özel numarasından ulaşıp karısının ölüm döşeğindeki son sözlerini iletiyor. (Filmde Çince konuşmanın tam da bu noktada altyazısız kalması belki kelimelerin gücünü artırıyor ama aynı zamanda seyircinin çevirisiz nasıl karanlıkta kalacağının da bir göstergesi.) Yine de dil ve ilişkiler odaklı filmde sarf edilen en önemli kelimeler bunlar değil.

Louise’in bugüne dek eşi benzerine rastlanmamış, geldiği yer ya da yaşamı hakkında hiçbir şey bilmediği bir canlı türüyle iletişim kurmasını sağlayan, çevirinin kelimelerin karşılığını bulmaktan ibaret olmadığını anlaması. Zaten işe alınmasının sebebi de rakibi Sanskritçede savaş kelimesinin “anlaşmazlık” anlamına geldiğini söylerken kendisinin “daha fazla inek arzusu” olarak yorumlaması. Burada Louise, motamot çeviriyi Nabokov’ca savunmaktan ziyade çevirinin inceliklerini vurguluyor. Bir kelimenin her zaman ilk akla gelen anlama sahip olmadığını, her “çay”ın eşdeğer sayılamayacağını, kızılcığın bazen karpuz olması gerektiğini biliyor. Çeviriyi ön plana alınca, aslında heptapotlara dünyadaki amaçları sorulduğunda verdikleri “Silah sun” yanıtının, yüksek tansiyonlu şartlar altında sarf edilen o esrarengiz cümleden daha yüklü olduğunu görüyoruz. En kötü seçenek de olsa tanıdık geleni bilinmeyene yeğleyen yetkililer bunu bir savaş beyanı sayıyor. Oysa heptapotların tam kavrayamadıkları bir kelime kullandıklarını anlayan Louise bağlamı, daha da önemlisi bağlam noksanlığını da hesaba katıyor: “Bir silah ile bir alet arasındaki farkı anlayıp anlamadıklarını bilmiyoruz; dilimiz de kültürümüz gibi karmakarışık ve bazen bir nesne her ikisi de olabiliyor.” Evet, insan denen mahluk çelişkili duyguları, hayvansal tabiatını ezen şuuru, iyiyle beraber kötüyü de pekiştiren iradesiyle karmakarışık. Buna rağmen olağanüstü işlere imza atıyor ama dili, sadece iletişiminin değil düşüncesinin de temel taşı olan dili, içindeki tüm karmaşayı somut bir şekilde dışa vuruyor. Bu yüzden grameri ve kurallarıyla dil –ve çeviri– elbette bilimsel bir alan olsa da insanlık zaaflarından da tamamen sıyrılamıyor.

Nitekim heptapotlar, kalem kılıçtan keskindir deyimini kanıtlarcasına dünyada silah doğrultmak değil, bir armağan sunmak için bulunuyor: Louise’e başı ile sonu muğlak, dairesel dillerini armağan ediyorlar. Dilleri beraberinde düşünme biçimlerini, algılarını da getiriyor. Bu kabiliyet, halihazırda pek kabul görmeyen Sapir-Worf Hipotezi’nin uç bir örneği. Louise’in iletişim kurmak için çabaladığı yaratıkları anadillerini paylaşıyormuşçasına anlamasını sağlıyor. Bu anlayış, farklı diller konuşan, farklı önceliklere sahip, hatta düşman milletleri bir araya topluyor. Böylece tam yeni kule yükselmese de insanlığın uyum içinde yaşadığı, ortaklaşa çalıştığı bir daire çizilmiş oluyor.

Bir dilbilimci, çeviriyle dünyayı dünyalılardan kurtarıyor.

*

John Steinbeck’in büyük romanı Cennetin Doğusu’nda bahtsız ikizlere Kutsal Kitap’tan bir isim bulabilmek için baba, komşu ve Çinli hizmetkâr toplanır. Doğal olarak Habil’le Kabil’in hikâyesinden söz açılır. Çok etkilendiği bu kıssayı daha sonra inceleyen Çinli hizmetkâr, Kral James çevirisinde Tanrı’nın Kabil’e neden öfkelendiğini sorduğu yerde “... [günahın] istediği sensin; fakat sen ona hükmedeceksin,” dediğini, standart Amerikan çevirisinde ise ifadenin “sen ona hükmet[7] olarak geçtiğini fark eder. İki çeviri arasındaki ayrım Lee’yi metnin orijinaline yönlendirir ve yıllar süren çalışmaların sonunda “timşel” kelimesine ulaşır: “hükmedebilirsin.” Lee’ye göre bu, dünyanın yazgısını Arrival’daki, anlamını bilmediğimiz Çince kelimeler kadar etkilemiştir. Milyonlarca insan “hükmet” emrinin buyruğuna girmiş, milyonlarca insan “hükmedeceksin”le yazgısının belirlendiğini düşünmüştür. “Onlar ne yaparsa yapsın olacakları hiçbir şey değiştiremez.”[8] Oysa “hükmedebilirsin”de bir seçenek vardır, irade vardır, özgürlük vardır. İnsanı, Babil Kulesi’ne tırmanmışçasına tanrı nezdine yaklaştıran bir şey vardır. Meryem için kullanılan, aslında bakire değil, genç kadın anlamına gelen almah sıfatında olduğu gibi tek bir kelime, tek bir kelimenin çeviri hatası koca bir dinin algısına çarpık bir yön verir.

Kelimeler ve kelimelerin çevirileri sadece algıları değil, yaşamları da yönlendiriyor. II. Dünya Savaşı’nda Japonya’nın müttefiklerin ültimatomuna verdiği “yorum yok” yanıtının (mokusatsu) “yorum yapmaya değmez” şeklinde çevrilmesi örneğindeki gibi, bir kelimenin, bir cümlenin çevirisiyle milyonlar yaşıyor ya da ölüyor. Köklü inanç sistemlerinin temelinde oturuyor çeviri, tarihe yön veriyor. Hatalarla ayrıştırıyorsa, doğrusuyla birleştiriyor, “bizi dünya mirasına ortak”[9] ediyor. Dilleriyle insanın kapasitesini aşan düşünme biçimlerini insanlığa aktaran uzaylıların hikâyesinin özünde de aslında bu ortaklığa duyulan özlem yatıyor – insanlığın barış içinde yekpare çalıştığı ama daha önemlisi herkesin birbirini anladığı, sadece efsanelerde yaşamış bir döneme duyulan özlem.


[1]Yüksel Pazarkaya, Çevirinin Estetiği ve Çeviri Serüveni, Yapı Kredi Yayınları, 2018, s. 11.

[2]Ayşe Ece, Çevirmenin Yazar ve Kahraman Olarak Portresi, Çeviribilim Yayınları, 2016, s. 18.

[3]Tim Parks, “Why Translation Deserves Scrutiny”, The New York Review of Books, 23 Ekim 2018 (erişim tarihi 10 Mart 2019).

[4]Savaş Kılıç, “İyi Bir Çeviri Mümkün müdür?” K24, 9 Mart 2017 (Erişim tarihi 15 Mart 2019).

[5]Ayşe Ece, s. 20.

[6]Ülker İnce, Işın Bengi-Öner, Kızılcık Karpuz Olur mu Hiç? İlahi Çevirmen!, Diye Yayınları, 2009.

[7]John Steinbeck, Cennetin Doğusu, çev. Roza Hakmen, Sel Yayıncılık, 2018, s. 332.

[8]Age, s. 334-335.

[9]Savaş Kılıç, “İyi Bir Çeviri Mümkün müdür?” K24, 9 Mart 2017 (Erişim tarihi 15 Mart 2019).