İmkân sorusu çok önemli bir dilbilimsel ve felsefi soruya açıldığı için de sorulması gereken bir soru: Çeviri nasıl oluyor da mümkün oluyor?
09 Mart 2017 14:02
Çeviri zanaatını icra ettiğim için, çevirmenlerin yaptıkları işe dair tasavvurlarını merak ederim. Nasıl ki şairlerin dağınık veya derli toplu poetikaları varsa, çevirmenlerin de örtük veya dile dökülmüş çeviri tasavvurları vardır. Edith Grossman, çeviri tasavvurunu (edebiyat eğitimi almış olmaktan da güç alarak) yazmaya karar vermiş, usta ve tanınmış bir İspanyolca çevirmeniymiş. Kitabı Çeviri Neden Önemlidir? Ayşe Ece çevirisiyle YKY’den çıktı (2017). Ben bu yazıda kitabı tanıtmaktan ziyade kâh katıldığım kâh katılmadığım görüşlerden ve bunların çağrıştırdıklarından yola çıkarak kendi fikirlerimi açmaya çalışacağım.
Grossman çeviriye nasıl başladığının hikâyesiyle giriyor söze. Çok da iyi ediyor. Ama hikâye biraz kısa tutulmuş ve asıl amaç olan edebiyat âlemindeki çeviriyi küçümseme eğiliminden söz etmenin bahanesi olarak kalmış gibi. Çevirmenler, yaptıkları işin yazarlık pratiğine nispetle önemsiz, ikincil görülmesine tepkiyle, çeviriyi yüceltme, yararlarını sıralama, kaçınılmazlığını kanıtlama eğilimindedir. Grossman abartıya kaçmadan çevirinin neden önemli olduğunu anlatmaya soyunmuş ki kitabın başlığından itibaren bir “apoloji” ile, bir müdafaaname ile karşı karşıya olduğumuzu biliyoruz zaten.
Bir çevirmenden işine dair akademik veya felsefi bir teori beklememekle birlikte, ama nasıl ki bir şairin de poetikasında harcıâlem fikirleri tekrarlaması hayal kırıklığı yaratıyorsa, içgörülere dayalı bir düşünseme beklemenin de hakkımız olduğunu düşünüyorum. Ne var ki Grossman, sağduyudan başka bir şeye yaslanamıyor: Bütün dilleri bilmenin imkânsızlığı argümanına başvuruyor esas itibariyle ve çok sayıda örnek verse de olgusal olanı bir türlü kavramsal bir formülasyona ulaştıramıyor. Biz o adımı atmaya çalışırsak, edebiyat ve düşünce çevirisinin işlevine dair birbirine bağlı üç tez öne sürebiliriz:
1) Çeviri bizi dünya mirasına ortak edebilir, entelektüel anlamda dünya vatandaşı kılabilir (bu potansiyele sahiptir, ama onu açığa çıkarmak tek başına çevirinin altından kalkabileceği bir iş değildir);
2) Çeviri bir dilde söylenebilir, dolayısıyla düşünülebilir olanı bir başka dilde de (erişilebilir kılmanın da ötesinde) söylenebilir, düşünülebilir kılmaya çalıştıkça o dile ve düşünceye hizmet eder;
3) Her dil bir görme biçimidir ve hiçbir dil bütün dünyayı göremez (betimleyemez); çeviri de bir dilin görme biçimini bir başkasına taşıyabildiği ölçüde, halkların birbirlerinden öğrenme yöntemidir.
Grossman daha sonra çeviri pratiği çevresinde şekillenmiş sorulara cevap vermeye çalışıyor. Önüne koyduğu sorulardan biri “Çeviri mümkün müdür?” Yazar bu sorunun meşru olmadığı kanaatinde, çünkü soru tiyatro ve müzik gibi performans sanatları için sorulmuyormuş. Yazar “Çeviri bir sanattır” önermesini ciddiye almakta haklı olabilir, ama çeviri ile başka sanatlar arasındaki analoji bu noktada tükendiği için bu sorunun sorulamadığını fark etmemesi vahim (analojiler tükenir, çünkü özdeşlik değil, benzerlik + fark üzerine temellenirler; zaten aradaki ilişki özdeşlik olsaydı analoji gereksiz, hatta imkânsız olurdu). Grossman, hiç olmazsa şu soruyu sorabilirdi kendine: “İmkân (mümkün müdür?) sorusu neden soruluyor?” Çok basit bir nedenle; çevirmen tek enstrümanla çalışan bir müzisyen değildir, en iyi ihtimalle aynı (?) partisyonu iki ayrı enstrümanda çalmaya çalışan, belki piyano konçertosunu kemana uyarlamak zorunda olan müzisyene benzer. Ama diller arasındaki mesafe açıldıkça sıkıntı da artar: Piyanoda duyduğunu zurnada çıkarmak gibi bir iş olabilir pekâlâ.1
İmkân sorusu çok önemli bir dilbilimsel ve felsefi soruya açıldığı için de sorulması gereken bir soru: “Sahi çeviri nasıl oluyor da mümkün oluyor?” Dilsel bir etkinlik olarak çeviri bizzat varlığıyla dildışına, yani şu zihinsel olan ama dilberisinde kalan düşünceye gönderme yapar. Danimarkalı dilbilimci Hjelmslev’in verdiği adla “içeriğin tözü”ne, Simon Bouquet’nin verdiği adla “psikolojik töz”e.2 Peki nedir bu? Bir gösterilenin eğreti biçimde bağlı olduğu dilberisi anlam unsuru. Algımızın dış dünyadan kaptığı ve bir gösterge yardımıyla sabitlemeye (“adlandırma”ya) çalıştığı bir nitelik. Borges’in o nefis sorusunu hatırlayalım bir kez daha: “La luna ile moon’un aynı anlama geldiğini nereden biliyoruz?”3 Her ikisinin gönderme yaptığı ve –elimizde insan dillerinden başka enstrüman bulunmadığı için– hâlâ “dünyanın uydusu” gibi kelimelerle ifade etmek zorunda kaldığımız, göstergeden önce var olan, biçime yani “içeriğin biçimi”ne muhtaç, bu anlamda biçimini arayan düşünceden.
İmkân sorusu ikinci (ve kanımca daha zor) bir soruya açılır: Çevrilemeyen nedir? Zannedildiği kadar çok olmasa da her dilde çeviriye direnen bir şeyler olabilir. Cinasları (eşsesliliğe dayalı söz oyunları – ki bunlar da uyarlanabilir) ve “Tekilin tekilliğidir” gibi totolojik, dolayısıyla da içi boş önermeleri bir yana bırakırsak, tümdengelimle cevaplanması –yanılmıyorsam– imkânsız, ancak tümevarımla cevap verilebilecek bir soru.4
Dolayısıyla imkân sorusu yazarınki gibi retorik bir hamleyle boşa çıkarılamayacak kadar önemli. Ama Grossman’ın da çok iyi farkında olduğu gibi bu soruya olumlu cevap vermeden de “iyi” çeviri yapılamaz. Aslında her çeviri “Mümkün müdür” sorusuna fiilen verilmiş bir yanıttır (çoğu zaman, olumlu bir yanıt).
Çevirinin imkânsız olduğu önkabulüyle belki çeviri yapılır ama “iyi” çeviri imkânsızdır. “Mümkün müdür” sorusuna verilen “imkânsız” yanıtı çoğunlukla sadece kelimelerin ek-kök-çekim yapısı (morfoloji) düzeyinde kalan bir dil tasavvuruna dayanır. Ve en iyi ihtimalle, çeviriyi bir dilin morfolojik ilişkilerinin bir başka dilde taklidi olarak farz eder. “İyi” çeviriyse ancak “mümkündür” varsayımı üzerine kurulur ve bu varsayım da dili morfolojiden ziyade sözdizimi ve söylem türleri düzleminde kavrayan bir tasavvura yaslanır. Bu durumda da soru değişir: “Bu (diyelim ki) Türkçede nasıl söylenebilir?”
“Çeviribilim” denen akademik disiplinin yakın zamana kadar normatif olmama buyruğu dolayısıyla uzak durduğu iyi / kötü çeviri teması, halbuki, çevirmenin meslek hayatının en önemli tartışma ve sohbet konusudur. Grossman, iyi çeviri meselesini “çeviri sözleşmesi” kavramı aracılığıyla ele alıyor ki bana kalırsa kitaptaki en parlak düşünce bu: Yazar “sözcüğü sözcüğüne” dediği çeviri türünün çeviri sözleşmesini ihlal ettiğini öne sürüyor.
Burada söz konusu olan teknik olmayan çeviri söyleminin olmazsa-olmazı gibi sık sık karşımıza çıkan ve artık hakikaten kabak tadı vermiş olan sadık / serbest çeviri tartışmasında atılmış alelade bir zar değil. Her sözleşme kuramı gibi sözleşmeye dayalı bir çeviri tasavvuru da üretim ilişkilerini hesaba katmayı sağlıyor. Bununla kastım çevirmenin ücreti, çalışma süresi gibi koşullardan ziyade çevirinin okur için, okura yönelik yapılıyor olması. Çünkü her söylem gibi çeviri de esasen başkası-için-şeydir. (Yayınlanmamış çeviri bile başkasını varsayar: Nasıl ki gönderilmemiş olsa bile mektup baştan bir başkasına hitaben kaleme alınırsa, kaynak dili zaten bilen çevirmen de çeviriyi yayınlanmayacak olsa bile ancak bir başkasının okuması hedefini gözeterek yapar.) Fakat bu başkasına yöneliklik yeteri kadar hesaba katılmaz düşünülürken veya çarçabuk devre dışı bırakılmak istenir.5 Grossman’ın sözünü ettiği çeviri sözleşmesi işte bu faktörü, okur beklentisini hesaba katmayı kolaylaştırıyor. Hiçbir okur çeviri bir kitabı anlaşılmaz bir şey okumak için almaz eline; okurun beklentisi birinci dilinde okuduğu bir metinle aynıdır: Türsel ve koşulsal (circonstanciel) istisnalar bir yana, okuyorsa elbette anlamak için okur. “Sözcüğü sözcüğüne” çeviri her şeyden önce anlama imkânını baltaladığı için çeviri sözleşmesini ihlal eder.
Böylece iyi çevirinin koşullarından ilkini formüle edebiliriz: hedef-dilin normlarına uygunluk. Buna estetik ölçüt de diyebiliriz. Teorik olarak bu kadar basit ifade edilse de pratikte bu önermenin anlamını netleştirmek o kadar kolay değil. Hedef-dilin normlarıyla kastım, belki söylemeye bile gerek yok ama, temel dilbilgisi kuralları değil, çünkü bu kuralların ihlali iletişim için en temel zeminin ortadan kaldırılması demek olduğu için ne çevirmen bunu aklından geçirir ne de editör öyle bir çeviriyi yayınlamaya yanaşır. Hedef-dilin normları derken, dilbilgisi kuralları gibi hemen her dilde belki yüzyıllardır betimlenmiş durumda olan ve çevirmenin (şayet birinci dili, yani ana diliyse) neredeyse içgüdüsel biçimde riayet ettiği kurallardan ziyade söz konusu yazı dilinin genelde pek betimlenmemiş, sezgi yoluyla bilinen, daha ziyade okunarak öğrenilen, dolaylı yaptırıma (beğenilme/beğenilmeme) tabi kurallarını kastediyorum. “X, Y, Z öyle değil, şöyle söylendiğinde daha iyi duruyor / anlaşılır oluyor / okurun beğenisini kazanıyor.” Ben bunlara “retorik kabul edilebilirlik normları” demeyi tercih ediyorum. Çeviri söylemi bu normları pek sık konu etmez, ama pratikte çevirinin alımlanması üzerinde en çok belirleyici olan etken budur. Okurun tekdilli, yani teknik olmayan “çeviri eleştirisinde” birinci ölçüt, ister istemez, hedef-dilin retorik normlarıdır. Ama tabii bu normların bir kısmı ideolojik, estetik veya stilistik tartışmaya açıktır: Sözvarlığı düzeyinde çok şükür ki artık can çekişen Osmanlıcacılık / öz Türkçecilik ihtilafı, sözdizimi düzeyinde kurallı / devrik dizim ihtilafı (ortaöğretimde devrik dizimin yanlış olduğunu “öğrenmiş” (!) veya devrik cümle ile düşük cümleyi birbirine karıştıran okurların beklentisi), vb.
Doğruluk ölçütünü ikinci sıraya koyacağım, çünkü hedef-metni kaynak-metinle karşılaştırma imkânına her zaman sahip olması beklenemeyecek okur için yanlış çeviri hemen fark edilir olmayabilir.
Doğruluk da tıpkı güzellik ölçütü gibi tümel düzeyde tanımlanması kolay olduğu halde pratikte, tekilde birçok soruna gebe. Kısaca, çevirmenin kaynak-metni yanlışsız anlaması ve aktarması. “Kırmızı panjur” gördüğü yere “gri kapı” koymaması. Ama örneğin basitliği yanıltmasın, pratikte birden fazla sebepten ötürü birtakım sorunlarla karşılaşılır. Birincisi, her ifadenin açık seçik olmaması; bir başka deyişle, muğlaklığın dilin bir gölge-olayı, istenmeyen yan-etkisi değil, –Lacancı bakış açısıyla– dilin “gerçeği” olması.6 Türsel ve koşulsal nedenlerle bile isteye muğlak hâle getirilmiş metinlerden (sözgelimi Divan şairlerinin tevriye veya iham gibi söz sanatlarına başvurduğu dizelerinden, bizzat Lacan’ın seminerlerinden) söz etmeme hiç gerek yok. Dilin doğasında muğlaklık olduğu için, açık seçik olmasına gayret edilmiş metinlerde bile karşılaşabiliriz muğlaklıkla. Bu noktada çevirmenden yorumlama faaliyetine girmesi ve muğlaklıktan bir “doğru anlam” çıkarması (veya muğlaklığı aynen kopyalaması) beklenir. François Rastier’nin dediği gibi, iyi çevirmenler aslında bu yorumlama faaliyetini mükemmelen yapabilen, büyük eleştirmenler, yani filologlardır.7 Rastier’nin gözlemini bir adım ileri taşıyalım: Çeviri, bir bakıma, uygulamalı filolojidir (metinbilim) ve hedef-metin de kaynak-metnin üstdili, yani o metinde billurlaşmış anlamı betimlemenin bir aracı, belki de en pratik aracıdır.
Bu tür güçlüklere rağmen, iletişim çabasını bile isteye baltalamayan, açık seçik anlatıma özenen metinlerde doğru anlamı ve yanlış çeviriyi saptamak kolaydır. Tabii bilim karmaşığın basit açıklaması olduğu gibi basitin de karmaşık açıklaması olduğu için, bu basit işlemin teorik / dilbilimsel açıklaması ve temellendirmesi, yine, hiç kolay değildir. Doğru anlam ve yanlış çeviri bana öyle geliyor ki dilbilimsel düzlemde ancak yerdeşlik (isotopie) kavramıyla açıklanabilir: Aynı yere basan göstergeler doğru anlamın kefili, hedef-metinde yamru basanlarsa yanlış çevirinin alametidir. Örnek olarak bir filmin direksiyon başındaki bir sahnesinde şöyle bir replik ve çevirisi üstünde durabiliriz: “Hold the [steering] wheel” cümlesi Türkçeye “Direksiyonu tut” diye çevrilmesi gerekirken “Tekerleği tut” diye çevrilmiş. Burada eksilti (ki konuşma dilinin tutumluluk eğilimi dolayısıyla sık görülen olaylarından biridir) sonucunda İngilizce ifade steering wheel’dan wheel’a daralmış, çevirmen sahneyi izlemediği için İngilizce metinde ortaya çıkan muğlaklığı bir şekilde fark etmemiş ve yanlış yorumlayarak “tekerlek”le karşılamış. “İngilizcesinde olup da Türkçesinde olmayan ne” sorusuna benim verdiğim cevap kısaca şöyle: anlambirimsel yer uyumu. Tutmak fiili direksiyon ile çok sık yan yana gelebilirken (“aynı yere basmak” dediğim şey), tekerlek ile tutmak fiilinin yan yana gelme ihtimali çok düşüktür. Çevirmen işte bu düşük ihtimali kafasında kuvveden fiile çıkardığı için yanlış anlamakta ve bağlamsal olarak anlamsız olana bir anlam yakıştırabilmektedir. Dolayısıyla bir metni veya sözceyi yanlış anlamaya neden olan şey, düşük yerdeşlik ihtimalinin varlığıdır (yoksa, anlamın ötesine geçmeye çalışan edebî metinlerde olduğu gibi, yanlış bile olsa bir anlam verilemez).
Çeviriyi tanımlayan özellik, doğru ve yanlışın çokluğudur. Kaynak-dildeki bir ifadenin hedef-dilde birden fazla ifadeyle karşılanabilmesi muhtemeldir. Bu ifadelerin her biri doğru olduğu içindir ki okur tepkisine zaman zaman akseden anlayışın aksine, tek bir doğru çeviri yoktur. Birden fazla doğrunun mümkün olması aynı zamanda çeviride üslup meselesinin ortaya çıkmasına neden olur. Yazarın üslubuyla belirlenmesi pek kolay olmayan bir ilişki içinde ortaya çıkar çevirmenin üslubu. Çevirmen çoğu zaman kendi üslubuna çevirir. Yazarın üslubuna özel bir dikkat gösterdiğindeyse, alışkanlıklarını dizginleyebildiği ölçüde, yazarınki ile kendi üslubu arasında mekik dokur, müzakere yürütür, en iyi ihtimalle melez üslupta bir metin çıkarır ortaya. Çevirmen aynı zamanda yazarsa, çeviri olmayan metinler yayınlamışsa, bunu incelemek nispeten kolaydır. Bilge Karasu hemen her zaman Bilge Karasu üslubuna çevirmiştir ve bunda bir sakınca görmemiştir. 8Tahsin Yücel ise çevirdiği metinlerin üslubuna daha fazla dikkat etmiş olduğu için, hakkındaki basmakalıp fikirlerin aksine, yazılarındaki üslup özelliklerinin hepsini her çevirisinde göremeyiz. Her halükârda araştırılmayı bekleyen güzel bir konu var ortada: hem yazar hem de çevirmen olanların iki türden metinlerinde üslup özelliklerinin karşılaştırılması.
Çeviride doğrunun çokluğunun nedenini açıklamak, yanlış anlamayı ve yanlış çeviriyi açıklamaktan biraz daha kolay: Diller rasyonel değil, tarihsel birer sistemdir. Rasyonalist çağın “bir kelime = bir anlam” şeklindeki matematiksel ütopyası tarihte hiçbir dil için hiçbir zaman gerçek olmamıştır. Bunun nedenini de Saussure’ün olağanüstü bir içgörüsü yardımıyla anlayabiliriz: Her kapalı sistemin birtakım eşdeğerlilik ve karşıtlıklar üretmesi kaçınılmazdır. Dil düzeyinde hiçbir mutlak eşanlamlı olmayabilir ama söylem düzeyinde eşdeğerliliklerin ortaya çıkması mukadderdir. Telefonda bir arkadaşımıza merakla “Yarın gelecek misin” diye de sorabiliriz, “Yarın geliyor musun” diye de. Bu iki sözce arasında küçük bir psikolojik fark vardır var olmasına, ama dilbilgisinin soyut şimdiki zaman / gelecek zaman karşıtlığı ortadan kalkmıştır; söz konusu söylem durumunda bu ikisi eşdeğerlidir ve ikisi aynı meşruiyetle telaffuz edilebilir (ama “Yarın gelir misin” sözcesiyle karşıtlığa girerler, çünkü bu sonuncusu mevcut bağlamda bilgilenmeye dönük bir sözce değildir, bir rica, kibar bir istek ifade eder).
Kısacası, söylem durumları söylenebilecekleri sınırladıkları için kapalı sistemler yaratırlar ve bunun sonucunda ortaya çıkan eşdeğerlilikler (teknik adıyla) pragmatik, giderek de dilbilgisel ve sözlüksel bir “doğrunun çokluğu”na yol açar. Çeviride üslup, Türkçeye özgü hayat x yaşam, cevap x yanıt gibi suni karşıtlıklardan ziyade bu tür pragmatik eşdeğerliliklere bağlıdır.
Dilbilim ve çeviribilim gibi araştırma dallarının hakikaten birer bilim olması zorlu bir “teknolojik manipülasyon” sınavından geçebilmelerine bağlı: kusursuz otomatik çeviri. Google’ın neural sistemiyle buna ne kadar yaklaştığını görüyoruz. Birtakım alengirli söylem türleri dışında kusursuz (ya da neredeyse kusursuz) otomatik çeviri yakın gelecekte mümkün olacak. Bu işlemin yapılabildiği dil çiftlerinin sayısı artacak. Edebiyat gibi alengirli söylem türlerinde başarılı otomatik çeviri içinse bir yandan edebiyat çevirmeninin bilgiyi içebakışla zenginleştirmesi (“Çeviri yaparken ne yapıyorum, farkında olarak ve olmadan gerçekleştirdiğim işlemler neler” gibi sorulara cevap vermesi ve bunları ifade etmesi), bir yandan da stilistik gibi araştırma dallarının biçimselleşip bilişsel araştırmalarla işbirliğine girmesi gerekiyor. Bu da imkânsız değil, sadece biraz vakit istiyor. Uzun sözün kısası, zanaat olarak çevirmenliğin geleceği uzun sürmeyeceğe benzer.