Çelebi, böyle de tarihçilik yapılır

Oktay Özel'in Türkiye 1643 adlı kitabı “Ben oldum” demeyen, yeni bir şeyler öğrenmeye niyetli, istekli her kuşaktan tarihçiye, ama özellikle yetişmekte olan genç tarihçilere bir çağrı

11 Haziran 2015 16:00

Bir süredir, yayın tarihi düşünülürse yaklaşık iki yıldır üzerine yazmayı arzu ettiğim bir kitaptı Oktay Özel’in kaleme aldığı Türkiye 1643, Goşa’nın Gözleri, ancak birkaç sebepten dolayı bu niyetimi hep erteledim. Tabii, sebeplerden birisi başka sorumlulukların, başka işlerin araya girmesiydi, ancak bunun yanısıra bir yandan müthiş bir emeğin ürünü olduğunu bildiğim bu çalışmaya haksızlık etmek istemiyor, yoğun metni geniş bir zamanda ele alarak bir değerlendirme yapmayı tercih ediyordum; diğer yandan başlığı itibarıyla tarih kitabı gibi gözüken,[1] ama bu tanımın hayli ötesine geçen bu sıradışı yapıtı meslekten tarihçiler kadar amatör olarak tarihe, sosyal bilimlere ilgi duyanlara tanıtmanın gerekli olduğuna inanıyordum, bu da farklı bir kanalda, farklı bir dille mümkün olabilirdi. Kısmet herhalde bugüneymiş, nihayet hak ettiği ilgiyi tam manasıyla görmediğini düşündüğüm bu önemli, tartışma yaratması gereken kitap hakkında birkaç satır yazıyorum.

Baştan belirtmeli, Oktay Özel neredeyse yirmi yıl önce yüksek lisans yıllarımda hocam olmuş, sonrasında hem bir meslektaşa, hem de dost bir yüze dönüşmüş, aramızda belli bir hukuk, tuz- ekmek hakkı olan, akademik birikiminin yanında hayata karşı duruşuna, insani hasletlerine saygı duyduğum birisidir, fakat bu yazı (en azından bana göre) bir mesleki dayanışma, destek atma yazısı, “dar alanda kısa paslaşmalar” gayreti değil. Belki esas soru şu olmalı: Sevdiğimiz, saydığımız bir insan, ortaya doğru dürüst bir ürün koyduğunda sırf tanışıklığımızdan dolayı onu övmemeli miyiz ya da denklemi tersinden kuralım, kalitesiz bir sonuçla karşı karşıya kaldığımızda insani yakınlıktan naşi onu eleştirmekten imtina mı etmeliyiz? Yanıtımın aşikâr olduğunu sanıyorum.

Türkiye 1643- Goşa'nın Gözleri, Oktay Özel, İletişim YayınlarıKitaba dönersek, metnin ilk hali elime bilgisayar çıktısı olarak, önceden dile getirilmiş gayet nazik bir “Biraz vakit ayırıp okur, düşünceni söyleyebilirsen çok sevinirim” ricasıyla geldiğinde biraz afalladığımı, sonrasında bunun sayfalar ilerledikçe artan büyük bir şaşkınlığa evrildiğini hatırlıyorum. Yukarıda sözünü ettiğim kişisel tanışıklık sebebiyle, Oktay Özel’in 1993’te İngiltere’de, Manchester Üniversitesi’nde tamamladığı doktora tezinin üzerinde çok uzun zamandır -20 yılı aşkın bir süredir- ince ince çalıştığını, eldeki veriyi ilmek ilmek dokuduğunu biliyordum (mesela, tezin teorik çerçevesini çizen, ana yaklaşımını özetleyen ilk iki bölümünü 90’ların sonunda okuduğumu anımsıyorum, devamının nasıl geleceğini o zaman dahi çok merak etmiştim). Öte yandan, “Aman bir an önce Doçent, Profesör olayım, iyi olsun kötü olsun kitabımı, makalemi çıkarayım” gibi akademiye, entelektüel kimliğe, bilgi üretimine çok yakışan kaygıları (!) taşımadığından, mansıb ya da meratib umurunda olmadığından, Özel belli bir olgunluğa erişen bulgularını zaman içinde birkaç ciddi, ilgiye değer makale ile paylaşmış, böylece kitabın gelişim çizgisine dair bir fikir de vermişti. Yine, metnin İngilizce ve Türkçe versiyonlarının iki farklı formatta kaleme alınması niyetinden haberdardım. Ancak tüm bunlara rağmen önümdeki kitap, bizzat yazarının tabiriyle “bU ACÂyİP KİTAp” hiç de geleneksel, konvansiyonel bir tarihçi sayılamayacak benim bile beklentilerimin hayli dışındaydı.

Genele kısa bir bakış

Özel’in ortaya koyduğu çalışmanın olağandışı niteliğini hakkıyla anlayabilmek için muhtemelen doğru başlangıç noktası Türkiye’de genelde bu tarz çalışmaların nasıl yapıldığını özetlemek olacaktır. İlk olarak, tarih denildiğinde standard olarak anlaşılan bir Osmanlı tarihi etüdüdür, Osmanlı’nın öncesine veya sonrasına ilgi çok çok sınırlıdır. Bu yüzden örneğin bir Göktürk uzmanı, bir Hazar uzmanı, bir Uygur uzmanı, hatta ve hatta bir Selçuklu tarihi uzmanı son derece nadir karşılaşılan bir değerdir; modern Türkiye tarihi de siyaset bilimcilere, sosyologlara, sıklıkla da gazetecilere emanet edilmiştir. Bilmem, bu koşullar altında, böylesi bir daralma yaşanırken bizim dışımızda kalan başka coğrafyaların tarihine (en basitinden Avrupa tarihine!) fazla bir etkimiz olmadığını, literatüre katkısı bulunan adı belli bir araştırmacımızın bulunmadığını söylemeye gerek var mı?

İstisnaları tabii vardır, ancak çoğunlukla –ezici çoğunlukla- Osmanlı tarihçimiz hiç şüphe yok ki muazzam Osmanlı arşivlerinin de etkisiyle, sıklıkla tez danışmanının tesiri altında kalarak/ kalmaya zorlanarak(?) belli bir belge türünü, belli bir kaynak grubunu seçer, onun üzerinde ihtisas sahibi olur. 2002 tarihli bir makalemde on yıllarca, kuşaklar boyu alanı domine eden (bu arada kimi zaman hafif alaycılıkla, istihza ile kullanılan “defteroloji” ifadesine ilham kaynağı olan) tahrir defterleri araştırmalarının belli bir doyum noktasına ulaştığını, sıranın yavaş yavaş şeriyye (kadı) sicillerine geldiğini, sonrasında da yüksek ihtimalle mühimmelere, temettuat defterlerine, ıslahat layihalarına ve salnamelere doğru ilerleneceğini yazmışım (makale daha sonra 2003 ve 2010’da Türkiye’de Tarih Anlayışı Üzerine kitabımda basıldı), varılan noktada çok da yanıldığımı düşünmüyorum.

Belge tipi seçildikten sonra, Osmanlıca bilgisi, paleografya yetisi sahne alacaktır. Eldeki belgeler dikkatle okunur, içerikleri duruma göre bazen transliterasyon ile, bazen de transkripsiyona başvurularak kâğıda dökülür, genelde önceki kuşakların, yani “hocaların” verdikleri örnekler taklit edilerek bol tablolu biçimde yayımlanır. Kabil olursa, ama o da kabil olursa ve tez danışmanının ya da sürecin devamında meslek büyüklerinin kaşları kalkmazsa, ancak bir miktar yorum yapılır. Şöyle denilebilir sanırım: Yapılan işin zanaat kısmı kuvvetlidir, lakin sanat kısmı hayli sallantıdadır.

Bana göre işin en can alıcı kısmına gelirsek, bütün bu sürecin işleyişinde tarihçi ortalarda yoktur, adeta görünmez olmuştur, tarihçinin “sesi” duyulmaz. Bir birey olarak tarihçinin kim olduğunu, nasıl yetiştiğini, hangi entelektüel kaynaklardan beslendiğini, seçilebilecek pek çok konu arasında niye belli bir konuyu seçtiğini, o konuyu incelerken hangi yolu niye tercih ettiğini pek bilemeyiz. Bu yaklaşımla birlikte doğal olarak tarihyazımının temelini oluşturan kimin neyi, nasıl, neden araştırdığı, niye ve ne şekilde yazdığı, dinleyicisinin/ okuyucusunun kimler olduğu, hangi amaçlarla (yerine göre ideallerle, kimi zaman birtakım hesaplarla, çıkarlarla, art niyetlerle) hareket ettiği gibi sorular gündeme gelmez. Tarihçi ile araştırma konusu, “özne” ile “nesne” birbirinden kopartılmış, tarihçilik ve dahi tarihçi kökeni Batı dünyasında olan, fakat orada sağlam bir eleştiriye tutulmasına rağmen dünyanın başka coğrafyalarında (bu arada, bizimkinde de) hâlen tüm kudretiyle hüküm süren pozitivizm kültünün objektivite totemine kurban edilmiştir.

İşte Oktay Özel’in Türkiye 1643’ü yukarıda tanımlamaya çalıştığım baskın anlayışa getirdiği keskin eleştiri, o anlayışı kırmaya yönelik gayretiyle son derece değerli bir kitaptır. Kitap, hiç alışılmadık biçimde üç düzlem üzerinden kurulmuştur: Bir yanda, Özel’in ucu yüksek lisans yıllarına bağlanan ilgi alanının yavaş yavaş doktora tezi teması haline gelmesi, araştırma ve tez yazma süreci anlatılır; diğer yanda, o yılların -80’lerin ikinci yarısı ile 90’ların başları- siyasi ve sosyo- kültürel atmosferi, yazım şartlarını çevreleyen koşullar dile getirilir; üçüncü bir boyut ise akademisyen Oktay Özel’in kişisel hayat deneyimi, o dönemde yaşadıklarıdır. Tüm bunlar ustalıkla kaynaştırılır ve okuyucu bağlantıları görmeye davet edilir.

Arşivler, defterler, belgeler...

Metnin omurgasını oluşturan birinci bölüm ile yola çıkarsak... Kronolojik olarak çerçeve 17. yüzyıl, ana tema ise yaygın olarak “Celâli isyanları” adıyla bilinen iktisadi ve siyasi yönleri de baskın toplumsal çalkantılardır. 17. yüzyıl seçimi bile kendi başına ilgiye değer, zira kuşaklar boyunca Osmanlı tarihçileri ya 15. ve daha ziyade 16. yüzyıllara (kuruluş ve yükselişe) ya da 19. yüzyıla (çöküşe) odaklanmış, kaynağı antik Yunan’da olan, ama İslam düşüncesi aracılığıyla Osmanlılarda da yankı bulan ve devletleri insanlara benzeten anlayışın etkisi altında kalarak “doğum” ve “ölümle” uğraşmış, bu arada da “hayatın” bayağı bir kısmını göz ardı etmişlerdir.

Yukarıda Osmanlı tarihçileri için Osmanlı arşivlerinin, oralardan tedarik edilen belgelerin ne kadar hayati öneme haiz olduğunu belirtmiştim. Özel’in hareket noktası da “avarız” adı verilen bir belge türü, bir defterdir, ancak türün genel karakterine pek uymayan bu nev’i şahsına münhasır defter araştırmacının kafasını karıştırır ve işi bir dedektiflik hikâyesine çevirir. Bu defterin sırrı nedir, yoksa ortada sır filan yoktur, tarihçimiz vaktini, bu arada da doktora tezini heba mı etmektedir? Oktay Özel meslektaşlarının tersine tek bir kaynak grubu ile yetinmez, Amasya’yı -kırsalını da dâhil ederek- merkeze koyarak karınca sabrı, arı çalışkanlığı ile ayrıntılarını burada vermeye imkân olmayan (muhtemelen tüm kategoriler için ayrı ayrı kitaplar yazılabilecek), ancak Osmanlı dünyasının farklı farklı yönlerini aydınlatan tahrir defterleri, kadı sicilleri, mühimmeler, ahkam defterleri, telhisler, adaletnameler gibi kaynaklara yönelir. Yıllar yılı bu kaynaklar üzerinde (kaynakları ve dahi kendini) tüketircesine çalışır, ayrıca yaşananlara doğrudan şahit olmuş veya en azından çağdaşı olan dönemin kroniklerini, vakanüvis tarihlerini, nasihatnameleri elden geçirir. Osmanlı arşivlerine getirilen ve ciddi haklılık payı da olan bir eleştiri neticede bunların devletin kaynakları olduğu, doğal olarak devletin dilini kurduğu, devletin önceliklerini, tercihlerini, gerekçelerini yansıttığıdır; Özel tüm bu kaynakları karşılıklı “konuşturarak” birinin boş bıraktığını diğerleri ile doldurmaya, kimisinde müphem olanı ötekiler ile anlamlandırmaya, bazısının sezdirir gibi olduğunu başkaları aracılığıyla tam anlamaya gayret gösterir. Kitapta ağırlıklı olarak “Defterlerin söylediğidir” başlığı altında yer verilen bu kısım “has” tarihçiliktir, defteroloji yapılacaksa nasıl yapılması gerektiğinin seçkin bir örneğidir, bu arada da bana çok hoş gelen eserin kuruluş mantığından, kompozisyonundan dolayı “Bu ne biçim tarih kitabı yea” demesi olası kerameti kendinden menkul ‘allame’nin çenesini kapatacak kuvvetteki bölüm, çarpıcı bir tour de forcetur.

Zanaatı böylece tamam eden yazarımız yine ağırlıklı olarak “Tarihçinin gördüğüdür” başlığı ile sanata yönelir (fakat daha önce de okuru uyardığım üzere, başta tarif ettiğim üç düzlem de, buradaki alt başlıklar da aralarında geçişlidir). Yerel ölçekte, o dönemde tüm Akdeniz havzasında gözlenen, Annales okulu ve hasseten Fernand Braudel’in de dikkatini çeken nüfus artışını, özellikle de bekâr erkek nüfus artışını, buna bağlı olarak kuşaktan kuşağa sürekli bölünerek daralan ekilebilir araziyi, en net Yavuz Sultan Selim- Şah İsmail zıtlaşmasında sembolleşen Safevi- Osmanlı (Şii- Sünni) çekişmesini, Kızılbaş isyanlarını, yine en bilineni Mustafa ile Bayezid arasında yaşanmış, Muhteşem Yüzyıl’lara dahi konu olmuş şehzade kapışmalarını düşünür, tüm bu etkenlerin “kırsalın silahlanması” adını verdiğimiz tarihsel olgunun altyapısını adım adım nasıl oluşturduğunu gösterir. Yetinmez, haritalarla, yer adları ile uğraşır; gözden yok olanları, büyük bir yerleşimken küçücük kalanları, aniden ortaya çıkanları tespit eder. Yetinmez, deprem biliminden ya da klimatolojiden destek alır, çalışılan coğrafyayı etkileyen zelzeleleri, doluları, selleri öğrenir, bunların sebep olduğu can kayıplarının, kıtlıkların izini sürer. Ve yine yetinmez, tüm bunları özünde Avrupa çıkışlı bir tartışma olan, ama zaman içinde olayın global boyutlu bir ekolojik felaketle el ele gelişen siyasi, toplumsal çalkantılar olduğunu düşündüren “17. yüzyıl krizi”ne bağlar. Belki de göz önündeki, “büyük tarımsal döngü”den (great agrarian cycle) Osmanlı’nın payına düşendir?

Ancak bunları yaptıktan, kendince gereklilikleri yerine getirdikten sonra özgün bir yoruma varmaya hakkı olduğunu düşünür sanırım Oktay Özel.

Bu arada memlekette...

Tezin yazıldığı şartları anlatan, benim ikinci düzlem olarak tanımladığım bölümde de hayli ilginç noktalar vardır. Genç araştırmacının yurtdışı doktora yılları, dünyaya açılan penceresi örneğin. Özel memleketinde başka türlü yapılamayacağını sandığı şeylerin (bu arada, mesleğinin) aslında bambaşka şekillerde de yapılabileceğinin, hatta bunun gayet de hayırlı olabileceğinin bilincine varır.

Arşiv ortamı da bir harikadır doğrusu. Çalışanlar da, araştırmaları için orada bulunan bilim insanları da soğuktan çok çekerler mesela: Paltolar zaten sırtlardadır da, aralarında ayaklarına kaşkol saranlar da vardır. Öğlen yemeği saati yaklaştığında içlerinden birini o günün talihlisi seçerler, talihli yakınlardaki bakkala gidip helva, ekmek, zeytin tedarikiyle, o öğünü atlatmayı garantiye almakla yükümlüdür. Görüldüğü üzere, Osmanlı belgeleri hakkındaki mesleki dayanışmanın yanında, insani dayanışma da vardır. Hatta bu sayededir ki, arşiv görevlileri de zaman içinde gelişen hukuka dayanarak bu ortama, çay sohbetlerine katılırlar; kendilerinin de saçma, manasız olduğunu gördükleri kimi yasakların, bazı kural- kaidenin etrafından dolaşarak araştırmacılara, “kader ortaklarına” ellerinden geldiğince yardımcı olurlar.

O yıllarda, başka harika şeyler de vardır. Oktay Özel yaşını başını almış, önemsenen bir bilim adamının meslektaşları ile dolu koca bir salonu hiçe sayarak yalnızca dönemin devlet başkanı, 12 Eylül’ün lideri Kenan Evren’i selamladığı, konuşmasını askerce olmasına çalıştığı, ama pek beceremediği bir “Arz ederim” ile bitirip, sahneyi adeta bir topuk selamı ile terk ettiği günü hüzünle anımsar. Ya da saygın bir hocasının odasında karşılaştığı, hocaya da genç doktora öğrencisine de tarihçilik öğretmeye kalkan, herkesin işini yapması gerektiğini vaaz eden, oraya 12 Eylül yönetimince atanmış emekli albayı. Taslağı ilk okuduğumda sorduğum soruyu tekrarlayayım: Haydi o şahıs “işini yapıyordu”, pekiyi o arada üniversite, aydınlar ne yapıyordu?

Bu minvalde, dönemin ruh halini yansıtan, kimi zavallı kitapların kaderini anlatan bir anekdot: Tamamen Osmanlı belgelerine dayanan, Diyarbekir tarihini konu alan bir çalışma devlet kurumlarınca desteklenmiş, neticede kitap halinde de basılmıştır. Ancak ne olursa olur, aniden kitabın “sakıncalı” olduğuna karar verilerek dağıtımından vazgeçilir, eldeki nüshalar depoya atılarak çürümeye terk edilir. Fakat yine de sorun çözülmüş sayılmaz, çünkü maalesef kitap ilk basıldığında az bir miktar telif kapsamında yazarına verilmiştir. Gerçi yazar muhafazakâr eğilimli, devletine bağlı bir kişidir, fakat işte insan doğası belli olmaz; tedbir olarak kitaplar geri istenir, böylece başka bir mecradan, başka bir şekilde yayımlanmaları ihtimalinin de önüne geçilmiş olur.

Bu arada tarihçimizin hayatında...

Gelelim üçüncü düzleme, diğer ikisinin yanına eklenen, Oktay Özel’in büyük bir samimiyetle, açık yüreklilikle dile getirdiği kişisel yaşam deneyimine. Sözgelimi, yurtdışı doktora için hak kazandığı halde nedendir bilinmez YÖK’ten gelen red yazısı ile sönen umutlara, sonra ağırlığı olan, İhsan Doğramacı’yı şahsen tanıyan bir hocanın araya girmesiyle olumsuz görüşün aniden olumluya dönüşmesine. Olaylar böyle gelişmese tarihçimizin herhalde bambaşka bir hayatı olurdu, iyi mi olurdu, kötü mü olurdu, orası tabii ayrıca tartışılabilir. Görüldüğü gibi, köklü ve çoğu zaman sorunlu bir ilişkisi vardır Özel’in YÖK ile; yakınlarda samimi bir arkadaşının kurumun en tepe noktasına gelmesiyle belli bir heyecan yaşayıp ürkek bir umuda kapılsa da sonuç yine hüsrandır (Özel, “Özgürlüğü Hak Etmek ya da Bir İhtimale Sığınmak”, Birikim, Kasım 2013). Taşra kökenli bir gencin dilini şöyle böyle bildiği bir yabancı ülkeye, farklı bir üniversite kültürüne, çok canlı bir entelektüel ortama dalmasına, birikimini, görüş açısını alabildiğine genişletmesine sıra gelir sonra. Ve, o günlerden bugüne kadar yanında olan hayat arkadaşına, can yoldaşına rastlayışını da anlatır Özel çıkılan bu yolculukta. Sonrasında ise, yurtdışı yıllarından önce de, Türkiye’ye dönüşünde de görev aldığı, yuvası saydığı, bugün bile sözünü ettiğinde ayrı bir yere koyduğu fark edilen Hacettepe Üniversitesi’nden kopuşuna, aslında kademe kademe koparılışına şahit oluruz. Genç akademisyenimiz artık büyümektedir. Bunlar yaşanırken 80’lerin, 90’ların gündemi de özel hayatı dört bir yandan çevrelemektedir haliyle.

Sonuçta...

Tüm bu bahsettiklerimi maharetle üst üste koyarak, belki bir piramit inşa ederek hikâyesini 17. yüzyıldan 20. yüzyıla bağlar Özel, adeta Mustafa Akdağ’ın Celâli isyanlarını anlatan ölümsüz başlığı Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası'nı andırır bir biçimde. Günden güne ağırlaşan yaşam şartlarının bunalttığı yoksul halk çocukları birkaç yüzyıl boyunca kendilerine bir çıkış yolu, bir geçim kapısı aramışlar, öyle ya da böyle var olmaya çabalamışlar, kimi zaman devletin yanında, kimi zaman devletin karşısında yer alarak bir şiddet sarmalının içinde savrulmuşlardır. Kimin nerede durduğu, kimin kim olduğu da sıklıkla karışır aslında: Dünün eşkıyası bugün devlet kapısına bağlanır, dünün devletlüsünün ise eşkıyalığa sıvandığı görülür. Güvenlik kaygısıyla, özünde can korkusuyla boşalan köylerin sakinleri gâh “Büyük Kaçgun” içinde dağlara çekilir, 20. yüzyıl başında Hristiyan misyonerlerce keşfedilene dek görünmez olmayı tercih ederler, gâh büyük şehrin varoşlarını tutup başka tür bir görünmezliğe bürünürler. Sivil halk bazen nefir-i am denilerek, bazen Hamidiye alayları adı altında, bazen koruculuk sistemi şekliyle silahlandırılır. Neticede olan yine o yoksul halk çocuklarına olur, değişik iktidar odaklarının güç oyunu içerisinde kırılırlar, hangi cenaha nefer yazılırlarsa yazılsınlar en çok da birbirlerini kırarlar. Oktay Özel’in tarihçi olarak gördüğü dünü de, bugünü de, hatta yarını da zehirleyen bir korku iklimi, süreklilik arz eden bir şiddet kültürüdür; zamanlar değişir, aktörler değişir, lakin sahne (zira “Coğrafya kaderdir”) ve senaryo üç aşağı, beş yukarı aynıdır.

Ek I: Tarih, edebiyat, entelektüel boyut

Önemle altı çizilmesi gereken bir nokta da Türkiye 1643’ün verdiği edebi tattır. Kısa süre önce Eduardo Galeano’nun ölümü nedeniyle kaleme aldığım yazıda belirtmiştim (Birikim, Mayıs 2015), yüzyıllar boyunca edebiyat ile tarih arasındaki bağlantı önemsenmiş, kimi zaman tarih edebiyatın bir dalı şeklinde görülmüş, kimi zaman da doğrudan edebiyat tarih kabul edilmişti. Bu yaklaşımın doğal bir sonucu da, geçmişte pek çok edebiyatçının tarihçi, pek çok tarihçinin de edebiyatçı olarak algılanmasıydı. Ancak yakın zamanlarda bu bağ büyük oranda koptu ya da kopartıldı, tarihçiler gitgide daha “teknik” bir dille, dar bir profesyonellik kalıbı içinden, hayli de kuru, sıkıcı bir üslupla yazmaya başladılar. Osmanlı tarihçiliği gibi arşiv boyutu, belgeciliği çok vurgulu bir gelenekte fazladan bir sorun daha vardı: Çoğu zaman zaten önceden ciddi bir edebi birikimi olmayan tarihçi belgelerle uğraşa uğraşa onların dilini konuşmaya başlıyor, kendini ifade imkânını bazen bir tahrire, bazen bir sicile, bazen bir mühimmeye teslim ediyordu.

Oktay Özel kitabında bu genel eğilimin de karşısında durmaya uğraş vermiş, kendi dilini kurmaya gayret göstermiş, birçok romana, hikâyeye, şiire yerli yerinde atıfta bulunmuş, bana göre de hayli başarılı olmuştur. Şüphesiz, bu noktada kritik olan okuma kültürü, yıllar içinde biçimlenen bir edebi beğeni ve birikimdir. Neredeyse 25 yıl önce bir gün Nilüfer Göle akademisyen ile entelektüel arasındaki farka dikkatimi çekmiş, akademisyenin o ana kadar üretilen bilgiyi öğrenmeye, o bilgiyi en iyi biçimde aktarmaya, bunu da kendi spesifik alanına odaklanarak yapmaya çalıştığını, entelektüelin ise üste küçücük de olsa kendi katkısını eklemeyi istediğini, bu arada da farklı pencerelerden bakmaya çaba gösterdiğini söylemişti.[2] Bu babda, edebiyat da, kendine özgü bir dil kurma da Özel’in entelektüel girişiminin pencerelerinden biridir.

Ek II: Tarih gülümser mi?

Uzun zaman önce yayımladığım bir çalışmada gayet ciddi konuların gülümseyerek tartışılabileceğini, buna karşın gülünesi şeylerin de çok ciddi bir ifadeyle söylenebileceğini yazmıştım. Yaklaşımım bu olunca, Özel’in edebiyatın yanında hiç alışılmadık şekilde bir tarih metninde mizahla kalem oynatmasının bana cazip gelmesi şaşırtıcı olmasa gerek. Fazla uzatmadan bir- iki örnekle yetineyim.

Hepsi devlet burslusu olan, ama bazıları YÖK, bazıları Milli Eğitim Bakanlığı kanalıyla geldiği için aralarında ödeme farklılıkları bulunan öğrencilerin yaşadıklarının Evliya Çelebi’yi anımsatan bir dille tasvirine bakalım mesela: “Bu para meseleleri mühim; tam da bu sıralarda darülharbde MEB’cilerle YÖK’çüler arasında bu yüzden ortaya çıkan gerilim husumete, oradan açık çatışmaya dönüşmüş, kardeşler birbirine düşmüş, kılıçlar çekilmiş, Londra sahrasında mübalağa cenk dahi olunmuş idi, ki bu acayib hadiseye aşağıda döneceğim”.

Ya da biraz uzun bir alıntı vermem pahasına, Şehzade Mustafa’nın katlinden sonra Hürrem Sultan’ın oğulları Bayezid ve Selim ile babaları Kanuni arasındaki iktidar üçgeninin şu tarifine ne buyrulur?

“Bundan sonra Konya’ya, Amasya’ya kim gelmek ister. İstemez tabii, ama devlette süreklilik esastır. Bu kez şans Hürrem’in oğullarından Şehzade Bayezid’e vurmuş, annesi öldüğünde 1558’de. O da epeyce naz etmiş, sızlanmış, dil dökmüş sevgili babasına, “al beni buralardan ver başka yerlere, ama olmuşken de payitahta yakın olsun!” diye mektuplar mı döşenmemiş, aracılar mı yollamamış babacığına. Artık yaşlanmaya başlayan, Mustafa’sının infazını emredişinin acısını da muhtemelen hiç üzerinden atamamış olan, bağrı yanık ahalinin “bunak Padişah!” diye anmaya başladığı Süleyman yine de tecrübesini konuşturmuş. Prim vermemiş şehzadesinin “ayağının turabı olayım sultanum babam” benzeri şiirlerle dolu ağlak mektuplarına, bir yandan da soğuk bir duygusallıkla “ey benim isyancı salak oğlum!” mealindeki murabbalarla cevap verirken oğluna. Ama Bayezid uzatıp işin suyunu çıkarınca, onun da tadı iyice kaçmış tabii, baba şevkatinin de bir sınırı var. “Bir Amasya’ya yolladık bu oğlanı diye bunca gürültü çıkarılır mı yahu; memlekete hizmetin doğusu batısı mı olurmuş. Amasya o kadar şark da sayılmaz ayrıca, üstelik daha evvelki yıl oradaydım havası hala hoş, suyu da Allah için gayet lezzetliydi” diye düşündükçe tepesi iyice atmış. Diğer oğlu Selim’i kayırmaya ve el altından desteklemeye başlamış”.

Ne dersiniz, fena mı olmuş?

Bitirirken...

En başta da söylediğim gibi dikkate alınması, üzerinde düşünülmesi gereken, değişik tarzda bir tarihçiliğinin kapısını aralamaya çalışan bir yapıt Türkiye 1643. Bu açıdan bakıldığında, “Ben oldum” demeyen, yeni bir şeyler öğrenmeye niyetli, istekli her kuşaktan tarihçiye, ama özellikle yetişmekte olan genç tarihçilere bir çağrı. Diğer yandan, tarihle amatör düzeyde ilgilenenler için de birçok anlamda doyurucu bir çalışma. Kendi payıma, birkaç sayfalık bir kitap tanıtımı yazma düşüncesiyle yola çıktım, buralara vardım. Ve, bu türü için hacimli sayılabilecek yazıya rağmen, kitapta çok daha fazlası var sevgili okur. De te fabula narratur bile akla düşebilir hatta, kim bilir belki de “Anlatılan senin hikâyendir”.[3]

 
[1] Aşağıda açıklayacağım üzere, bu kitap benim elime kitap halini almadan önce geldi, ben de kendimce fikrimi söylemeye, karınca ayağı kadar da olsa bir katkı koymaya çalıştım. Benim başlık önerim –yazarının da beğendiği ve bir yerde kısmen kullandığı- “Bir Zamanlar Anadolu’da: Amasya 1643” idi; esin kaynağım Nuri Bilge Ceylan’ın filmiydi, bana göre filmle kitap arasında bazı çağrışımlar vardı, zaten film de kitabın odak noktası olan Amasya’ya pek de uzak olmayan bir yerde çekilmişti. Ancak Özel haklı olarak Ceylan’ın bundan hoşlanmayabileceğini, telif anlamında sorun olabileceğini söyledi, neticede başlık başka türlü bir şekilde düşünüldü. Yine de, eğer kitabı okumuş olsaydı ben Nuri Bilge Ceylan’ın bu benzerliğe hiç dertlenmeyeceği kanısındayım.
[2] Dünya tuhaf: Seneler sonra tesadüf eseri yurtdışında yolumuz keşiştiğinde anımsatmıştım Göle’ye beni oldukça etkileyen bu tanımlamasını, o unutmuştu, ben hatırlıyordum.
[3] Yüksek ihtimalle herkesten fazla Karl Marx’la özdeşleştirilen bu ifade köken olarak Horatius’undur. Yeri gelmişken, tam şekli de verilmeli belki: “Quid rides? Mutato nomine, de te fabula narratur” (yaklaşık olarak “Niye gülüyorsun? İsimleri değiştir, anlatılan senin hikâyendir”).