Celal Kadri Kınoğlu: “Bir düşkünlüğüm var hatırlamak meselesine”

"Ben sanki bütün sevdiğim şeyleri okudum, sonra oturdum yazdım gibi oldu. Tam anlamıyla rahatlama duygusuyla yazdım Armağan’ı. Artık hiçbir şeye yetişememe duygusu yaşamıyorum. Hayatımda hiç bu kadar rahata ve huzura erdiğim bir nokta olmadı."

09 Haziran 2022 12:30

 

Celal Kadri Kınoğlu ile ilk romanı Armağan üzerine yapmış olduğumuz söyleşi, yaşamın kendisine sunulmuş armağanlarını paylaşmak isteyen bir insanın sanatın her dalıyla, kitaplarla, müzikle, felsefeyle ve tiyatroyla sarmalanmış varoluşunun zevkli, derinlikli ayrıntıları üzerine gerçekleşti. Tiyatroyla hemhal olunmuş 38 sene, 45 oyun ve şimdi de donanımı sanat olan yaşamında tüm biriktirdiklerini bariz bir miras olarak bıraktığı romanıyla karşımızda Celal Kadri Kınoğlu: “Hayat çok kısa, küçük ve iyi yazılmamış bir kitap."
 
***
 
Hayatınızın başat unsuru tiyatroyu ve edebiyatla kurduğunuz güçlü bağı konuşmaya başlayarak biyografinizde geçen –güzel bir ironi cümlesi– “Aferin… Sanata doymuştur herhalde!” sözü üzerine sanata doyulur mu sorusuyla başlamak isterim.
 
Yıllar sonra yaptığınız şeylerin toplamına baktığınızda “Ohh!” diyorsunuz, bir ferahlık geliyor. Ben bunu istemiştim. Ben bunlar için gençliğimde hayaller kurdum, rüyalar gördüm ve sonunda gerçekten bütün çabamla, bütün ruhumla istediğim her şeyi yaşadım. Bunun getirdiği mutluluk, doygunluk ama kâğıt üstünde görünce biraz fazla mı olmuş acaba? “Aferin… Sanata doymuştur herhalde!” biraz bu hissiyatla telaffuz edildi. Otuz sekiz sene, kırk beş oyun, bunlar çok büyük sayılar oluyor. Bir yaşa geldiğinizde, dönüp baktığınızda neredeyse kırk yıl… Gurur duyma, ama bir yandan da şaka yollu bir nükte aslında. Edebiyatla olan bağa gelirsek; dedemin bana yıllar önce Genç Werther’in Acıları’nı verip, “Bak oku, Goethe iyidir” deyip de, bir yandan da “Bu romanı balkonda okuma, bunu okuyanlar intihar etmişler Avrupa’da” falan deyince daha fazla meraklanarak okumaya başlamamla birlikte edebiyatla bağım başladı. Çocukluğumda Agatha Christie, polisiyeler, lisede başlayıp üniversite yıllarına uzanan klasik eserleri okuma süreci ve sevdiğim bütün yazarlara zaman ayırma imkânıyla modern İngiliz, Rus, Alman, Avusturyalılar derken istediğim kadar okuyabildim. Bu anlamda aklımda kalan bir kitap yok diyebilirim.
 
Bir teşekkür olarak bu yazarları ve kitaplarını romanınızda da okuyoruz zaten...
 
Evet, kesinlikle… Teşekkür etmek amaçlı, bir vefa borcuyla çok bayılarak okuduklarımı Armağan’a da yazdım. Hayatımı kurtaran öğretmenlerim çünkü onlar. Felsefeciler, yazarlar hayatımı şekillendirdiler. Tamamen bir teşekkür dönemi yaşıyorum diyebilirim.
 
Armağan ilk romanınız. Yazma süreciniz nasıldı; romanı size yazdıran odak sebep/sebepler neydi?
 
Ölüm korkusu, ölüm gerçeğine karşı bunu başka bir şeymiş gibi yapmadan, saklamadan, gizlemeden, örtmeden bunun bana yüklediği görevi anlamaya çalışmak. Unutulmak telaşı olabilir, istediğim gibi hatırlanmam gerekiyor kavrayışı, bilinci olabilir. Biz oyuncular aslında yokuz. Oynuyoruz. İnsanlar seviyorlar, geliyorlar, alkışlıyorlar. Sonra yok olup gidiyoruz. Zaten başkasının aklıyla yaşıyoruz orada. Bir yazarın, bir kahramanın içinde yaşıyor ruhumuz. Bizim düşüncelerimiz, bizim kelimelerimiz, bizim anlamlarımız seyirci tarafından bilinmiyor. Bu bilinmeden yaşayıp gitmekle ilgili problem için ben bir şeyler bir paketin içine girmeli diye düşündüm. Bu bir romandı. Düşüncelerin, zevklerimin, inandığım şeylerin belli bir estetikle birleşerek işin içine girdiği, yaşama karşı bir gönül borcu ve aynı zamanda kızıma kalacak bariz bir miras. Bizden sonra çocuklar –belki de elli yaşlarına geldiklerinde bizler artık ortada olmayacağız–  ellerinde fotoğraflarla, babam şöyleydi, şakacıydı, şunları şunları yapıyordu, evde şarkı söylerdi diyecek. Peki, kimdi bu adam? Ne düşünüyordu? Onun geldiği istasyonda ben çok gerilerden konuşuyor olacağım. Bu yüzden de geleceği kontrol etmek istedim herhalde.
 
 
Roman “Asistan Aranıyor” ilanıyla başlıyor ve ilerledikçe anlıyoruz ki, kahramanımız unutmak istemiyor aslında. Bu yüzden de kayıt altına almak istiyor; okuduklarını, izlediklerini, dinlediklerini. Hafıza ve bilinç netliği ortaya koymak istiyorsunuz sanki…
 
Evet, doğrudur, hafıza ve bilinç netliği kazandırmak. Biraz Platonvari bir şey. Orada iki insan çene çalar ve birkaç insan diyaloğa girer. Ben de bunu fark ettim kendimde. Kendi başıma yaşarken, düşünürken, yazarken belirli noktalardan sonra daha ileriye gidemiyorum. Ama birisiyle konuşurken, yürürken kafam daha iyi çalışıyor. Akışa giriyorum. Soru cevaba, diyaloğa inanıyorum. “Ne düşündüğümü bilmek için yazıyorum” demiş Pierre Bourdieu. Ben ne düşündüğümü bilmek için birisiyle konuşmaya da inanıyorum. Romanda da nispeten yaşlı adamı heyecanlandıran, zevk veren genç kızın güzelliği, zekâsı ve zarafeti onu canlandırırken düşüncelerini bulmak konusunda ilham kaynağı oluyor. Ve seyirde başka bir şey devreye giriyor. Ve insanları konuşturan bir şeydir aşk. Ben kendimden biliyorum. Zekâsıyla, esprisiyle, yeteneğiyle kızın bunu başarmasını hayal ettim.
 
Toplumun nabzını da tutuyorsunuz aynı zamanda. Romanı okurken ‘80’li, ‘90’lı yıllara gittim. Toplumsal anlamda da yazarlar, müzikler, kitaplar ya da bir obje üzerinden dahi, bir çeşit toplumsal miras hatırlatmalarını da yaşıyoruz.
 
Bir düşkünlüğüm var hatırlamak meselesine. Çehov’un şu sözünü çok severim: “İnsan ne zaman ölür? Artık hiç kimsenin hayalinde yaşamadığını anladığı zaman.” Bu söz beni kışkırtır. Bu anlamda Proust’u da çok severim. Kitapta bir de Marcel Proust projesi işliyor bu yüzden. Adam zaten okumuş ama asistan kıza yeniden okutuyor, önemli yerlerin altını çizdiriyor ki, Proust’u bir kere daha yaşasın. Kendisi için yeniden Proust’u unutulmaz hale getirsin. Bir yandan da bir İstanbul haritasında geçiyor her şey. Ta ‘68, ‘69 yılındaki çocukluğumun geçtiği Pangaltı’daki evde oyuncaklar, arka oda, pastaneler, balıkçılar, sokaklar, Osmanbey, Kurtuluş, Şişli; ‘69’dan sonra Suadiye, Bağdat Caddesi’ndeki yerleşmeler, İstanbul Erkek Lisesi, Cağaloğlu, kitapçılar… İstanbul panoraması, sihirli küçük bir harita gibi düşünün. Adamın kabul ettiği, yaşamım dediği yere olan hâkimiyetini okuyoruz.
 
Hayatı sanat eserine dönüşmüş bu adamın hikâyesinde Alev’in de varlığı önemli. Onunkisi tüm kavramları toparlama görevi aslında Proust üzerinden, değil mi?
 
Hatırlamak ne demek, unutmak ne demek, aşk ne demek, rüya ne demek, kıskançlık ne demek, ihtiras ne demek, ölüm ne demek, yürümek ne demek, ahlak ne demek? Evet, tüm kavramları toparlamak. “Ahlak nedir?” dendiğinde, başkasının acısını hissedememekten kaynaklanan utanç ahlakımızın temeli olmalıdır cevabı önemli. Burada gençlere yaşamı anlatmaya çalışmak ve biraz da didaktik olmayı göze alarak elbet; kitabın belli bölümlerinde bunu yapıyorum.
 
Alev bir jenerasyonun da temsili aynı zamanda ama siz bu jenerasyonu dövmemeyi, onlarla bir şeyler paylaşmayı tercih ediyorsunuz.
 
Ben karamsar yaşlıları dövmeyi seviyorum. Karamsar, mutsuz, hayatın gerçeği budur, hayal kurmayın, hayatı romantize etmeyin deyip kendi tatsız, mutsuz, ruhsuz hayatının intikamını gençlerin eğlencesinden alan yaşlıları sevmiyorum.
 
Bu sebepten Alev’deki parlak zekânın ortaya çıkması aslında ana karakterin bir özelliği diyebilir miyiz?
 
Alev’e bir jest, bir tür meydan okuma da var aslında. Bakalım ne hissedecek, bunu görmek istemek. Çünkü iki yüz metrekare bir eve giriyor, altmış metrekare koca bir salon. Kitaplarla, plaklarla, kasetlerle, müzik enstrümanlarıyla dolu... Aslında kız da aldığı eğitimle, anneden, ailesinden gördükleriyle böyle bir cenneti hak ediyor. Kız sonraki yaşamının içine giriyor belki de. Belki kendisi de kırk sene sonra oraya geldiğinde böyle bir dünyası olacak. Bu asistan hikâyesi kaçırılmış bir baba-kız ilişkisi gibi de başlıyor aslında. Oraya yerleşmek, o dünyanın içinden konuşmaya başlamak, adamı onlarla beraber anlamak. Bütün bunlar karşılıklı önyargıları kırıyor bence. Neticede adamın yapayalnız yarattığı hayatın kendisi zaten çok hüzünlü ve çok romantik. Alev bunu anlayabilecek espriye sahip. Alev adam için bir armağan işte, filozoflar, yazarlar dünyaya bir armağan, adamın tasarladığı kitap projesi ta torununa doğru gidecek olan bir armağan; yaşamlar birbirlerine eklenerek çoğalıyor. Romanda birçok armağan unsuru işte bu sebeplerden dolayı var.
 
Adamın felsefi öğelerle hayatı betimleme yönlerini Deleuze’un “Köksap” kavramına benzettim biraz. Köksap, bir araya gelmenin adımları, daha ‘önce de buradaydım sanki’ duygusu ve bazı bedenlerin kuvvetli bir biçimde birbirini çekmesi hissi. Romanı ne ölçüde bu kavram üzerinden tanımlayabiliriz?
 
Deleuze’e ben de bayılırım. Fransız modern felsefi eserleri aynı zamanda edebiyat eserleri gibi geliyor bana. Galiba küçük oluşlar – bir anda bir şey başlıyor, bir yere kadar geliyor ve kesiliyor ve sonra başka bir yağmur damlası gibi bir başka an buluşması yaşanıyor aralarında… Bütün bunlar sanki empresyonist bir ressamın o andaki attığı fırça darbeleri gibi yerleşiyor romana. Bütün bu oluşlar belki bahsettiğiniz köksap meselesini, oluşlar ve bitişlerin yarattığı büyük, bütüncül senfoniyi yakalıyor. Müzikal küçük hareketler tamamlanabildiyse eğer, bunu yapmaya çok çalıştım, sahiden iyi görmüşsünüz, o ihtişamı mütevazı bir şekilde yansıtmak istedim, o senfoniyi her ânı düşünülmüş zevk ve derinlik hissi yaşatacak bir roman olsun istedim…
 
Romanı okurken güçlü bir yetişememe duygusuyla sarmalanıyorsunuz. Şunu da okumalıyım, bunu da dinlemeliyim, şuna bir göz atmam lazım. Yazarken siz böyle bir yetişememe duygusu yaşadınız mı?
 
Ben sanki bütün sevdiğim şeyleri okudum, sonra oturdum yazdım gibi oldu. Tam anlamıyla rahatlama duygusuyla yazdım Armağan’ı. Artık hiçbir şeye yetişememe duygusu yaşamıyorum. Hayatımda hiç bu kadar rahata ve huzura erdiğim bir nokta olmadı. Müzikte de mesela bir triomuz var. Müziğimi yapıyorum istediğim gibi. Kızım 15 yaşında. Mutluluğuma diyecek yok; böyle güzel bir dönem yaşıyorum.
 
Son olarak pandemi dönemi, ekonomik krizler, patlak veren savaş… Dünya gerçekten beklendiği üzere yenilenebilecek mi diye sormak isterim. Sanat bundan ne kadar etkilenecek, bu yönde değişimler nasıl olacak sizce?
 
Çok fazla ilgilenmiyorum; günlük yaşamla, siyasi gündelik şeylerle, ekonomik krizle, pandeminin kendisi veya yarattığı insan psikolojilerinin ortaklaşa başardığı tırnak içinde “karamsarlık biçimiyle”. Kendimi oradan çıkarttığım zaman, tüm bunların dışında yaşadığım zaman daha mutluyum, heyecanımı kaybetmiyorum. Bir tür masumiyeti koruma diyebiliriz buna. Özellikle bu tiyatroda çok gerekiyor. Yani çok da kararmamamız lazım. Sahneye çıktığımızda bir çocuk tatlılığıyla, yüksek heyecanıyla enerjileri patlatıyoruz. Çok mutsuz olmaya meyilli biri de değilimdir. Bazı insanlara bakıyorum, aslında çok mutsuz oldukları için hayatın gerçeklerini kendi mutsuzluklarının sebebi olarak meşrulaştırıyorlar. Tüm gerçeklerin doğrularıyla kendi mutsuzluklarını meşrulaştırmayı doğru bulmuyorum. İnsan kendi bilinciyle kendini yaratır ve her şeyi yoluna koyar diyorum. Benlik o kadar farklı açıların altında saklanıyor ki, bunlara çok da prim vermemek gerekiyor. Bunlara itibar etmiyorum, çünkü benim elimden bir şeyler geliyor ve hayat devam ediyor. Sanatın ülkesindeki insanlar yenilenir. Felsefeyle akıllanır. Hakikaten dünyayı doğru görmek için, doğru düşünebilmek için sanata ihtiyacımız var. Bu yenilenmeyi anlayıp anlatabilmek için edebiyat gerekiyor. Hayat çok kısa, küçük ve iyi yazılmamış bir kitap. Bu yüzden sanatçılara, sanata, romanlara ihtiyacımız var. Beni sadece iyi romanlar yeniliyor.
 
 
 

Celal Kadri Kınoğlu
Armağan
İthaki Yayınları
Nisan 2022
184 s.