Unutulmuş yazarlar aranıyor!

"Bu zeminde daha yapılacak çok şey var. Her şeyin başında 'Unutulmuş Yazarlar Sözlüğü' geliyor ki, bu ilgi alanına yol göstersin. İyi, kötü, önemli ve önemsiz ne varsa onlar tasnif edilmeli, bir yandan akademi, diğer yandan sivil araştırmacılar edebiyat tarihimizi yenilemek için didinmeliler."

09 Haziran 2022 17:56

 

Türk basınında ve yayıncılık dünyasında çok sayıda unutulmuş kalem var. İçlerinde yaşarken yıldızlaştıkları halde öldükten sonra tarihe gömülmüş olanlar da var. En azından 1960 öncesi –edebiyatçılarla dolu olan– basın, yayıncılık dünyamızı müthiş bir biçimde besliyordu. Ahmet Rasim ve Sermet Muhtar gibi iki önemli İstanbul yazarı süreli yayınlar üzerinden kendilerini gösterme olanağı bulmuştur.

Süreli yayınların bu denli zengin bir içerikle donanmasının en önemli nedeni kalem sahiplerinin İstanbullu oluşudur. Ahmet Rasim, Refii Cevat, Burhan Felek, Vâ-Nû gibi yazarlar öncelikle “muhabir”dir. Süreli yayınlarda yaza yaza edebiyatçı seviyesine çıkmış ve gazetelerdeki “fıkra yazarlığı”yla, doğup büyüdükleri kente ilişkin bütün tanıklıklarını halkla paylaşmışlardır.

Mahmut Yesari, Peyami Safa, Selahattin Enis, Refik Halit gibi gazete mutfaklarına da girip çıkmış edebiyatçılar ise ünlerini, yaygın bir okur kitlesine ulaşma olanağını “tefrika roman”larıyla elde etmişlerdir. Bir yandan kitapları basılıyor, öte yandan birden çok süreli yayında romanları tefrika ediliyordu. Güçlükle de olsa 1970’lere değin uzanan “tefrika çağı”nın çok ilgi gören “tarihî roman”lar kalemi vardı. Bir şey daha vardı; “İstanbul hayatı”nı anlatan tefrikalar. Çok uzak tarihlere bakan –tarihi sevdiren adam– Ahmet Refik; yaşadığı çağın tanıklığında paha biçilmez Sermet Muhtar.

Sermet Muhtar deyince şöyle bir durmak gerekiyor. Onun gibi bir bellek az gelmiştir bu topraklara. Bir paşazade olan yazar Göztepe’deki köşkte büyümüş, yoksullaştığı zamanlarda Beyoğlu’nda bir apartman dairesinde yaşamını sürdürmüştür. Mekteb-i Sultani’de (Galatasaray Lisesi) okurken iki arkadaşıyla birlikte yayımladığı El Üfürük (1908) adlı (yüz yılda bir yayımlanacak olan) mizah dergisini çıkararak basın ve mizah hayatına adım atmıştır. Yazı dışında çizgiye, resme de meraklı olan yazar, bazı dergilerde karikatür ve vinyetler de çizmiştir.

Cumhuriyet döneminde 1930’lardan başlayarak başta Akşam olmak üzere birkaç gazetede tefrika ettiği tasnif edilmiş anıları İstanbul için gerçekten paha biçilmez bir birikimi oluşturur. “Tefrika Çağı”, Sermet Muhtar ile altın çağını yaşamıştır. Sağlığında yayımlanmış kitapları sınırlıdır. 1990’larda Fahri Aral’ın yönettiği İletişim Yayınları’na önermemle bu tefrikaların bazıları kitap olarak yayımlanmıştı. Okurdan beklenen ilgi görmediği için yayın dizisi durdurulmuştu. Şu son birkaç yıldır bitpazarına nur yağmaya başladığı için Sermet Muhtar ve yukarıda adı geçen ve geçmeyen birçok “ölü yazar” hayata dönmeye başladı.

Unutulmuş yazarlar arasında bir de Adnan Veli Kanık vardır – Orhan Veli’nin kardeşi. Karikatür tarihiyle uğraşmaya başladığım 1970’lerden bu yana önce mizah dergilerinde, sonra diğer süreli yayınlarda onun izini hep sürdüm. 1996’da İnkılâp Kitabevi’yle bir “mizah edebiyatı kitaplığı” kurmak üzere anlaştım. Başlangıcı parlatmak için –bir defa olmak kaydıyla– “Aziz Nesin Mizah Öyküsü Yarışması” kurmuştum.

Adnan Veli’den iki, Suavi Süalp’ten bir, Osman Cemal’den bir, Boratav’dan birer (Nasreddin Hoca) kitap yayımladım. Kısa bir zaman sonra “satmadığı” için proje iptal edilmişti.

Yıllar sonra yeni ve küçük bir yayınevinden Adnan Veli’nin İstanbul Batakhaneleri’ni (2018); daha sonra da yeni, ancak büyük bir yayınevinden Mapushane Çeşmesi’ni (2019) yayımlama olanağı buldum. Yazarın, hapishane hikâyelerini içeren Yandan Akıyor Yandan ile Orhan Veli İçin adlı –yenilediğim– armağan kitabı üç yıldır yayınlanamıyor. Yazarın sadece Vatan Pazar İlâvesi’nde yayımladığı haftalık “İstanbul hayatı” üzerine yüzlerce yazısından yapmayı hayal ettiğim derlemelerden söz açmak istemiyorum.

Buraya kadar sarf ettiğim 450 küsur sözcükte anlatmaya kalktıklarım, “unutulmuş yazarlar ve yapıtları”nın binde biri bile değil. Turkuaz Yayınları’nda başladığım “Tavanarası Kitapları” ise başlı başına bir macera. 15 yılda, hazırladığım onlarca dosyadan sadece üçünü yayımlayabildim. Refik Halit’in derlediğim yüzlerce yazısı ise elimde patlamıştı!

Sanırım son 5 yılda “eski yazarlar ve yapıtlar” konusunda gerçekten bir altın çağ yaşanıyor. İletişim Yayınları’nın “İstanbul Kitapları” dizisi dolayısıyla ilgi gösterdiği “unutulmuş edebiyat”, 2020’lerde yeni bir boyut kazanmıştı. İş Bankası Yayınları, Can Yayınları ve Koç Üniversitesi Yayınları’nın “unutulmuş edebiyat” konusundaki büyük atılımlarıyla (ve onlardan etkilenen birçok yayınevinin çabalarıyla) gerçekten bambaşka bir yayın kataloğu oluşturmaya başladı yayıncılık dünyamız.

Bu zeminde daha yapılacak çok şey var. Her şeyin başında “Unutulmuş Yazarlar Sözlüğü” geliyor ki, bu ilgi alanına yol göstersin. Özellikle yakın dönemde kurulmuş yayınevleri, çalıştıkları alana ilişkin tarih bilgisi konusunda sıkıntılar yaşıyor. Bu süreç, aynı zamanda yayınevlerine “tarih bilinci” konusunda iyi bir ders haline gelebilir. Geçmişten kopmak korkunçtur. Çünkü geleceğin köprüsü olmaksızın yaşayamayız. İyi, kötü, önemli ve önemsiz ne varsa onlar tasnif edilmeli, bir yandan akademi, diğer yandan sivil araştırmacılar edebiyat tarihimizi yenilemek için didinmeliler.

Bu yazıyı bir öneriyle bitirmek istiyorum:

1932’de Atatürk’ün isteğiyle kurulmuş Türk Dili Tetkik Cemiyeti’nin aynı yıl başlattığı önemli ve büyük çalışmalardan biri de 11 ciltten oluşan Derleme Sözlüğü’dür. Bu altın değerindeki çalışma Türkçe Sözlük’ün kaynağıdır. Bu sözlük, Orhun Abideleri’nden başlayarak kitaplar ve halktan derlenmiş “sözcük”ler üzerinden yapılmış bir çalışmadır.

Yapılması gereken “Yeni Derleme Sözlüğü”, ilk basılı kitap ve süreli yayınlardan başlayarak bütün Osmanlı dönemini içermelidir. Çalışmanın Cumhuriyet döneminde 1960’lara değin uzanması gerekir. Bu gerçekleştirilebilirse Türkçe Sözlük zenginleşecektir. Kuşkusuz bu çalışmanın yararı, salt “zenginleşme” olarak tanımlanamaz.

Yazarlar, istense de unutulamazlar, çünkü kâğıtlara geçmiş yazılar, bir gün o derin uykudan uyandırılırlar.

•