Çağrılmayan Yakup’un baktığı kurbağaların kaderi

"Şiir çalışılarak yapılan bir şey olsaydı eğer, gününün ve ömrümün en önemli bölümünü şiir yazmaya ayıran bir insanın her yazdığı bir öncekinden daha parlak bir nitelik taşırdı, öyle değil mi? Ne yazık ki öyle değil ve bunu en iyi bilenlerden birisi de Edip Cansever’in kendisi tabii ki."

20 Ağustos 2020 06:47

–g.g. için, daima–

1.

Murat Belge, Edip Cansever’in yazdıklarında belirgin bir T. S. Eliot tesiri bulunduğunu söylüyor sözünü sitemini sakınmadan. Söylemekle kalmıyor, örneklendiriyor da bunu. Bilhassa Umutsuzlar Parkı’ndan itibaren daha bir netlik kazanan, daha bir göze çarpan bir ‘esinlenme’ tarzıdır bu. Söz gelişi, “Çay masaları, öğle yemekleri, gezintiler”[1] dizesi, ister istemez Eliot’ı, Prufrock’ı hatırlatıyor (‘Elinizden ne gelir ki’ de öyle. Veya sonraki bölümde ‘Biz olmayan insanlarız’ gene Eliot’ın ‘We are the hollow men / we are the stuffed men’ (The Hollow Men’) şiirinden esinlenmişe benziyor. Böyle bir çok dize bulunabilir” tespiti.[2] Birkaç sayfa sonra da, dostunu esirgemeye çalışıyor tabii ki Murat Belge:

“’Deniz kıyısı’, minareler, doğallık, uçsuz bucaksızlık, Eliot’ın ‘Prufrock’ının sonundaki deniz imgelerini şöyle bir hatırlatıyor. Zaten bu şiirin bütününde ‘Prufrock’ atmosferi hissediliyor (bu bir ‘taklit’ filan değil, bir ‘ruh hali ortaklığı’). Bu şiiri ben Edip Cansever’in ‘şiirsel rüşdünü ispat etme’ nişanesi olarak kabul ederim.”[3]

İlk baskısı 1966 yılında De Yayınevi tarafından yapılan Çağrılmayan Yakup’tan söz ediyor Murat Belge. Bir şairin rüştünü ispat ettiği şiirde, Eliot’la bu ölçüde ‘ruh ortaklığı’ sergilemesi biraz garip karşılanabilir elbette, ama daha garibi de var bereketli edebiyat dünyasının koridorları arasında. Edip Cansever üzerine hem yüksek lisans, hem de doktora tezi hazırlayan ve bunu da iki güzel kitapla taçlandıran Devrim Dirlikyapan’ın kayda geçirdikleri bunun çarpıcı bir örneği mesela.[4] Çağrılmayan Yakup şiirindeki “Kurbağalara bakmaktan geliyorum” dizesi, nereden aklına estiyse artık farklı bir çağrışıma yol açar Vedat Günyol’da: “E. Cansever kapalı bir ozan. Alalım Çağrılmayan Yakup’u. Kim bu Yakup? Kendisi. O kurbağalar, aç gözlü kurbağalar kim? Bir zamanlar İşçi Partisi’ni oluşturan  o güzelim insanlar.” Bu satırları okur okumaz, “Vurgun yemişe döndüğünü” söyleyen Edip Bey’in tepkisi, şairin ta kendisidir: “Hayatım boyunca böyle bir iftiraya uğramış değilim.”[5]

Gene Dirlikyapan’ın söylediğine göre, Sabit Kemal Bayıldıran, öyle Eliot filan değil, Albert Camus’un Yabancı romanının baş kişisi Meursault’un bir izdüşümü olduğunu iddia edecektir Yakup’un. Bayıldıran’ı bu ciddi kanaate yönlendiren, Yakup ve Mearsault’un topluma yabancılaşmış olması kadar, –burası çok daha önemli–, “Her ikisinin de sevgilileriyle anlamsız, saçma bir ilişki içinde bulunmasıdır.”[6] Güven Turan ise birkaç adım birden zıplayarak Beckett ve İonesco üzerinde ısrar edecektir hiç gereği yokken. “Kurbağaları sevmiyordu belki de Edip Cansever; belki de sadece kurbağaların nitelikleri yüzündendir: Sürüler halinde yaşarlar, sürekli hareket ederler, ürkektirler, yapış yapış, tiksindirici bir derileri vardır ve en önemlisi de çok ses çıkarırlar.”[7] İşçi Partisi mensuplarından yapış yapış kurbağalara uzanan ilginç bir (aşırı) yorum estetiği yani...[8]

Murat Belge’nin rüşt ispatı olarak gördüğü kitabı, “Bazı yazarlar tarafından şiir yoğunluğunu iyice yitirerek öyküsel bir anlatıma dönüşmesi nedeniyle zayıf bulunmuş, şairin diğer kitaplarına oranla ‘şiir düzeyi düşük’” diyerek şiirle ölçenler de vardır hiç kuşkusuz.”[9] Gülten Akın’ın kestirmeden giderek “çok laf” gibi iki kelimeyle yetinmesi, ziyadesiyle açıklayıcı kanaatimce. Murat Belge ise T. S. Eliot gölgesini bir kez daha hatırlattıktan sonra, “Asıl önemli etki, şiirin bütünlüğüne gösterilen dikkattir. Türkiye’de yazılan şiirde az rastlanan bir özenle leitmotifler saptanmış, şiirin yapısının kendisini anlatması için uygun düzenlemeler yapılmıştır. Ama bunu izleyen bazı kitaplarında bu ‘kurucu’ özenin gene gevşediğini görürüz” diyecektir gönül rahatlığıyla. Hazır oralardan geçerken de, Edip Cansever’in, Sinematek günlerinde birlikte izledikleri Ingmar Bergman yönetimindeki Sessizlik ve Yaban Çilekleri filmlerinden ilham almış olabileceği ihtimalini de ekleyecektir sözlerine.[10]

2.

“Mısra işlevini yitirdi; şiiri şiir yapan bir birim olarak yürürlükten kalktı. Eski rahatlığını, o sessiz kıpırtısız düzenindeki rahatlığını boşuna aranıyor şimdi. Öfkelerin, bunlukların, başkaldırmaların dışında kendini yineliyor daha çok. Ne denli güçlü görünürse görünsün, duygularımızı, gerilimlerimizi, düşünce coşkularımızı başlatıcı bir öge, bir ölçü olmaktan çoktan çıktı. İnsanı, insanla gelen en çağdaş sorunları karşılayamaz oldu. Öylesine durallaştı ki, ancak onca bir sözcük yılı da uzak kaldı bize.”[11]

Yıl 1964, Edip Bey henüz 36 yaşında. Yazının bütününü sarıp sarmalayan edaya bakılırsa, edebiyat vadisinde birkaç ömür birden eskitmiş, birkaçını da işte öylesine çıkınında biriktirmiş birisi mevcut sanki karşımızda. Bir tarafıyla son derece makul bir itiraz ve reddiye yöntemi bu. O yaştaki insanların yeryüzüne ve gökyüzüne çekidüzen vermeleri, hazır elleri değmişken edebiyat dünyasını da ihmal etmemeleri yadırganmaz pek fazla. Ben de daha otuzlarıma erişmeden, bir yandan şiir yazıyor, bir yandan da, “Şiir o kadar önemli mi” başlıklı mühim makalelerin kıpırtılı tarlalarında çekirge kovalayarak kendimle çelişiyordum. Gençlik böyle bir şey değilse başka nedir ki?

Ne var ki, bütün bu olağanlaştırma çabalarına direnen, direnmekle kalmayıp anlamsızlaştırmaya gayret eden birtakım ifadeler öne çıkıyor yazıda. “Bunluk, düşünce coşkusu, durallaşmak” türünden tuhaflıklara değil, Edip Cansever’in mısraın ölümünü ilân ederken takındığı rahatlığa, pervasızlığa, “yürürlükten kalktı” resmiyetine odaklanalım bir miktar mesela. Edip Bey, “Mısra yürürlüğe girsin / kaldırılsın” diyen bir kurumun, derneğin, kaymakamlığın, muhtarlığın, şiir işleri müsteşarlığının filan varlığını inanıyor olabilir mi hakikaten? Yoksa kelimelerin gölgesine gizlenen bir ironinin gerisinden mi konuşuyor? 

Bu topraklarda ‘nekrofili’nin neredeyse bir hayat tarzı hâline geldiğine her gün bir kez daha tanık oluyoruz maalesef.[12] Siyaset adı altında sergilenen vurdumduymazlık da, sporun serpildiği zemini bütünüyle görünür kılan sloganlar da nekrofili zemininde varlık alanı aranıyor kendisine mütemadiyen. Eh, kültürel atmosferin de bundan payını almaması düşünülemez öyle ya. Aklına esen yahut şiirlerini yayınlamayan edebiyat dergisine küsen birisi, “Şiir öldü” türünden hıçkırıklarla ayaklandırmaya kalkışır ahaliyi kimi zaman. Yazdıkları sıradan kitaplarla zengin olanları görünce, “Roman öldü” çığlıklarıyla meyhanelere koşanlar da yadırganmaz doğrusu cenneti cinnetini özleten sahil boylarında. Bu türden kutsamaların, belirli periyotlarla gündeme gelen, “tiyatro öldü, sinema öldü” benzeri türevleri de vardır üstelik. Yanlış anlaşılmasın lütfen, bu ifadelerin hiçbirisinde üzüntü, yazıklanma, hayıflanma kategorisine dahil edilebilecek bir leke bulunmaz. Herhangi bir disiplinin ölümünü göndere çekmekten Mecûsî zevkler alan bir memleketten ve onun edebiyatsever / sanatsever mensuplarından söz ediyoruz netice itibariyle.

Edip Cansever, tam da bu yazıyı yazdığı dönemde, kendisi dahil nitelikli bütün şairlerin, şiirlerini, kitaplarını en güzel mısra örnekleriyle doldurduklarını bilmez mi? Bilir elbette. Bu durumda, mısraın ölüm fermanını kara kamuya duyururken bir başka amacı olsa gerek: Var tabii ki, Cansever, o yıllarda yoluna düştüğü yeni şiir anlayışına yer açmaya çalışıyor sadece. Bu yeni yeri meşrulaştırması için de eskiye, eskinin yaşamayı sürdüren unsurlarına cepheden savaş açmak mecburiyetinde hissediyor kendisini. Peki işe yarar bir çözüm mü bu? Edip Cansever’in önerisiyle, “usla şiir okursak, usla biriktirirsek, düşünsel-ussal ölçü”den hareket edersek kurtarabilir miyiz durumu?[13] Hele, “düşünü şiiri” aşamasına geçebilir miyiz, bunun için de mısraı yürürlükten kaldıran mahalle muhtarlığından izin mi almamız gerekiyor yoksa?[14] 

3.

Buna benzer savruluşlar bir hayli yaygın Edip Cansever’de. 1964’te söylediği bu sözleri, 1982’de yani 54 yaşına geldiğinde kendisi de tashih ve tekzip ediyor zaten. Öyle bir tashih ve tekzip ki bu, o güne kadar “şiir yapılır” repliğiyle bütün Balıkpazarı meyhanelerini ve Rumelihisarı sahillerini adımlayan şair, birdenbire şiirin esasen ilhamla doğrudan münasebeti bulunduğunun ayırdına varıyor sanki. Bir benzeri daha olmayan o güzelim Çağdaş Eleştiri Dergisi’nde yayımlanan ve “Edip Cansever’le yaşamı besleyen ölüm üstüne” başlığını taşıyan söyleşiden söz ediyorum. Adnan Benk, Nuran Kutlu ve Tahsin Yücel’in ‘sorgulayan,’ Edip Bey’in ‘sorgulanan’ kürsüsünde yer aldığı söyleşiden.

“Soğuk” diyor Adnan Benk’in meseleyi ciddi ciddi kurcalayan ısrarlı sorularından birine cevap verirken Edip Cansever, “düpedüz bizi üşüten soğuk olsa ne diye şiirde kullanayım. Ama kalbimin üzerine gelmesinin bir anlamı var. En can alıcı yere gelmesi gerek ki ben arkasından ölümden söz edebileyim.” Bu kadar akılcı izahtan yoruluyor bir süre sonra şairimiz ve “düşün şiiri”nden düşe kalka bir başka zemine kayıyor dikkat çekici bir biçimde: “Sanıyorum, çünkü yazarken bütün bunlar tam olarak böyle düşünülmüyor. Şiiri matematiksel olarak düşünmek olanaksız.”[15]

Bu kadar da değil üstelik, Adnan Benk, “Günlük ayrıntı diyebileceğimiz şeyleri ne zaman kullansan, ardından hemen başka bir düzleme geçiyorsun (...) Senin şiirselliğin belki de hiçbir ayrıcalığı olmayan nesne ve olaylar düzlemiyle seçkin duygular ve düşünceler düzlemi arasındaki karşıtlıktan kaynaklanıyor (...) Elbet hesaplıyorsundur bunları” diyerek biraz daha geriyor ipleri ve biraz daha köşeye kıstırıyor “düşün şiiri” şairinin zaaflarını. Edip Bey, kendisinden umulmayacak ölçüde son derece net bu kez:

“Hayır. Şiir ancak yazıldıktan sonra belki bu hesaplar ortaya çıkabilir. Nitekim şu anda, konuşmamızda ortaya çıkıyor bunlar. Ama, daha önceki ‘sinirli kırmızılık’ ile ‘kadranı kırmızı saat’ arasındaki ortak kırmızılığı, yazarken düşünmüş değilim.”

Adnan Benk kolay kolay vazgeçecek insanlardan değil ama:

“Ben de buna şaşıyorum. Nasıl düşünmez olursun? Güneşin, hele batan güneşin, yuvarlaklığı ve kırmızılığı bir yanda; öte yanda, yuvarlak kadranı kırmızı olan saat. Bu gibi biçimsel benzerliklerle örülmüş şiirin...”[16]

Edip Cansever, şiiri yazdığına da yazacağına da, söyleşiyi kabul ettiğine de edeceğine de çoktan pişman olmuş insanlarda nadiren görülen bir boyun eğişle bütünüyle siperlerin gerisindedir artık. O güne kadar şiir adına neye karşı çıktıysa, meğer onların şiirini yazıyormuş da itiraf vaktinin gelmesini bekliyormuş anlaşılan:

“Ben şiirin yaratıldıktan sonra çok önemli bir yaşamı olduğuna inanan bir insanım. İnsan gibi yaşadığına inanıyorum (...) Hep kuşkulu konuşuyorum, çünkü yazarken gerçekten bunlar düşünülmez (...) Benimki şiirsel dediğimiz dil, sizinki çözümleyici bir dil. Ben de sizinle birlikte çözümlemeye kalkarsam, hem şiiri açıklamış olurum ki karşı koyduğum bir şey benim bu, hem bir şeye de yaramaz. Onun için ben daha uzaktan bakmak zorundayım şiire. Çünkü, belki de benim dediğim gibi değil bu söylediklerim. Masama gelen insan gerçek mi, düş mü bilmiyorum diyorum. Bugün böyle diyorum. Acaba bu şiiri yazdığım gün gerçek olarak mı düşünmüştüm o gelen insanı? Onu da bilmiyorum.” [17]

4.

Şavkar Altınel, her zamanki bilgeliğiyle, “İyi yazmak kendi irademizle gerçekleşmez, bize bağışlanır (öyle olmasaydı her zaman iyi yazardık), dolayısıyla da marifet değildir. Marifet, kötü yazdığımızda buna katlanıp bir noktada gene iyi yazmaya başlayacağımız umuduyla, içimizdeki acımasız eleştirmene kulak vermeden kelimeleri kelimelere eklemeye devam edebilmektir” dediğinde memleket matbuatında ve edebiyatında herhangi bir zemin kayması göze çarpmadı elbette.[18] Böyle bir bilgeliğin farkına varacağı umulanların, hemen o esnada yazdıklarını sandıkları şeylerden vazgeçip Bodrum veya Marmaris’te güneşlenme fırsatı aramaları gerekirdi zira!

Yaşadığı tecrübe göz önüne alındığında, Edip Bey’in, “iyi şiir”in esasen bir bağış olduğu bilgisine çok daha erken yaşlarda ulaşması lâzım gelirdi kanaatimce. Şiir çalışılarak yapılan bir şey olsaydı eğer, gününün ve ömrümün en önemli bölümünü şiir yazmaya ayıran bir insanın her yazdığı bir öncekinden daha parlak bir nitelik taşırdı, öyle değil mi? Ne yazık ki öyle değil ve bunu en iyi bilenlerden birisi de Edip Cansever’in kendisi tabii ki. Buna rağmen, hayatın kayda geçirdiği bu bilgiye rağmen, yazdığı her şeye şiir muamelesi yapmaktan vazgeçemiyor bir türlü. Patolojik narsisizm de bu aşamada bir kez daha yerini alıyor sahnede bütün zarafetiyle.

Şüphe mi var, şairler, tıpkı ressamlar, müzisyenler, mimarlar, heykeltıraşlar gibi esasen kendilerine hayran insanlardır ama bu hayranlığın kırılgan bir köşesinde muhtelif kompleksleri örtme refleksinin yer aldığını da gayet iyi bilirler. Bir kifayetsizliği, bir başka kifayetsizlikle perdelenme çabasını yüksek sesle dile getirmek, terapi koltuğunda bile zordur muhtemelen. Zaten bu yüzden yeri ve zamanı geldiğinde şiire, tabloya, besteye, heykele, binaya yani sanata yansıtılır farklı cepheleriyle. Ki bu tarafıyla sanat, patolojinin rahatsız edici kimliğinden sıyrılıp gönül okşayan sevimli bir görünürlük kazanmasından başka nedir ki? Bütün iyi sanatçılar pekâlâ farkındadır bunu, lâkin yüksek sesle ve cesaretle dile getirebilenlerin sayısı iyi sanatçılardan daha azdır! Bu itiraftan kaçınanlardan birisi de Edip Bey işte; ne kadar çok yazarsa, o boşluğun üzerini o kadar çok kapatabileceğini sanıyor çünkü. Şiirin, kelimeleri çoğaltarak değil azaltarak derinleşeceği hakikatini bir yerlerde unutmuş besbelli ki. Görüldüğü kadarıyla, patolojik narsisizm, son derece kırılgan bir zeminde yol arıyor kendisine, bulmakta da zorlanmıyor pek fazla...

5.

Bu kez 1983 yılını gösteriyor takvimler. Çağdaş Eleştiri’deki söyleşinin üzerinden bir sene geçmiş en fazla. İsimleri, kitapları kadar kaderlerine de eşlik eden üç şair ve üç şairin de bir şekilde gönül düşürdüğü bir öykücü-çevirmen var karşımızda. Varlık Dergisi için bir araya gelen isimler bir hayli tanıdık tabii ki: Edip Cansever, Cemal Süreya ve Turgut Uyar. “Yaş ve Şiir Üstüne” genel başlığını taşıyan söyleşide şairlere soruları yönelten de yabancımız değil: Tomris Uyar. Tomris Uyar’ın, kendisini dövmeyi doğal bir hak olarak gören Cemal Süreya ile hiçbir şey yaşanmamış gibi konuşabilmesi, kolej mezunlarının da bu memleketin “suyuna, toprağına benzediğini” koymuyor mu ortaya? 

Entelektüel diyebileceğimiz ‘hassas’ insanların şiddeti bu kadar olağanlaştırabilmesi dehşet verici olsa da konumuz o değil şimdilik. Biz gene Edip Cansever’e, Edip Cansever’in söylediklerine odaklanıyoruz. Edip Bey, memleketi pıtrak gibi saran hamakat ehli yüzünden düzyazıdan soğuduğunu belirttikten sonra, “Yalnızca şiir düşünüyorum. Biraz da tembellik denebilir, ama şiirden başka hiçbir yazı biçimi beni ilgilendirmiyor artık” diyor her zamanki gönül rahatlığıyla. Şairin kendine güvenini sergilemesi bakımından mühim bir bakış açısı bu. Tomris Uyar’ın ifadesiyle, ‘çok az ürün vermeye” başlayan diğer iki şair ise aradan geçen yıllarda daha dikkatli adımlıyor sanki şiir ülkesinin kaldırımlarını.

Mesele burada bir miktar tıkanıyor mu ne? Tomris Uyar, “Senin özel bir durumun var Edip” diyerek müdahale gereğini hissediyor birdenbire ve ekliyor: “Çok, en azından sürekli yazdığın halde, şiirinde bir düzey düşüklüğü görülmüyor kimi verimli şairler gibi. Bu sürekliliği nasıl koruyabiliyorsun, yazma isteğini, itisini nereden alıyorsun?” “Çok” kelimesinin rahatsız ediciliğinin farkında Tomris Uyar, bunun için hemen arkasından “sürekli yazdığın için” perdesini çekiveriyor önüne. Biraz önce Attilâ İlhan yönelik olarak “şiirsel travesti” kavramını kullandığı çoktan unutmuş Edip Bey:

“Doğrusunu istersen, dünyada yazılmamış o kadar çok şiir var ki! İnsan birazcık çalışkan olursa, bunlardan birinin ipucunu yakalayıp çekiştirerek sürekli götürebilir sanırım. ‘Öncü’ ya da ‘yepyeni’ olmak, fazla özendiğim bir şey olmadı hiçbir zaman. Hatta zaman zaman klasik bir şiir üretebilir miyim diye düşündüğüm de olmuştur, bunlar uğraklardır. Bir de ben hikâye, roman, oyun ögelerinden yararlanıyorum şiirde. Bunlar şiirimi değiştirmeme yol açıyor (...) Her şair güzel bir şiirden etkilenir doğal olarak, etkiden de korkmamak gerekir.[19] Ben aynı etkilenmeyi romandan, hikâyeden, oyundan da çıkarabiliyorum. Biliyorsun, günümüzde türler arasında bir yakınlaşma var. Birbirlerine yakın seyrediyorlar. Öbür türlerden yararlandığım zaman belki bir çok yanlılık, çok boyutluluk kazanıyorum.”[20]

Muhtemelen Oteller Kenti henüz yayımlanmadığı için Phoenix Oteli’yle ilgili bir soru sormak gelmiyor Tomris Uyar’ın aklına. Tragedyalar V’i de çoktan unutmuş besbelli ki. Turgut Uyar ile Cemal Süreya ise belki kibarlıklarından, belki de umursamadıklarından “Hikâyeden, romandan, oyundan etkilenmek başka bir şey; birini diğerinin yerine yerleştirmeye kalkışmak bambaşka bir şey” demiyorlar Edip Bey’e. Netice itibariyle düzyazı ve şiir diye bir ayrım mevcut, bu ayrımı yapan da yazılı ilişkiler müsteşarlığı yahut mahalle muhtarlığı filan değil, insan ruhunun savrulma biçimlerini görünür kılan ifade imkânları. Şiiri ne kadar düzyazıya doğru, düzyazıyı ne kadar şiire doğru sürüklerseniz sürükleyin birtakım şeyler eksik, yarım ya da yolda kalacaktır ister istemez. Cemal Süreya, “uzun şiir-uzatılmış şiir” ayrımını henüz yapmamış demek ki... [21]

6.

Edip Bey’den söz edildiğinde, alkol ve şair münasebetine değinmemek büyük bir eksiklik olur kanaatimce. Daha önce bu konuda bir hayli yazı yazmış bulunsam da, yeni bir parantez açmanın, o parantezin içini edebiyatımızın temel belirleyenleri arasında yer alan alkolle doldurmanın bir sakıncası yok. Attilâ İlhan’ın, Edip Cansever’in ölümünün alkolle bağlantısını öne çekerek dile getirdiği o son derece lüzumsuz, ‘Şairler ayakta ölür’ çemkirmesi konumuzla doğrudan ilgili değil şimdilik.

İlginç ve çarpıcı olan, belki de patolojik narsisizmi izah çabalarının hizasına kaydedilmesi gereken olgu şu: Yeryüzünü ve gökyüzünü açıklama çabalarının hiçbiri ama hiçbiri, bir miktar hassasiyet taşıyan insanları asla tatmin etmiyor, edemiyor. Bu da kendiliğinden bir savunma mekanizması geliştirmeye, o mekanizmanın işlerliğini sağlayabileceği umulan yöntemlere yöneltiyor insanları. Alkol, akla gelen ilk çözüm tabii ki. Hem erişmek kolay, hem de fazla yadırganmıyor.[22]

Edip Bey’in alkolle kurduğu sınırları belirsiz ilişki, tıpkı Yahya Kemal, tıpkı Tanpınar, tıpkı Orhan Veli, tıpkı Cahit Sıtkı gibi, bütün boyutlarıyla birlikte hayata tahammül ekseninde değerlendirilebilecek bir siper aranışı aslında.[23] Yeryüzünün diğer kıta parçalarında da öyle fakat bilhassa bu ülkede, hassasiyetlerini bir varoluş tarzına dönüştüren insanlar için korunaklı olacağı varsayılan bir sığınak işte alkol. “Alkollere bir mektup gibi gitmek” ve “alkollerden bir mektup gibi gelmek,” çaresizlik dışında başka nasıl yorumlanabilir ki? O masaların herhangi birisi, “Masa da masaymış ha” ironisinin gölgesine iliştirilebilir mi sahiden de?[24]

Ne var ki, bu noktada da belirgin bir hayal kırıklığı bekliyor bizi. Zira Edip Cansever, Çağdaş Eleştiri’de yayımlanan söyleşide, zihnindeki karmaşayı ve kaosu belirgin bir biçimde koyuyor ortaya: “Ben alkolü bir mit olarak görüyorum. Bir örtü olarak, çağımızın, günümüzün bir örtüsü olarak görüyorum. Yani alkole sığınmak değil, alkolle neşelenmek değil, alkole dadanmak değil, alkolü bir mit olarak düşünmek. Yani, altından şiirin temasını, konusunu, düşüncesini, duygusunu, birçok şeyleri çeksek de, alkol tek başına bile günümüzden sonraya kalıcı bir şey olarak görünebilir. Mit diyorum ona ben.”[25]

7.

Çok bilinen bir anekdottur ama konuyu netleştiren bir örnek olduğu için bir kez daha hatırlatmama itiraz eden çıkmaz sanırım. Yahya Kemal, yazdığı şiirlerden birinin anlatılacağı bir derse davet edilir bir gün. Öğretmenin ve öğrencilerin şiir hakkında yaptığı uzun yorumları dinleyen şair, rahatsızlığını belli edecek bir edayla, “Allah Allah” diye yekinir yerinden, “bu kadar şeyi ben mi söylemişim hakikaten?”

Yahya Kemal’in çok söylemekten kaçınması ile Edip Cansever’in az söylemekten kaçınmasını mukayese ettiğimizde, garip bir durum çıkıyor karşımıza. Yahya Kemal, yaşadığı sürece bir araya getirmekte zorlandığı şiirlerinde, yeryüzü ile gökyüzü arasında sürüp giden anlamsızlığı yeterince vurgulamıştı aslında. Edip Bey de dönüp dolaşarak ve lüzumsuz gevezeliklerin arkasına sığınarak benzer bir anlamsızlığı göstermeye çalışıyor bize. Yahya Kemal’in, “Dönülmez akşamın ufkundayız vakit çok geç / Bu son fasıldır ey ömrüm nasıl geçersen geç” netliğiyle ifade ettiği beyhûdeliği, bir kitap boyutuna taşımak ve taşırken de kaçınılmaz bir biçimde öteye beriye taşırmak... temel sorun bu mu acaba?  

Şairlerin yazdıklarıyla okuyucuların o şiirden sezdikleri arasındaki derin uçurum, sanatın asıl adresidir belki de. Ki o aşamada şiir, yazandan ziyade okuyanın tasarrufundadır artık. Şair, hayattaysa eğer, hayli kısık bir sesle itiraza yeltenebilir elbette. Lâkin bütünüyle anlamsız bir çabadır bu ve hiçbir karşılığı yoktur vaktin öte tarafında. Edip Bey’in alkolü bir mit olarak görmesinin, “Yeni yalnızlıklar bulalım” diye ortalığı velveleye vermesinin hükümsüz kaldığı keskin bir dönemeçtir bu.[26] Şiir, onu okuyanda açılan yaralardan ibarettir sadece...

Eski Bir Takvim İçin Şiirler

1.
evlerin saat beş olma hali
ben yorgunum anlamaktan
bir duvar, bir tebeşir gibi yazmaktan yazılmaktan.

ve akşam
alanların caddelerin bana biraz fazla geldiği
üstümü başımı bilmediğim bir akşam
ne yapsam
alkollere gitsem. giderim alkollere bir mektup gibi
alkollerden gelirim bir mektup gibi
bellidir sırtımdaki kan lekesinden ve puldan.

yağar ki sokaklarda bir uzun yağmur
ıslanırım ıslanırım anlamam
sanki nedir bir yağmurun güzel olması
sahi bir yağmurun güzel olması
yağarken kendine severek bakmasından.

2.
duran ben değilim ki ayakta
gövdemden daha büyük ve akşama doğru
görünmekte olan bir sıkıntı var
dönüp arkama bakamam.

su gürültüleri! ey benim güneşimi ikiye bölen hızarlar!
ben işte günün birinde belli olurum
iki olmam, bir olurum günün birinde
hızarlar! bir olurum, tarih de düşerim
cep defterime bir şeyler de yazarım
bir gün bir akşama doğru bulunurum da
bir kapıdan uzanmış binlerce boyun tarafından
hızarlar! neden olmasın, elbette sorulurum.

ey benim güneşimi ikiye bölen hızarlar!

3.
çimen kokusundan hızlı
bir sıyrık gibi bitiveren elde ayakta
nedir bu benim yalnızlığım?

neyiz ki bu karanlık kar yağışında
ey ipini kendi gerip ufka bakanlar
ölüler, diriler, daha doğmamışlar
toplanıp birdenbire hep aynı yaşta
ve nedir bu benim yalnızlığım?

ve içimde gezerim ucu sivri bir bıçakla
söylesem size söylerim ey ipini kendi gerenler
kedere kederle, ağrıya ağrıyla karşı çıkarım.

masam ki şuracıkta solgun bir köy akşamı
bir uzun yoksul, bir başka yoksul
düşer ellerim bir çağın artıklarına
çatalımda kemikler, ölü gözleri
ve iniltiler, çığlıklar
benden bir şey sorulamaz gibiyim.

biri gelsin şu tabağımı kaldırsın
çatalımı da
iğrenmenin, tiksinmenin en eskisiyim
iki eşya arasında bir hiçlik
ne iskemle, ne masa, tam orda tökezlenirim.

bir haziran, bir temmuz nasıl olsa gelir de
sorsanız size söylerim ey ipini kendi gerenler
ben döğüşken olanlara açılmış bir mendilim.


[1] Edip Cansever, Sonrası Kalır I, YKY, s. 139

[2] Murat Belge, Şairaneden Şiirsele: Türkiye'de Modern Şiir, İletişim Yayınları, s. 463

[3] a. g. e. s. 481

[4] Çağrılmayan Yakup’un baskı tarihi konusunda bir karmaşa söz konusu. Sonrası Kalır I’de 1966 tarihi mevcut, Devrim Dirlikyapan ise 1969 tarihini veriyor.

[5] Devrim Dirlikyapan, Ölümü Gömdüm, Geliyorum – Edip Cansever Şiirinde Varolma Biçimleri,  Metis, 2013, s. 114-115

[6] a. g. e. s. 115

[7] a. g. e. s. 116

[8] Hiç kimsenin şiirin esas kaynağını teşkil eden Tevrat’la bağlantı kurmamasının sebebi, laikliğin bütün zihinlere kusursuz bir biçimde yerleşmesi olabilir mi acaba? Bereket Murat Belge ihmal etmiyor Tevrat olgusunu. Şairaneden Şiirsele, s. 477-478

[9] a. g. e. s. 128-129

[10] Şairaneden Şiirsele, s. 482-483

[11] Edip Cansever, Şiiri Şiirle Ölçmek – Şiir Üzerine Yazılar, Söyleşiler, Soruşturmalar, haz. Devrim Dirlikyapan, YKY, s. 134

[12] Konu ile ilgi kapsamlı bir çalışma: Steve Finbon, Grave Desire: A Cultural History of Necrophillia, John Hunt Puplishing, Londra, 2014.

[13] Edip Cansever’in yazdığı şiirlerin giderek uzamasının bir soruna dönüşebileceğini ya da çoktan dönüştüğünü görenlerden birisi de Murat Belge’dir. Şiirin sözü uzatmaktan değil azaltmaktan ibaret bulunduğunu gayet iyi bildiğinden hiç kuşku duymadığım Murat Belge, besbelli ki kıyamıyor Cansever’e: “Umutsuzlar Parkı’nı okumaya başlarken ilk göze çarpan özelliklerden biri, şiirlerin uzaması (...) Bu git gide Edip Cansever’in bir özelliği haline gelecektir (...) Kendi başına ‘şiirin uzunu iyidir’ diye bir ölçüt olamayacağına göre, bunun ‘Edip Cansever estetiği’ içinde bir nedeni olmalıdır: ilk akla gelecek, şairin söyleyecek çok sözü olduğudur.” (Şairaneden Şiirsele, s. 461)

[14] 1964’ten 1982’ye uzanan çizgide görüşlerini revize eden ve tıpkı eski şairler gibi, ‘dize çıkarmaktan’ dem vuran bir Edip Cansever var karşımızda: “Örneğin, bazen meyhanede içerken aklıma bir şey gelir, garsondan bir tükenmez kalem alırım, kâğıt peçeteye bir şeyler yazarım. Bu bir huy, yıllardır yaparım bunu, ama şimdiye kadar oradan bir dize çıkardığımı bilmem.” (Şiiri Şiirle Ölçmek, s. 299)

[15] Şiiri Şiirle Ölçmek, s. 28-279

[16] a. g. e. s. 279

[17] a. g. e. s. 282-283

[18] Şavkar Altınel, Tetikçiyi Beklerken, YKY, 2017, s. 10.

[19] Çağdaş Eleştiri’de yayımlanan söyleşide, “Ufak bir katkıda bulunabilir miyim” diye araya girip şunları söyleyen de Edip Cansever: “Ben güzel şiir yazmak istemiyorum. Şimdi şairin kalkıp da ben güzel şiir yazmak istemiyorum demesi biraz saçma gibi görülebilir, ama güzel şiir yazmak istemediğim de bir gerçek. Bizden önce güzel şiir yazmış çok şair vardı. Ustalığına çok güvendiğim, hiçbir zaman küçümseyemeyeceğim bir Ahmet Muhip vardı. Fakat Ahmet Muhip, Tahsin Yücel’in dediği gibi güzel şiir yazmıştır. Belli bir temayı kullanmıştır o arada ama, özellikle şiiri güzel yazmak istemiş, bununla da yetinmiştir. Cahit Sıtkı’da da vardır bu, Orhan Veli’de de vardır.” Şiiri Şiirle Ölçmek, s. 287

[20] Şiiri Şiirle Ölçmek, s. 305

[21] Cemal Süreya, Edip Cansever’in yazdıklarının ‘uzun şiir’ değil, ‘uzatılmış şiir’ olduğu kanısındadır. “Bu uzun şiirlerin çoğunun aslında ‘uzatılmış’ şiirler olduğunu söylemek neden suç olsun?” (Cemal Süreya, Günübirlikler, Toplu Yazılar II, YKY, 2005, s. 188.)

[22] Edip Cansever, alkolün giderek bir meseleye dönüştüğünün bilincindedir aslında. Erdal Öz’e yazdığı bir mektupta İlhan Berk’le kavga ettiğini anlattıktan sonra, ”...çok kavgacı oldum. Acaba alkolden mi? Yoksa başka sebepler de var mı?” diye sorma gereğini hissediyor. (Şiiri Şiirle Ölçmek, s. 49) Murat Belge de Edip Cansever’in “geçinmesi kolay bir arkadaş” olmadığını söylüyor zaten. (Şairaneden Şiirsele,  s. 489)

[23] Ahmet Hamdi Tanpınar, Sabahattın Eyüboğlu vesile kılsa da esirgemiyor sözünü: “Sabahattin ve hepimiz biraz alkoliğiz.” (haz. Zeynep Kerman, İnci Engünün, Günlüklerin Işığında Tanpınar’la Başbaşa, Dergâh Yayınları, s. 149)

[24] Masa da masaymış ha şiirini de, şiirin bu kadar öne çıkmasını da sevmiyor Edip Cansever. Ahmet Muhip Dıranas. bu şiirden övgüyle söz edince, “Üstad, ben o şiirden bıktım” diyecektir apaçık. Dıranas’ın cevabı hayli ironiktir: “Eh, ben de Fahriye Abla şiirimden bıktım, ne yapalım, her şairin bıktığı bir şiiri vardır.” (Şiiri Şiirle Ölçmek, s. 22)

[25] Şiiri Şiirle Ölçmek, s. 285. Aynı söyleşide, Adnan Benk’in, “Onu anladım da, hangi kalıpları kıracaksın” sorusu üzerine şunlar söyleyen de Edip Bey’den başkası değil: “Kalıp kırılmaz, başka şeyler kırılır, kalıp kendiliğinden kırılmış olur. Yoksa bir şair kalıp kırmaz. Örneğin Yahya Kemal’in aruzunu kırmak için hece, heceyi kırmak için serbest nazım diye düşünmüyorum ben sorunu. Ve böyle olmaması gerekir. Belki böyle olmadığı için de daha iyi olur diyorum.” (s. 291)

[26] Edip Cansever, sıkıntı kadar yalnızlığı da bir tür artistik imge olarak görüyor ve inandırıcılığını yitiriyor ne yazık ki. Erdal Öz’e yazdığı 28 Aralık 1961 tarihli mektupta dile getirdikleri somut örneği bunun: “Eskittiğimiz yalnızlıklar işe yaramıyor. ‘Yeni yalnızlıklar’ bulmalı. Bulmalı ki, insanın anlatacak şeyleri olsun.” (Şiiri Şiirle Ölçmek, s. 55)