Roman sanatının en önemli kalemlerinden biri olan Marcel Proust, aynı zamanda özgün biçemiyle de büyük bir denemeci. Her metni “yazınsal haz”ın sanki birer kanonsal örneği
02 Temmuz 2015 18:00
Marcel Proust, yazınsal ve sonsuz “entelektüel bir kuyu”. Yalnız yirminci yüzyıl romanının mı; modern romanın da, roman sanatının da en önemli kalemlerinden biri. Hem yazdıkları hem yazma biçimi (yaşamı) o derin kuyu’yu bize açıkça gösteriyor. İndikçe iniyoruz, merak ettikçe merak ediyoruz. Her metni “yazınsal haz”ın sanki birer kanonsal örneği.
Kayıp Zamanın İzinde’nin dışında, denemeleri, eleştirileri, anlatıları, özcesi “parçalı metin”leriyle de dünya edebiyatına damgasını vuran bir yazar Proust. Bizde daha önce Sainte-Beuve’e Karşı, Okuma Üzerine, Hazlar ve Günler gibi “roman”türünün dışındaki türlerde de kitapları yayınlanmıştı. Proust’un Türkçede son yayımlanan kitabı ise, konunun uzmanı olan Mehmet Rifat’ın yayına hazırladığı Edebiyat ve Sanat Yazıları.
Kitaptaki yazıları M. Rifat seçmiş ve “Sunuş” yazısı da ona ait. Yazıları –çok sayıda Proust yapıtını dilimize kazandıran– Roza Hakmen çevirmiş. Kitabın arkasındaki notlar bölümünü de M. Rifat hazırlamış; bu bölümde yazıların yazılış ve yayınlanış tarihlerini, yâni yazıların oluşum serüvenini okuyoruz.
Kitap iki bölümden oluşuyor. Birincisi “Edebiyat Yazıları”. Kendi romanı Swann’ların Tarafı, Flaubert, Baudelaire, Hugo, Vigny, Goethe, Chateaubriand, Dostoyevski, Tolstoy vb. ile ilgili yazılar yer alıyor. “Sanat Yazıları” başlıklı ikinci bölümdeyse, resim ve müzik üzerine yazılar var. Sunuş’ta kitabın düzeni açıklanıyor. Ancak bir bölümüyle de kitaptaki yazıları açımlayan kısa bir deneme, dolayısıyla Proust üzerine kısa bir deneme; onun yazarlığına “giriş” sayılabilecek bir deneme aslında Sunuş.
Proust yazılarında hep tartışıyor. Yeni yetenekler keşfetmeye kalkışmıyor (“ama kendi yazarlık yeteneğini açıkça ortaya” koyuyor); yâni “zarını” biri için atmıyor! Ele aldığı metni, yazarı, tabloyu, ressamı, müziği, şiiri, romanı vb. tartışıyor. Bu tartışma, yazar olarak da o yazının içinde bir varoluş biçimi, bir kendini ortaya koyuş biçimi olsa gerek. Öte yandan bu tartışma (ya da yapıtların) içinde, bir “yol alma” da var. Kuşkusuz bu yazınsal, sanatsal hatta felsefî dolayısıyla estetik bir “yol alma”.
Bugünlere uzanan, eleştirinin (deneme de girmez mi?) bir “yaratım” olup olmadığının yanıtını sanki kılgıda, o yazılarda veriyor; gösteriyor (yaratım olduğunu). Bunlar, roman, hikâye gibi “yaratıcı türler” kapsamında ele alınabilecek yazılar.
Proust’un ele aldığı edebiyat- sanat yapıtının karşısındaki, izlenimleri, düşünceleri, yorumları derinlikli entelektüel yaklaşımlar. Okuma sürecindeki “bu öğrenme” ile birlikte, bir yandan da onun biçeminin haz’ına varıyoruz. Proust metaforlarla, mecazlarla, imgelerle, benzetmelerle yapıyor bütün o tartışmaları:
“… Ama bunlar dalgaların sahile bıraktığı, önceki nesil çekilirken tamamını alıp götürmediği takdirde önüne gelenin beğenirse sahiplenebileceği, ses veren, boş deniz kabukları, çürümüş tahta parçaları, paslı demirlerdir. Peki ama, çoğu eski ve güzel bir filonun enkazı –Chateubriand ya da Hugo’nun tanınmaz imgeleri– olan çürümüş tahtalar ne işe yarar. (s.13)
“Casus gizli planları açığa çıkarmak için, hovarda bir kadını gözetlemek için kıpırtısız ayakta durur; kerli ferli adamlar bir inşaatın ya da önemli bir yıkımın gelişmelerini izlemek için durup bakar. Oysa şair kerli ferli adamın dikkatine layık olmayan her şeyin karşısında durup bakar; öyle ki, sevdalı mı, casus mu diye merak ederiz; uzun süredir şu ağaca bakar gibidir, aslında neye bakmakta olduğunu merak ederiz.” (s. 20)
Yazıların bir kısmı 19. yüzyılın sonlarında kaleme alınmış; bazısı o dönemin önemli dergi ve gazetelerinde yayımlanmış ama bazıları da ölümünden sonra. Belli ki yayınlatmak istememiş, onun için bitmemiş yazılar. Gerçi, hiç de öyle, yâni bitmemiş ya da tamamlanmamış gibi bir izlenim edinmiyoruz.
Dikkatle üzerinde durulması gereken bir nokta da kendi romanıyla, dahası roman karakterleriyle ilgili söyledikleri. Bir- iki yerde, roman karakterlerinin belirli birileri olmadığını, yaşamda karşılıkları olan somut bireyler olmadığını açıklıyor:
“Aziz dostum, bu kitabın kahramanlarının gerçek hayatta karşılıkları yok; daha doğrusu her bir kahramanın sekiz-on karşılığı var…” (s. 38) Benzer şekilde aynı yazının devamında yineliyor: “Dediğim gibi, kahramanlarım baştan aşağı uydurma, gerçek hayatta karşılıkları kesinlikle yok.” (s. 38) Bu konu için, M. Rifat’ın kitapları (Marcel Proust ya da Bir Roman Yaratmak ile Otantik Snoplar-Marcel Proust’un Roman Karakterleri) son derece açıklayıcı; ilgilisine önerilir.
Birinci bölümde yer alan iki yazı, “Flaubert’in Üslubuna Dair” ile “Baudelaire Hakkında” uzun yazılar (eleştiri). Yine kitabın sonundaki notlardan öğrendiğimize göre, birinci yazıyı (Flaubert), edebiyat tarihçileri Fransa’daki modern eleştirinin kurucu metni olarak kabul edermiş. Her iki metinde de ele aldığı yazarı– şairi, dönemi, dönemdaşları, öncülleriyle birlikte değerlendiriyor, tartışıyor. Hatta “dönemin ruhu”yla da diyebiliriz.
İstek üzerine yazdığı bu metinleri, ömrünün sonlarında kaleme almış. Nitekim birinci yazı 1 Ocak 1920’de yayımlanırken, ikinci yazı (Baudelaire) Haziran 1921’de yayımlanmış. Bir yandan da yapıtını (Kayıp Zamanın İzinde) yazmayı sürdüyor. Söylemek istediğim; Proust için lise yıllarından ölümüne kadar yazdıkları bir “bütün”ün parçaları ya da bir bütün oluşturacak parçalar. Nitekim M. Rifat şöyle açıklıyor:
“… Yazmayı, yaratmayı, tartışmayı, tartışarak denemeyi hiçbir zaman bırakmamış bir entelektüelin serüvenini yalnız Kayıp Zamanın İzinde’de değil, romanına besin akıtmasını sağlayacak bu metinlerinde de açıkça görürüz.” (s. 9)
“Yaşamı boyunca yazdığı bu parçalı metinler, yukarıda da değindiğimiz gibi, romanına da yön veren, romanın yapısına sürekli akıtılan besinler olarak da dikkatimizi çeker. Edebiyat ve sanat dünyasının gerçekliklerini parça parça ele alan her yazı, her mektup, her açıklama, her not, kısaca her yazı fragmanı Kayıp Zamanın İzinde açısından da vazgeçilmez bir öğe olarak dönüşümler geçirecek ve romanın yapısı içine şu ya da bu biçimde girecektir. Bu nedenle, söz konusu yazılar, hem kendi başlarına önem taşırlar hem de romanı besleyecek öğeler olarak değer kazanırlar.” (s. 8)
Burada şöyle bir parantez açma gereksinimi duyuyorum; hep şunu düşünmüşümdür: Abdülhak Şinasi Hisar kuşkusuz Proust’tan esinlenerek, onun izini sürerek, tek bir “metin” yazmaya çalışmış. Gerek üç romanı, gerek anıları, denemeleri, monografileri vb., İstanbul odaklı bir ”bütün”e ulaşma çabası. Her ne kadar büyük bir yazar, yapıtları benzersiz kitaplar olamakla birlikte, “teknik” açıdan bu “bütün”e ulaşamamış, ancak ondan el aldığı çok açık olan Ahmet Hamdi Tanpınar, denemeleriyle, mektuplarıyla, hikâyeleriyle, romanlarıyla bu “bütün”e ulaşabilmiş.
Kısaca değinecek olursak: Proust’un ikinci bölümde yer alan “resim sanatı”yla ilgili denemeleri, daha çok gençlik dönemine ve Paris’ten dışarı çıktığı yıllara rastlıyor. Yine bunların bir kısmı ölümünden sonra yayımlanıyor. Ele aldığı tablonun anlatımında, “düşünce”ye (“…çünkü resim, ölüme ulaşmayı engellese de ölüme hâkim olan gerçekliklerden biridir.” s. 101) tanık olmanın yanı sıra yine betimleyici biçemi hazla okunuyor. Sözü geçen tablolar da kitaba konsaymış, sanki daha iyi olurmuş.
Kuşkusuz bu konuyu (teknik meseleyi), yayınevi yöneticileri düşünmüştür; ancak Monet ile ilgi yazısında geçen tablolardan biri aynı zamanda kapak resmi. Bu düşünceyi kapaktan dolayı edindim. Öte yandan da, günümüzde bu tablolara (internetten) ulaşmak hiç güç değil. Yazıların böyle okunmasıyla sanırım başka türlü bir “haz” alınacak.
Son olarak şöyle diyebiliriz; edebiyat- sanat içinde kalarak tartışmayı seven (herhalde kendini yoklayan/tartışan da) Marcel Proust, büyük romancılığının yanında özgün biçemiyle de büyük bir denemeci:
“Proust tutkunları, onun yorumlarının ve üslubunun tadına şimdi de deneme ve eleştirileriyle varacaklar…”