Burası Orası Değil: Hayalet Oğuz Kitabı

"Bir bohemden fazlasıdır, bir işaret, bir semafor, bir deniz feneri; sürüyle korkunç hortlağa sahip, ama ara ara hatırladığımızda yeniden aklımızı kurcalayan, orada ötede yeni bir şey söyler gibi duran pek az hayaleti olan bir memlekette Hayalet Oğuz sanki o cinsten bir Hayalet’e duyduğumuz ihtiyacı karşılar."

15 Nisan 2021 21:00

‘Hayalet Oğuz’, gayriresmî edebiyat tarihimizde her zaman ilgi çeken bir figürdür. O, gerçekten yaşamış (‘…gerçekten yaşadı mı, Usta?’) çok tuhaf biri olmasıyla, akılda roman kahramanıyla şehir efsanesi arası bir yerde duruşuyla; zor biri olmasına rağmen onu bir biçimde sevenler ile Tezer Özlü gibi onu derinden seven ve anlayan dostlarının tanıklıklarıyla; bütün enerjisini, öfkesini  ve sivri dilini “yedi kat üstüste giydiği kazaklarla” sakladığı sıska bedenine yükleyişiyle; “rüzgârda bir mum” gibi yaşadığı hayatı süresince gösterdiği var olma inadı ve dünyadan çekip giderkenki hafifliğiyle akla gelir kuşak kuşak okurun zihnine. Tezer Özlü’nün onun adını taşıyan hikâyesinde dediği gibi “kırkaltı yaşında ve kırkaltı kilo olarak” ölmüştür. Temiz hesap; zaten dostlarına karşı her zaman “kendini belli etmemeye çalışır, hiçbir özel isteği olmaz, ince ve sevimli bir sesle konuşur” ve de “…konukluğu bir kelebek gibi”dir. Sanki geride hiçbir ağırlık bırakmak istememiştir.

Bir bohemden fazlasıdır, bir işaret, bir semafor, bir deniz feneri; sürüyle korkunç hortlağa sahip, ama ara ara hatırladığımızda yeniden aklımızı kurcalayan, orada ötede yeni bir şey söyler gibi duran pek az hayaleti olan bir memlekette Hayalet Oğuz sanki o cinsten bir Hayalet’e duyduğumuz ihtiyacı karşılar. Ürkülen ve özlenen biri. Onun hakkında yıllar önce menkıbe tadında, güzel bir anı kitabı hazırlayan Sezer ve Orhan Duru, kitaplarına O Peradaki Hayalet demekle Hayalet’in bu yanına gönderme yapmış olmalılar. Bir de tabii Gaston Leroux’nun Operadaki Hayalet adlı klasik pulp kitabına; çünkü hemen hemen hep para için yazdığı yazılardan, hikâyelerden, senaryolardan anladığımız kadarıyla Hayalet belki de Türkiye’de adını biraz da malum filmden öğrendiğimiz pulp fiction’ın ilk ve tek, orijinal temsilcisidir.

Derken, hayaletlerin âdeti üzerince, Hayalet yeniden ortaya çıkıyor. Kitapçı raflarında, Kaya Tanış’ın kaleme aldığı ve Burası Orası Değil adını verdiği biyografi kitabının kapağında, Duygu Sağıroğlu’nu çektiği mükemmel bir fotoğrafta, ağzında sigarası ve karanlık, Dostoyevskiyen bakışlarıyla. Ona benzeyen kişileri, onunkine benzeyen bakışları biliyorum, hâlâ varlar. Demek ki Hayalet gerçekten bize bir şey hatırlatıyor.

Kitabın başında yazarın Hayalet’in kendisi için neden bir saplantı haline geldiğini uzun uzun anlattığı, onun tüm hatırlatma gücünü konu edindiği bir giriş okuyacaksınız. Burada ve sonraki bölümlerde, ayrıntıları kısmen hâlâ karanlıkta kalan bir ‘Anne’nin gölgesi de var; durmuş, çocuğa bakmakta. Çocuğu küçük yaşta bırakıp giden (gitmek zorunda kalan?) Anne, Yeşilçam filmlerinin küçük yetimleriyle Ece Ayhan’ın babaları ‘güllabici odunlarıyla dövülen’ çocukları arasında bir boşlukta, bizi esrarlı bir yetimlik hikâyesi/duygusu ve ağzımızda acı bir tat ile bırakıyor; öyle ki, büyüdüğünde o acı tadı hiç unutmayacak olan Oğuz Haluk Alplâçin’e bugün ancak böyle tadları bilen bir Zeki Demirkubuz filmi hakkını verebilir.

Hayalet, bütün bu tür çocuklar gibi hırçın; ama onu yeni girdiği ailelerde anlayan, acısını hisseden beklenmedik kimseler de var; mesela babasının yeni eşinin annesi Ayşe Müzeyyen Hanım. Bu hanımın ince, melankolik yüzü kitabın 100. sayfasındaki fotoğrafından bize bir başka hayalet, ‘beyaz ve ince’ bir hayalet olarak bakıyor ve okur oradaki hikâyeyi de merak ediyor. Başkasının acısını anlamanın hikâyesini.

Ya da seçilmiş ailelerdeki anneler; Tezer Özlü gibi. Tezer Özlü, onun için yazdığı hikâyede, yazılarında o aniden ortaya çıkıveren güzel, absürd mizahla “bana Alman eğitiminden geçtiğim için Mutti derdi” der. Almanca anne anlamına gelen Mutter’in sevgi sözcüğü haline sokulmuş kısaltması Mutti espriyle karışık anlamlı. Belki de Hayalet ile Tezer Özlü ‘seçilmiş akrabalık’larında tam da bunda anlaşmışlardı. Keskin acıyı sivri mizahla karıştırmakta.    

              

Haldun Taner’in kitapta yer alan gazete kupüründe hatırlattığı gibi ‘tarihi yazıların çağrışımı (?) Reşat Ekrem Koçu’ ile ‘İstanbul boheminin ilginç siması’ Alplâçin’i aynı yılda, 1976’da yitirmişiz. Hiç kuşku yok ki, Hayalet, ‘fasiküller vefa etseydi’ Koçu’nun İstanbul Ansiklopedisi’nde bir karakter olmayı en çok hak edenlerden biriydi. Bir şehrin rakılı, öfkeli, çok eğlenceli bilinçaltını ve onun oyuncularını; bir şeyi, bir durumu sadece ona ilişkin ‘olgu’ları değil ‘duyguları’ da anladığımızda gerçekten anlayabileceğimiz fikrini kendinde cisimleştirdiği için hep aklımızda sanki Hayalet. İnsan bir de Cihat Burak’ın, mesela Cumhuriyet meyhanesinde ya da eski Krepen’de çiziktiriverdiği bir Hayalet Oğuz portresi istiyor, belki bir yerlerde vardır.  

“Biz hep ‘Hayalet ölmez’ diye düşünüyorduk,” diyor Tezer Özlü hikâyesinin bir yerinde. Gerçekten de ölmemiş. Kitabın kapağından gene bize bakıyor.   

•