Sean Wilentz’in Bob Dylan ve Allen Ginsberg’in Amerikası kitabı, bir bağlamda, 1950-70 arası ABD alt kültürü ve karşı kültürünün iki sembolü üzerinden Beat Kuşağı’nın içinde yaşadığı kültürel zemini birçok incelikle gün yüzüne çıkarıyor
15 Aralık 2016 13:56
Son ayına girdiğimiz 2016 yılının en şaşırtıcı konularından biri, Nobel Edebiyat Ödülü’nün ünlü şarkıcı-şarkı yazarı Bob Dylan’a verilmesiydi. Bu konu, Türkiye kültür hayatında da yer tuttu. Sanki biraz kontrpiyede kalınmıştı. Dylan’ı yakından tanıyan, şarkılarını dinleyen herkes, yazdığı sözlerin çoğunun değme şairim diyenlerin yazdığından öte bir yolculuğu okura-dinleyiciye taşıyageldiğini biliyordu. Ama yazılana “şiir” adını vermekten itinayla çekiniliyordu. Onun yazdıklarını yakından bilmeyenler, tanımayanlarsa kaçınılmaz tepki göstereceklerdi. Çoğu kez de değerlendirmeler bu bağlamlar içinde hayat buldu. Tabii, daha farklı yaklaşımları olanlar da vardı. Bu tartışma zeminini düşündüğümüzde, kendimizi birinci grubun içinde bulunanlardanız. Evet, şiir sanatı ve geniş anlamıyla popüler müzik birbirinden çok farklı iki alan. Şarkının üretilme sürecine bakıldığında, temel sıkıntı hep, sözün veya şiirin iç musikisiyle müziğin kendiliğinden bir kakofoni yaratma riskidir. Şiirin musikisini zedelemeden bir şarkı üretmek dünyanın en zor işlerinden biridir. Hem de yazılanlar iyi, sıkı şiirler olunca. Ama dünyada ve nadiren Türkiye’de öyle istisnai şarkıcılar bulunur ki, gerek yarattıkları müzik, gerekse söyleyiş tarzlarıyla şarkıların formunu hiç zedelemeden özgün örnekler çıkarabilmişlerdir. Bob Dylan, bu bağlamda çok istisnai bir durumu temsil eder. Popüler müzikteki şarkı sözlerinde birçok yaygın pop formatları vardır. Örneğin dize yapısı kaçınılmaz belirleyici olmayabilir. Bestelerde, bellekte kalması için nakarat belirleyicidir, daha da önemlisi semboller, metaforlar, benzetmeler ve imgeyle şarkı sözleri arasında akrabalık minimumdur. Yani, hâkim olan gündelik dil ve sözcük sıradanlığıdır. Basit bir dörtlük ve nakaratlarıyla kurulmuş çok sayıda şarkıya rastlanabilir.
Bob Dylan gibi bazı şarkıcılarsa –örneğin Türkiye’de bir Bülent Ortaçgil gibi– şiirin formlarına büyük ölçüde sadık kalıp, şiiri şiir yapan birçok dilsel incelikleri şarkı sözlerine- şiirlerine taşımayı başarmışlardır. Örneğin Bob Dylan’ın uzun yıllar önce edinip okuduğum Lyrics, 1962- 1985 (Harper Collins Publishers, 1987) adlı kitabını birtakım istisnalarını düşünürsek, sıkı şiir örnekleri olarak hemen değerlendirdiğimizi hatırlıyorum. Aslında albümlerindeki şarkı sözleriydi bunlar, ama özgün şiir örnekleri olarak okunabiliyorlardı. İlginç bir öykülemeciliği içinde barındırırken kurduğu evren son derece imgesel ve sembollerle bezeliydi. Modern şiirin birçok karakteristik özelliğini bu liriklerde yakalamak mümkündü.
Dylan’ı yakından izleyen herkes, özellikle onunla yapılan röportajlarda çoğunlukla önemli şairlere, yazarlara göndermeler yaptığını bilir. Bununla da kalmaz, Beat Kuşağı şiiri gibi bazı şiir eğilimlerine duyduğu yoğun ilgiye şaşkınlıkla bakar. Dünyanın çok önemli folk ve rock’n roll yazarları, ağırlıklı şarkıcının 1960-65 arası folk çizgisini izlerken birçok modernist şairle kurduğu akrabalığı heyecanla anarlar. Örneğin, Türkiye’de James Miller’in Çöpteki Çiçekler- Rock’n Roll’un Yükselişi- 1947- 1977 (Agora Kitaplığı- 2005) adlı bir kitabı çıkmıştı. Bu yapıtın Dylan’la ilgili bölümünde, onun, 1964’de ABD’nin en ünlü şarkıcısı olduğu söyleniyordu. Dylan bunu Blowin’ in the Wind şarkısına ve ülkedeki değişik muhalif grupların ilgisine borçluydu. Öte yandan birikiminin bir başka kaynağının da şiir olduğunu vurgulamıştı. Yazar söz konusu kesitte şöyle diyordu:( Yolda), Dylan, “Walt Whitmann’ın hayaletiyle, Allen Ginsberg’ın ilham perisiyle, Jack Kerouac’ın inanç ruhuyla yarenlik etmeye niyetliydi.” (Sf. 238). Yani şiir ve edebiyatla bir köprü kurulmadan Dylan ve şarkılarını ele almak neredeyse imkânsız olagelmiştir.
Bu girişin ardından metnimizin odağı olacak Sean Wilentz’in Bob Dylan ve Allen Ginsberg’in Amerikası (Sub Yayınları, 2016) kitabında Dylan’ın modern şiir sanatıyla olan ilişkisini daha detaylı gündeme getirme olanağı bulacağız. Bunun ötesinde, Dylan çoğu kez, önce şarkı sözlerini-liriklerini yazdığını; besteleriyse bundan sonra yaptığını söyler. Yani, melodiye koşut olarak çıkmamıştır şarkıları. Önce metin ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla da yazılanların şiir olduğu konusunda şüphemiz çok azdır. Ancak, tabii ki şiir kategorisine tam olarak yerleşmeyen sözleri de vardır. Ama, neredeyse bu “şairim” diyenlerin de kitaplarında rastlanılan bir durumdur. “Desolation Row”u (Kasvet Sokağı) bile tek başına mükemmel bir şiir olarak düşünmek mümkündür. Dylan’ın bir de deneysel karakterli Tarantula adını taşıyan bir romanı da olduğunu hatırlatmak gerekir. Ama, bu edebiyat ödülünün, liriklerine verildiğini söylemek doğru olsa gerek.
Buradan ödül meselesine geçersek, özellikle ödülün ardından gelen günler, birçok spekülasyonu beraberinde getirdi. Dylan ortaya çıkmıyor ve bir açıklama yapmıyordu. Bu, Nobel ödülleri için alışılmış bir durum değildi. Edebiyat ve rock müzik kanatlarının keskin tutkunları farklı nedenlerle Dylan’ın bu ödülü al(a)mayacağını söylediler. Bir grup, onu şair olarak düşünemezken, bir başka kesim böyle bir medyatik ödülle Dylan arasında bir bağ kurulamayacağını söylüyorlardı. Gerçi biz de öyle düşünüyorduk. Bir süre sonra, şarkıcının sitesinden “bu ödülü kabul ettiğini” öğrendik. 10 Aralık 2016 tarihinde verilen ödüle beklendiği gibi Dylan katılmadı. Ama yazdığı metin gecede okundu. Patti Smith, törende Dylan’ın A Hard Rain’s A- Gonna Fall adlı şarkısını söyledi. Ama heyecandan şarkıyı tamamlayamadı. Nobel komitesi başkanı Lars Heikensten ödülü, mart ayında konser için Stockholm’a gelecek olan Dylan’a özel bir törenle vereceklerini söyledi.
***
Buradan yazımızın asıl konusuna dönersek, bu ödülle aynı zaman dilimlerinde, ya da kısa bir süre sonra, Bob Dylan’ı da merkez alan bir kitapla karşılaştık: Bob Dylan ve Allen Ginsberg’in Amerikası (Sub Yayınları- 2016). Kitabın yazarıysa Sean Wilentz. İlginç olan, az önce de Miller’in kitabında gösterdiğimiz gibi Dylan’ı en çok etkileyen şairlerden birinin de Allen Ginsberg olduğunun vurgulanmış olması. Dylan’ın Ginsberg’le olan ilişkisini odak alıyor bu kitap. Yazar bu iki sanatçı üstünden 1950’ler ve 1960’ların kültürel devinimini de metninin bir parçası yapıyor. Ginsberg üzerinden ABD’den 1950’lerdeki Beat Kuşağı’nın ortaya çıkışı ve sanat politikalarına dair ilginç bilgilerle karşılaşılıyor. Öte yandan Dylan’ın müziğinin merkezi olan geleneksel Amerikan folkunun da, beat kültüründen uzak bir nokta olsa da, aralarında birtakım köprülerin nadiren de olsa kurulabileceğinden söz edilmekte. 1960’lara gelince, daha ilk yıllarda bu kuşağın edebiyatının hızla bir sönüm yaşadığı görülüyordu. Dylan’ın en azından bu on yılın ilk yarısında beat şair ve yazarlarından ne kadar çok etkilendiği, Ginsberg’le olan ilişkileri öne çıkarılarak farklı bir sanatsal bağlama doğru evrileceği aşikârdı. 1960’ların ikinci yarısıyla birlikte, hem Dylan, hem de Ginsberg rock kültürüne "ürünler" düzeyinde yakınlaşıyorlardı.
Elimizdeki kitabın adı Bob Dylan ve Allen Ginsberg’in Amerikası, kitabın yazarıysa Sean Wilentz. Bu iki müzik insanı ve şairin özellikle 1960’lardaki yakınlıkları konusunda birtakım okumalara rastlamıştık. Ancak, bu yapıt bir bağlamda, 1950-70 arası ABD alt kültürü ve karşı kültürünün iki sembolü üzerinden Beat Kuşağı’nın içinde yaşadığı kültürel zemini birçok incelikle gün yüzüne çıkarıyor. Daha çok yeraltı yaşamını imleyen cafe bar ve kulüp kültürü bu. Uyuşturucunun bu kültür içindeki belirleyiciliği, cinselliği odak alan özgürlükçü tercihler, Charlie Parker’ın öncülüğünü yaptığı, bebop cazının bu kültür üzerindeki aktif rolü ve McCarthy döneminin baskıcı politikalarına karşı geliştirdikleri yaşama biçimleri, ortaya, benzerine hiçbir dönem rastlanmamış bir edebiyatı da çıkarmıştı. Bu yeni yaşama tavrında özellikle Budist değerlere ciddi bir sahip çıkış söz konusuydu. Kuralsızlığın içinden çıkan bir edebiyattı bu. Farklı bir gizemciliği beraberinde getiriyordu. Yaşam alabildiğine hızlı ve tempoluydu. Doğal olarak da “yolculuk” hem fiiliyat hem düşlem açısından hayatın olmazsa olmazlarından biriydi. Uzakdoğu ve Budist inançlar da bu yolculğun hem yaşamsal, hem yazınsal düzeyde ulaşmayı düşledikleri nokta gibiydi. Tibet ve Katmandu ulaşacakları zirveydi sanki. Ortaya çıkan bir başkaldırı kültürüydü. İkinci Dünya Savaşı’nın bu ülke gençliğinde yarattığı kaosa koşut olarak yaşanan milliyetçi baskılar bu edebiyat kültürünü de beraberinde üretiyordu. Ginsberg, bu edebiyatın belki en önemli şairi olarak düşünülebilirken, Bob Dylan’sa 1960’ların başında bu edebiyattan sıkı sıkıya etkilenen bir modern âşık konumundaydı. Ama, şarkı sözlerinin esin perileri arasında hep Beat şairleri bulunuyordu.
Bu kuşağın öncüsü, sembolü olan Jack Karouac, elimizdeki kitabın başlarında ağırlığını koyuyor. Çünkü, Dylan’ın bir idolü, Ginsberg’inse bir tür yol açıcısıdır. Yazar, Dylan’ın Kerouac’la hiç tanışmasa da, şarkılarında bu yazarın romanlarından-şiirlerinden çokça yararlandığının altını çiziyor. Kerouac’ın metinlerindeki cümle yapısından kurduğu imgeleme kadar birçok sanatsal özelliğinin Dylan’ın liriklerinde sıkça hissedildiğini söylüyor. Bunun en iyi örneği olarak da ünlü “Desolution Row”un liriklerini hatırlatıyor. Gerçekten de Dylan’ın şarkılarındaki mistik havayla, Kerouac metinleri arasında köprüler kuranlara hep rastlanmıştır. Kerouac’ın yazın ortamından çekilip görece genç bir yaştaki ölümüne giden yolculukta, Dylan’ın asıl dostu, tutkuyla bağlı olduğu şair olarak Ginsberg ön plana çıkmaktadır. İkisinin de yaşadığı sanatsal dönüşümün yanında ilişkilerindeki birçok sıkıntılı evreyi de Sean Wilentz’in elimizdeki kitabında öğrenme olanağı buluyoruz. Aslında, 1963’ün sonundaki tanışmalarıyla başlayan bu ilişki düzensiz aralıklarla on yıllarca sürüyor.
Dylan’ın folk dünyasıyla, Ginsberg’in Beat’leri arasında açık köprüler kurmak gerçekten de zordu. Dylan’ın bu bağlamda oldukça karmaşık bir düşlemi vardı gençlik yıllarında. Beat’lerin Dylan müziğinin kökü olan taşra baladlarıyla fazla akrabalığı yoktu. Beat şairleri daha çok Arthur Rimbaud, William Blake gibi görece bir giz evrenini işaretleyen şairlerden ve bir isyanı imleyen Charlie Parker’ın bebop cazından çokça etkileniyorlardı. Dylan’ın onlarla aynı kulvarlarda gezinmesinden söz edilemediğinin kitapta altı çiziliyor. Anlaşılacağı kadarıyla, Dylan özel şiir ve edebiyat birikimiyle Beat Kuşağı şiiri ve köklerinden yararlansa da, sanki yaptığı folk müziğine bu birikimiyle yepyeni bir vücut kazandıracaktı. Beatler neredeyse bir karşı kültürü temsil edip; aşağıdakilerin, dışlanmışların duyarlılığını ve yaşamsal isyanını sembolize eden farklı bir mistisizm doğururken, Dylan 1960’ların ilk yarısında folk’a protest bir kimlik kazandırıp, Amerika solu başta olmak üzere, değişik kentli kesimlerin toplumsal duyarlılıklarına cevap veriyordu. Ama ilginç nokta, bu protest âşığın kaynakları başta Amerikan modern şiirine uzandığı gerçeğiydi.
Yazar Wilentz, Ginsberg’i değerlendirirken, onun diğer Beat Kuşağı şairlerinden çok daha politik bir kimliği olduğunun özellikle altını çiziyor. Şairin 1959’da, McCarthy’nin “Kızıl Korkusu”ndan dolayı yıllar boyu sürdürdüğü baskı politikasının hemen ardından yazdığı “Amerika”[1] adlı şiir gerçekten de o dönemin iktidarlarına bir isyan bildirisi gibiydi. O dönem ABD’sinde komünist hücre toplantılarına da götürülen, ülkenin idam edilmiş anarşisti Sacco ile Vanzetti’ye de övgüler düzen bir Ginsberg portresi çiziyor yazar. Şairin ilk gençliğinde bir Marksist olduğu zaten biliniyor. Ama o, 1950’lerden sonra Beat ruhuna hızla kayan, ancak 60’lardan sonra daha çok, örneğin bir eşcinsel olarak cinsel haklar mücadelesi aktivistiyken, diğer yandan Vietnam Şavaşı’na karşı, savaş karşıtı platformların en mücadeleci kişilerinden biri olabilmiştir. Ama öte yandan, Budist inanç ve değerlere, bunun eğitimine dair uğraşlar veren bir şair konumundadır da. Bu aktivistliğinde, 1960’ların muhalif hareketliliğinin de önemli payı olsa gerektir.
Kitapta, Dylan’ın poetikası ve folk tavrını incelikli biçimde kavrayabilmemiz için, Amerika’daki politik kaynaklı folk müziğin 1920’lerden 1960’lara uzanan serüveni üzerine de çeşitli kesitlerle karşılaşılıyor. Yazar, Woody Guthrie, Pete Seeger’la özdeşleşen bu politik folk sürecini Dylan’ın bu bağlamda değiştirdiğini imlerken, Ginsberg’le yakınlaşmasını da bir anlamda buna bağlamakta. Bunu bir tür “Folk uyanışı” olarak da değerlendiriyor. Ginsberg’le olan yakınlaşmasını da biraz buna bağlıyor. Bu politik folk geleneğindeki açık politik söylem ve dilindeki açık anlatımcılığın dışına çıkmış bir Dylan’ın altını çiziyor. Dylan’ın Ginsberg’le olan yakınlaşmasını da yalnız bir Beat tutkunu olmasında değil, bu dönüşümü yaşamasında da buluyor. Bunu bir tür politik olanı reddetmesi olarak yorumluyor. Bu tabii ki politika dışılık anlamına gelmiyor. Bu, folk müziğine yeni bir boyut kazandırması şeklinde de okunabiliyor. Bu müziğin hikâye anlatımcılığından çok ötede bir düzlem olduğunu söyleyerek Ginsberg’ten bir alıntıyla tespiti doğruluyor. Ginsberg alıntısı şöyle: “Bu şarkılar Kerouac’ın, Walt Whitman’ın izinden devam ettirdiği Amerikan kehanetine bir cevaptı” (s. 9) yani aslında Dylan mistik kaynakları da olan farklı bir birikimi de şarkılarında temsil ediyordu. Ginsberg için çekici gelen nokta da buydu. Aynı eleştirel bağlam içinde yazar, Dylan’ın o yıllar yaygın olan “taklitçi folk sanatı”ndan çok daha fazla bir tavrı simgelediğinin de altını çizmiş.
Her ülkede olduğu gibi, ABD’de de aydınlar entelektüel bir standart içinde farklı beğeniler, estetik tavırlar geliştiriyorlardı. Bu liberal eksenli aydınlara karşı Beat Kuşağı ve özelde de Ginsberg’in yazınını ele alırken yazar, aralarındaki teorik ayrımın kısa da olsa altını çizmiş kitapta. “Ginsberg ve Beatler, entelektüel soyutlamaları reddeden bir estetik geliştirdiler ve hayatı tecrübe ederek yaşayan bireyi şiirselleştirdiler.” (s. 13) İşte bu bağlamdan hareketle önce Beat kültürünün ürettiği karşı yaşam biçimlerini yer yer gün ışığına çıkarırken hareketin yazınsal serüvenini de Ginsberg özeline ağırlık vererek okurlarla paylaşıyor. Burada, daha önce de altını çizdiğimiz karşı kültürler, içinde yaşanılan, cafe, bar ve kulüpler özelinde, yazınsal serüven ve şiir gösterileri de eklenerek Beat hayatının bir portresi çiziliyor. Bu yolla, belki de ilk defa, Beat’lerin varoluşunu sürdürdüğü kültürel ortamlar incelikli bir biçimde okurla paylaşılıyor. Beat’lerin üç odak kenti olan San Francisco, Colombia ve New York’un bu hareketin sembolü kentler olarak altı çizilmekte; hangi bar, cafe ve kulüplerin bu harekette nasıl itici roller üstlendiği, nasıl açıldıkları ve sahiplerinin niteliklerine kadar ilginç bilgilerle karşılaşılıyor. Alkol, esrar ve şiir okumaları bu kültürün sembol eylemlilikleri durumunda. Örneğin John Mitchell’ın ünlü cafe’si “Village Gaslight”ın ortaya çıkışı ve kültürel yolculuğunu metin yoluyla tanıma olanağı buluyoruz.
Bu kültürün ürettiği şiir ve edebiyat ne kadar 1960’ların başlarında yok olmaya doğru gitse de, örneğin Beat rönesansının da merkezi durumundaki San Francisco’da hâlâ yaşatılmaya çalışılmakta. Ginsberg’in yaygın bir üne kavuşmasını sağlayan Howl And Other Poems (Uluma ve Öteki Şiirler, 1956) kitabı ilginç bir öncü rol üstlense de (en azından kuşağın şiiri açısından) Ginsberg’in böyle bir tutumu simgelediğini söylemek zordur. Çünkü bu kültürün asıl mimarı, Jack Kerouac olarak bilinir. Elimizdeki kitap, bu serüvenin edebi yolculuğundan çok, kültürel geri planını ortaya çıkarma uğraşında. Kaçınılmaz olarak, vahşi ve aşırı milliyetçi ABD’nin ürettiği tüketim kültürü ve ideolojisine karşı bir alternatif, bir isyan arayışıdır. Açık bir politik söylemden çok, toplumun bireyler ve hayatları üzerinde yaptığı baskılara düşünsel ve kültürel düzeyde karşı çıkmayı imlemektedir. Bu karşı çıkışın felsefi geri planındaysa Uzakdoğu’nun mistik inanç ve değerleri yatmaktadır.
İşin ilginç yanı, 1950’lerin sonlarına gelindiğinde geleneksel ve folk müzik hareketlerinde de yeni bir dinamiğin doğması. Folk fanları bu müziğe aynı politik özenle bakmamaktadırlar. Sanki, bu değişimi gözlemleyen plak şirketlerinin doğuşunu bile kitabın metninde gözlemleyebiliyoruz. Folk plakları ve kitap satışları üzerinden yazar bu devinimi örnekleyebilmektedir. Dylan, bu yeni folk kültürel ortamı içinde 1961’de ortaya çıkacaktır. Yani Beat’lerin sönümünün eşiğinde. Columbia adlı önemli firmayla yaptığı beş albümlük anlaşma, şarkıcının geniş kesimlere şarkılarıyla ulaşma olanağını verecektir. Firma Dylan’a, Benny Goodman ve Billie Holiday gibi büyük isimlerin prodüktörünü de verince, Dylan şarkıları kısa sürede kulaklara kazınmaya başlamıştır. Dylan’ın lirikleri modern Amerikan şiir ve Beat Kuşağı şiiri ve şairlerinden etkiler taşıyan yepyeni bir anlatımı beraberinde getirince; ABD’nin kentli gençliğe ve sol entelektüel kesime inanılmaz biçimde hitap eden bir şarkıcı konumuna ulaşmasını bu metinlerde incelikli olarak öğrenme olanağı buluyoruz. Bu bağlamdan hareketle yazar, yer yer zorlamalar da olsa Beat’le yeni, protest folk açılımı arasında Dylan üzerinden ilişkilere yönelmektedir. Ufuk açıcı ama o düzeyde de sorgulamaya değer kesitlerdir bunlar. Bu ilişkilendirmede tabii ki Kerouac’ın rolünün önemle altı çizilmektedir.
Bilindiği üzere Beat’ler özellikle Charlie Parker tutkusuyla oluşturdukları caz vizyonunu, 1950’lerin sonuna gelirken Ornette Coleman’ın deneysel cazıyla pekiştirmektedirler. Beat şiirinde bu cazın ritimleriyle akrabalık kuranlara hep rastlanmaktadır. Ama yine de yazar folk ile caz ilişkilendirmesinde Dylan’ın ünlü caz piyanisti Thelonious Monk’la tanışmasını ve bu büyük ustanın kurduğu köprüyü vurgulamadan edemiyor: Monk’un Dylan’a “Hepimiz folk müzik çalıyoruz” demesini okura anımsatıyor. Dolayısıyla Dylan’ın cazla olan bağı konusunda da bu kesitte ilginç bilgilere ulaşılıyor. Bazen Beat’lerin de Rhythm&Blues dinlediklerinden dem vuruyor.
Dylan’ın da aktif etkisiyle protest kimlikli yeni folk müzik bir ivme kazanırken, Beat hareketinin silinmeye doğru gitmişti. Kitaptaki ilginç bir anekdot da, dönemin ünlü yazarlarının 1961’in hemen başında buluşup Beat kuşağının yok olduğunu bir tür ilan etmeleri. Bu aile içinde Norman Mailer, Susan Sontag gibi önemli yazarlar da bulunmakta. Gerçekten de bu tarihten sonra Kerouac zaten hiç ortalıkta yokken diğer Beat şairleri kendi çizgilerine doğru yol alıyorlar. İşin ilginç yanı bu zaman diliminde, Beat hareketinin ünlü romancısı William S. Burroughs gibi Ginsberg ve partneri Peter Orlowsky de Paris’e gideceklerdir. Bu, Beat’lerin bir tür “kaçışı” gibi de yorumlanmaktadır. Ama, örneğin Ginsberg’in ünlü Kaddish (Altıkırkbeş Yayınları, 2014) bu evrede yazılmıştır. Ayrıca tam bu yazarların Hindistan ve Tibet yolculukları, Budist inançlarını pekiştirme süreçleri bu zaman diliminde gerçekleşir.
Dylan’sa, Beat’lerin efsanevi kitabevi City Lights’ın sahibi şair Lawrence Ferlinghetti’yle 1963 yılında tanışmış. Ginsberg ve Orlowsky için, 1963 Aralık ayında düzenlenen “hoş geldin partisi”nde Dylan’ın da bulunması dikkate değer bir nokta. Nitekim, bu süreçten sonra da ikilinin ilişkisi daha da pekişecektir. Elimizdeki kitabın yazarı Sean Wilentz’se bu serüveni, özellikle de 1960’lar ortasındaki heyecan verici dostluğu, ikilemleri metnine incelikle işliyor. ABD kültürünün iki farklı sembolünün yaşadığı dönüşümlerin de yavaştan altı çiziliyor. İkilinin öne çıkan politik duyarlılıkları bu yolculukta dikkat çekmeye başlar. Hatta, Ginsberg’in bu dönem Dylan’a olan düşkünlüğü, zaafı ilgiyle okunuyor.
Dylan’ın 1960’ların ortalarına uzanan politik duyarlılığı ve yaptığı folk müzik ön plandayken, 1964’le birlikte elektrikli gitara doğru evrilip, rock müziğe yönelmesiyle birlikte onun görece elit, politik izleyicileri söz konusu kopuşa tepki göstermişlerdi. Şarkıcı, rock’a yönelimine koşut olarak müzik vizyonu ve liriklerinde de bir değişim yaşamaktaydı. Daha mistik bir yönelime kaydığı bu süreç, sanatçının Ginsberg’le olan ilişkisinin tüm yoğunluğunu yaşadığı bir zaman dilimiydi. Kitap özellikle bu ilişkiyi o kadar örneklerle okuruna taşıyor ki, bu yolculuk, belki Beat etkisini de aşan yeni evrenin işaretiydi. Ginsberg’le birlikte yaşadığı deneyimler, sahne şölenleri ve yeni rock algısı ikilinin iletişimini farklı bir mecraya doğru da çekmiş görünüyor. Yani, baştan beri Beat şiirinin aurası içinde gezinen Dylan, yarattığı yeni müzikal çizgiyle bu kez Ginsberg’i etkilemiş görünmekte. Bu serüveni yazar o kadar ayrıntılı biçimde dillendiriyor ki, ikilinin söz konusu iletişimi sanat vizyonu da birlikte bir başkalaşım yaşıyor. Kitabı okurken, örneklenen birçok olay, çatışkı sanki onların devamlı birbirlerini etkilediğini gösteriyor. Bunları basit bir örnekle burada açmak zor. Ama, bu şaşırtıcı ilişkinin iki sanatçıyı da nasıl zenginleştirdiği konusunda sayısız ipuçlarıyla karşılaşılıyor. Ginsberg’in Dylan’ın elektrikli müziğe geçişiniyse bir tür sanatsal meydan okuma olarak düşünüp savunması da bu süreçte dikkate değer bir tavır ve ortak algının sonucu olsa gerek. Bu, Dylan’ın “folkçu hayranlığını sattığı” düşüncesine Dylan’dan yana bir tavır almaktı.
Ama, yazara göre Ginsberg’in, Dylan’ın rock’a evrilmesinde bir katalizör rolü üstlendiğini söylemeden edememişti.
Dylan, bu rock’a dönüşen sounduna koşut olarak imge yoğun bir anlatımcılığa yol almaktaydı. Yazar, bir yanıyla Dylan’ın ilk büyük modernist Arthur Rimbaud’nun şiir ufkuna yakınlaşırken, bunun yanında Beat’lerin spontane bop vezninin yörüngesine oturduğunu söylüyor. Yeni bir imge dünyasına yol almaktı bu. “Another Side Of Bob Dylan” (1964) albümünde şekillenmekteydi bu tavır. Toplumsalcı duyarganın dışında bir iç konuşmalar çıkmıştı gün yüzüne. Dylan’ın şarkılarında sanatsal bir kırılma noktasıydı bu. Yeni ve kendine has bir mistik tutum geliştirmekteydi. Bu açılım daha sonraki “Highway 61 Revisted” (1965) albümünde daha da derinleşir. Kerouac metinleriyle açık köprüler kurulan ünlü “Desolation Row” da bu albümün içinde yer almaktadır. Bir bağlamda Beat ruhuyla belki en çok kenetlendiği lirikler bu albümdedir. Görüldüğü gibi, Dylan’ın şarkıları hep edebi metin ve şiirlerle karşılaştırılır. Bu durum, şarkıcının en önemli dayanaklarının söz konusu modernist kaynaklar olduğunun belgelenmesidir. Yazar da, elimizdeki kitapta, devamlı bu bağlamı ön planda tutmaktadır. Örneğin bir kesitte modernist şiirin mimarlarından T.S. Eliot’ın imgeleriyle ne denli etkilendiğini de anımsatmaktadır. Dylan’ın klasiği olan “Desolation Row”u incelerken Eliot’ın ünlü kitabı Çorak Ülke’yle Ginsberg’in Uluma ve Öteki Şiirler kitaplarının odak olduğu bir modernist gelenekle kurduğu köprünün bu liriklerde açık esinleri olduğunu söylerken, hiç de abarttığını düşünemeyiz. Dylan, elektriklendirdiği müziğine Beat edebiyatının pratiğini katmaktadır.
Yazarın bu ilişkilendirmeleri gerçekten önemlidir. Rock’a evrilmesiyle birlikte liriklerinde modernist eğilimlere daha çok yöneldiği söylenebilir. Andığımız bu ve benzeri modernist şairin yapıtlarında da Beat edebiyatında olduğu gibi gizemci öğelerin ön planda olduğu kaçınılmazdır. Dylan’ın hep bir “baba” figürü olarak algıladığı Allen Ginsberg işte tam bu bağlamda bir katalizör rolü üstlenmiştir. Ginsberg ve Beat’lerin estetik algısının Dylan’ı etkileyişinde bir abartı bulmak doğru değildir. Ama, Dylan’ın yalnızca bu kuşağın etki alanında olduğunu söylemek tabii ki düşünülemez. Bu kısa kitabı okudukça insan yalnız Dylan-Ginsberg ilişkisinde yoğunlaşmıyor. Öte yandan ikilinin ilginç ve gerilimli ilişkisinde tüm “baba”lığına rağmen daha çocuksu bir Ginsberg ve daha olgun bir Dylan portresiyle karşılaşıyor. Daha önemlisi, Amerika’nın 1960-80 arasında yaşanan kültürel ve karşı-kültürel arayışlarına dair sayısız izlenimlerle baş başa kalınıyor.
Öne çıkan politik bağlamdan çok bir kültürel arkeoloji izlenimi veriyor. Özelikle Ginsberg’in Beat kuşağı serüveninin ardından yaşadığı değişimi gözlemleme olanağı buluyoruz.
Sean Wilentz’in elimizdeki kitabı, sanatçıların yapıtları düzeyinde bir analizi tabii ki içermiyor. Metnin bağlamı içinde bazı yapıtlarını odak alıyor. Biz de bu yüzden söz konusu ikilinin topyekûn sanat felsefelerine girmemeye özen gösterdik. Daha çok yazarın tutumunu, yaklaşımını öne çıkarmaya çalıştık. 55 yıldır şarkı üreten bir Bob Dylan, ya da içinde ilginç değişimler de yaşayan Ginsberg şiirini dolayımlı olarak anımsatmaya özen gösterdik. Kitaptaki birçok olguyu, üretim pratiklerini teker teker tanıtmak yerine, bizim için önem arzeden olgu ve kültürel bağlamların üzerinde durduk. Yoksa, özellikle de Ginsberg’in yaslandığı Budist inanç sistemiyle olan yoğun kültürel pratikleri, eşcinsel tercihi ve haklarıyla ilgili verdiği mücadeleler ve Amerika’da her türden verilen politik hareketlerdeki aktivist rolü ayrı bir önem ve değere sahiptir. Kitapta tabii ki bu özellikleri ayrıntılarıyla ön planda değildir. Daha çok yazar için belirleyici olan sanatçıların kültür/karşı kültür ekseni ve hareketi içinde üstlendikleri bazı rolleri, olgular ve ilişkileri üzerinden açımlamaya çalışmasıdır. Dylan’ınsa müziğiyle modernist edebiyat ve şiir arasındaki ilişkisi sıkça belirginleşirken, müzik ve liriklerinin yaşadığı dönüşüm daha çok Ginsberg bağlantılı olarak kitaba taşınmaktadır. Yani bu ilişki üzerinden sanatçıların yaşadıkları kırılma ve dönüşümlerin en azından 1950-1970 arası dönemdeki yolculukları belirleyici olmuştur. Ama, bu sınırlı ve dönemsel bağlam bile bizim bu sanatçıları yeniden keşfetmemizi sağlarken, Amerika’nın o zaman dilimindeki kültürel katmanlarının, muhalif duyarlılıklarını gizli ayrıntılarla yeniden keşfetme olanağını okura sağlıyor.
Buradan yazımızın başına dönersek, elimizdeki kitap yoluyla, şarkıcının edebiyat ve şiir birikimi, poetik kaygıları ve modernist şiire olan düşkünlüğü, onun şiiri de müzikçiliği kadar önemsediğinin belgeleriyle dolu. Yalnız Beat kuşağının değil, daha önceki modernist ustalara olan eğilimi, bu eğilimdeki yoğun mistik öğeler sanatçının şarkı-yazarlığının ötesinde iyi bir şair olarak da düşünülmesinin ölçütü olarak değerlendirilebilir. Evet, bu ödül biraz abartılı düşünülebilir. Ama, Dylan’ın yazdığı şarkı sözlerini-liriklerini bir kitap bütünlüğü içinde okuduğumuzda hiç de bu ödülün aşırı bir seçim olduğunu söyleyemeyiz. Tek benimseyemediğimiz nokta, andığımız türden bir kültürel zeminden gelmiş, her zaman alt ve karşı kültürlerden yana bir sanat algısı olan bir Dylan’ın, dünyanın en popüler ödülünü sonuçta kabul etmesi bize fazla anlamlı gelmedi. Ama, şunu da biliyoruz, ölümüne kadar keskin bir muhalif olarak yaşayan Ginsberg’in küçük de olsa birkaç ödülü kabul ettiği bilinir.