Bir Osmanlı polisiyesi

Polisiyeyi polisiye yapan bilimsel mantık yürütme tarzı, Batı Aydınlanma’sıyla oluştu. Ama Batı’dan bağımsız polisiye örnekleri başka kültürlerde de var. Osmanlı edebiyatı da kendi polisiyesini üretti...

Polisiye kadar “Batılı” bir edebiyat türü daha yoktur herhalde. Bir kere türün bütün önemli kahramanları Batılı. Sherlock Holmes’dan Mike Hammer’a, Hercule Poirot’dan Frank Columbo’ya onlarca Batılı polisiye kahramanı sayabiliriz ama aklımıza bir tane bile Çinli, Hintli ya da Arap dedektif gelmez. İkincisi, polisiyenin temelinde yatan merkezi polis örgütleri ilk kez Batı’da, Fransa ve İngiltere gibi ülkelerde ortaya çıktı. Ama bunların hepsini bir yana bıraksak bile şu var: Polisiyeyi polisiye yapan bilimsel mantık yürütme tarzı, Batı Aydınlanma’sıyla oluştu.

Peki, Batı’da yaşamayan kimse mantık yürütmedi mi? Başka yerlerde asayiş kuvvetleri yok muydu? Ve edebiyat dediğimiz şey, insan nerede varsa orada yok mu? Tabii ki bu üç öğe, başka yerlerde de mevcut. Ve bir araya geldiklerinde ortaya bazen polisiye çıktı. Belki Batı’daki gibi sistematik, ticari bir edebiyat türü olarak değil. Ama Batı’dan bağımsız, Batı edebiyatından etkilenmeden yazılmış polisiye örnekleri başka kültürlerde de var.

Osmanlı edebiyatı da kendi polisiyesini üretti. Bu polisiyenin bir örneği “Sansar Mustafa Hikâyesi.” Hikâyeden günümüze sadece eski yazı bir el yazması kaldı. Yazarını ve tarihini bilmiyoruz ama büyük ihtimalle 19. yüzyılın ilk yarısında ya da daha önce yazıldı. Öykü, Tıflî Hikâyeleri olarak bilinen bir edebiyat türünün parçası. Tıflî Hikâyeleri, Osmanlı’da Batı etkisi başlamadan üretilen belki de en “gerçekçi” edebî tür. Hikâyeler İstanbul’da geçiyor, gerçekten yaşamış kişileri de içeriyor ve doğaüstü, masalsı öğelerden büyük ölçüde kaçınıyor. İlginçtir ki aralarında hem en masalsı, hem de en polisiye olanı, “Sansar Mustafa Hikâyesi.”

Bir ceset, kayıkçılar ve padişah

Sansar Mustafa genç bir İstanbul kabadayısı. Galata’da, Panayot’un meyhanesinde tuttuğu odada yaşıyor. Lakabını çevikliğine ve maceracı ruhuna borçlu. Başı sürekli belada ama kanunsuz bir adam değil: Tıpkı günümüzün Deliyürek’leri gibi kanunun ötesinde bir erdem ve ahlak anlayışına göre yaşıyor. En büyük zaafı ise güzel oğlanlar. Bir gün, Ahmet adlı bir berber yamağına vuruluyor, çocuğu bir sansar gibi kapıp kaçırıyor ve odasına kapatıp gece gündüz zevküsefaya dalıyor. Sansar’ın hesaba katmadığı tek bir şey var: Dönemin padişahı IV. Murat, Ahmet’i Sansar’dan da önce görüp çocuğa en az Sansar kadar vurulmuştu. Şimdi ise kaybolan çocuğu bulmak için her yolu deniyor.

Bir süre sonra Sansar ve Ahmet yakayı ele veriyor. Yakalanmak üzereyken son dakikada kurtulup soluğu Mısır’da alıyorlar. Kendilerini unutturmak için birkaç yıl burada kalsalar da Sansar’ın Ahmet’i kaçırışı İstanbul’da şehir efsanesi olup dilden dile dolaşıyor. Şehre döndüklerinde padişaha yakalanıyorlar. Ama IV. Murat Sansar’ın mertliğinden etkileniyor, onu affediyor ve saraydan bir kızla evlendiriyor.

Aslında bu hikâyede incelenecek o kadar çok şey var ki. Örneğin gördüğümüz gibi Sansar ve IV. Murat bariz bir şekilde oğlanlardan hoşlanıyor. Hem bu hoşlanma, bize bazen anlatılan, sevgilinin yüzünde tanrıyı gören, saf, tasavvufi bir ilgi de değil. Düpedüz cinsel. Sansar’la Ahmet’in seks yaptığını metin bize açık açık söylüyor. Ama bizi burada ilgilendiren konu Osmanlı’da cinsellik değil Osmanlı’da polisiye. Öyleyse konumuza dönelim.

“Sansar Mustafa Hikâyesi,” ilk bakışta polisiyeden çok macera türünü akla getiriyor. Hikâyedeki polisiyeyi görmek için biraz daha yakından bakmak gerek. IV. Murat, Sansar’ın Ahmet’i kaçırıp kapattığı meyhane odasını nasıl buluyor? İşte burada, Tıflî Hikâyeleri’ne adını veren Tıflî Efendi’yle karşılaşıyoruz. Tıflî Ahmet Çelebi, IV. Murat döneminde (1623-40) yaşamış ve gerçekten de padişaha meclis arkadaşlığı yapmış bir şair ve öykücü. Tıflî Hikâyeleri’nde ise padişahın vazgeçilmez yardımcısı. Sultan Murat, ortadan kaybolan Ahmet’i bulma görevini Tıflî’ye veriyor.

İşte polisiye burada başlıyor. Saraydan yetkili bir Osmanlı dedektifi olarak Tıflî, dönemin emniyet müdürü sayılabilecek asesbaşıyla buluşup bir plan öneriyor: “Bu İstanbul’da ne kadar ‘ârüfte var ise defter edip cümlesin katına cemeyleseniz, içinden meşhur ve atak olanları ayırıp ahvali anlara tarif eyleseniz.” Peki bu arüfteler, yani fahişeler, ne işe yarayacak? “Eğer her kanginiz Sansar Mustafa’yı bulup ve yerin haber alırsa ana iki yüz altın ve hem ‘ârüftelik menşûrun eline verip gayrı beğendiği yerlerde zevk edip kimse mâni olmaz ve hem padişahımızdan küllî ihsan alıveririm.” Uzun lafın kısası, Tıflî ve asesbaşı Sansar’ı arananlar listesine koyup şehrin fahişelerini muhbir olarak peşine takıyorlar, Sansar’ı bulana da resmî bir fahişelik izni dahil birçok ödül vadediyorlar.

Bir süre sonra Sansar ve Ahmet, Dolmabahçe’de gezerken Rukiye adlı fahişeye rastlıyor. Kadında gözü kalan Ahmet, Sansar’dan Rukiye’yi kendisine ayarlamasını istiyor: “Sekiz dokuz gündür sen benim ile zevk edip sefamı sürdün, ya n’ola şimdi bana bir avrat sayd etsen, ben de bu gece senin sayende avrat ile bir zevk eylesem olmaz mı?” Sansar, “Benim ömrümde avrat ile musâhabet edip zen-pârelik eylediğim yoktur” diyerek naz yapsa da Ahmet Sansar’ı rica minnet ikna ediyor ve Rukiye’yi de yanlarına alıp meyhaneye dönüyorlar. Burada Rukiye, Tıflî tarafından görevlendirildiğini ağzından kaçırıyor ve Sansar, kadının kellesini uçuruyor.

Artık ortada bir ceset var ve delil teşkil eden bu cesedi bir şekilde yok etmek lazım. Sansar kılık değiştirip Saraçhane’ye gidiyor ve sandıkçılar kethüdasından büyükçe bir sandık alıyor. Sandığı Kürt Oğlu adında bir hamalın sırtına verip Unkapanı’na getiriyor, oradan bir kayığa binip sandıkla beraber Mumhane’ye geçiyor. Burada sandığı başka bir hamalın sırtına yükleyip Panayot’un meyhanesine getiriyor, cesedi sandığa koyuyor ve sandığı gece vakti Boğaz’ın sularına bırakıyor.

Ama işte tam da burada talih—ya da talihsizlik—devreye giriyor. O gece gözüne uyku girmeyen IV. Murat, İncili Köşk’ten dürbünle etrafı gözetlemeye karar veriyor. Fahişenin cesedini taşıyan sandık Adalar civarında sürüklenirken Sultan Murat’ın gözüne çarpıyor—yani dönemin güvenlik kameralarına yakalanıyor.

Sandığı huzuruna getirten Sultan Murat, Tıflî’ye olayı çözmesini emrediyor. Muhbirlerinden biri olan fahişeyi hemen tanıyan Tıflî, bu işte Sansar’ın parmağı olduğunu anlıyor. Elindeki tek ipucu ise cesedi barındıran sandık. Tıflî’nin adamları hemen sandığın “içinden avradı deryaya salıp sandığı pak silip” temizliyor. Ertesi sabah, Tıflî sandığı alıp Saraçhane’ye, sandıkçılara götürüp gerçek bir dedektif gibi Sansar’ın izini sürmeye başlıyor. Önce sandıkçılar kethüdasından sandığı kimin aldığını öğreniyor. Sonra sandığı taşıyan hamalı buldurtup onunla beraber Unkapanı’na iniyor. Burada kayıkçılardan sorumlu kethüdayı bulup hamala dünkü kayıkçıyı tarif ettiriyor. “Şöyle bir çil yüzlü âdem idi” diyor hamal. Kethüda adamı derhal teşhis ediyor: “beli efendim, şimdi bildim, ana Çil Mustafa derler.” Çil Mustafa’yı çağırıyorlar ve o da Mumhane iskelesinde sandığı devralan hamalı teşhis ediyor: “ol arada bekçidir ve adına Recep derler.” Tıflî karşıya geçiyor ve Recep’i bulup ondan Panayot’un meyhanesini öğreniyor.

Bu noktada Tıflî, Amerikan polisiyelerindeki gibi takviye istiyor. Asayiş kuvvetleri, “birbirlerine haber verip meyhanenin cevânib-i erba‘asın kuşattılar, etrafında olan meyhaneleri bile kuşattılar ve bir uğurdan bastılar. Meyhaneler içinde olanları ve haneler içinde olanları ve beşikte çocukları tutup Tıflî Efendi’nin karşısına getirdiler.” Ne var ki Sansar’dan iz bulamıyorlar.

Tıflî, Panayot’u Sultan Murat’ın huzuruna getirince padişah meyhaneciyi bizzat sorguya çekiyor. Panayot’un verdiği istihbarat şöyle: “Padişahım, hâliyâ Sansar Mustafa’nın Tahtakale’de bir babalığı vardır ve sanatı berberdir, ikindi vakti olunca ol arada eğlenir.” Tıflî ve asayiş kuvvetleri hemen yola düşüp berber dükkânını kuşatıyor. Dışarıdan Sansar’a sesleniyorlar: “Bak Sansar Mustafa, gel oğul, kendi iradetinle çık, sana ölüm yoktur.” Bir tek megafonları eksik. Sansar’ın cevabı, Scarface misali köşeye sıkışmış gangsterleri aratmıyor: “Bak asesbaşı, subaşı ağa, ben bunda kolaylık ile ele girip kendim size verenlerden değilim, ara yerde çok âdem helak olur.” Gerçekten de Sansar, asayiş kuvvetleriyle çarpışıyor ve Scarface’in aksine ellerinden kurtulmayı başarıyor. Belli ki Osmanlı polisiyesi, gangster kahramanın trajik ölümünden henüz bir adım uzakta.

Bundan sonra hikâye polisiyeden uzaklaşıyor. Sansar ve Ahmet Mısır’a kaçıyor, yolda korsanlarla çarpışıyor, bir deniz faciasından duaları sayesinde kurtuluyor ve daha nice macera atlatıyor. Yakalanmaları ise başka bir güne kalacaktır.

Matbaa ve türlerin gelişimi

“Sansar Mustafa Hikâyesi”ne “yerli bir polisiye” gözüyle bakmak ne kadar doğru? Belli ki Sherlock Holmes tarzı Batı polisiyelerinde bulduğumuz olay örgüsü bütünlüğü bu hikâyede yok. Hikâyenin bir kısmı son derece polisiye bir havada geçse de büyük bir kısmı polisiyeyle ilgisiz. Ama zaten edebiyat tarihindeki hiçbir tür, gökten zembille inmez. Daha öncesinde varolan diğer edebiyat ürünlerinden beslenir, onların bazı özelliklerini devralır, bazılarını gözardı eder ve yavaş yavaş, zaman içinde kendi kimliğini bulur. “Sansar Mustafa Hikâyesi” gibi öyküler, günün birinde Osmanlı’da gerçek ve yerli bir polisiye türüne öncülük edebilir miydi? Belki, ama bu dönemde Batı polisiyesi zaten Osmanlı edebiyatına girmek üzereydi. Yerli bir türün oluşmasına fırsat bırakmadan girdi de: 1913 yılında Ebüsüreyya Sami, birebir Sherlock Holmes’dan aşırdığı Amanvermez Avni’nin maceralarını yayımlamaya başladı ve Tıflî Efendi gibi Osmanlı dedektifleri hızla unutuldu.

Edebî türlerin gelişimi yayıncılık teknolojisiyle yakından ilişkili. Matbaa öncesi çağlarda sözlü olarak gelişen ve yayılan türler, temel değişikliklere uğramadan bazen yüzyıllarca hayatta kalabiliyordu. Ama matbaa, kitabı ve edebiyatı bir ticaret ve tüketim nesnesi haline getirdi. Yeni edebiyat türlerinin oluşum, gelişim ve yokoluş sürecini radikal bir biçimde hızlandırdı. Gutenberg’in hurufat matbaası 1438’de devreye girdi. Böylece Batı, yazılı kültüre doğru en önemli adımı atmıştı. Osmanlı’da ise ilk hurufat matbaası, bundan neredeyse üç yüz yıl sonra, 1729’da Macar asıllı İbrahim Müteferrika tarafından hizmete açıldı. Ticari yayıncılığın Osmanlı’ya gelmesi neredeyse yüz elli yıl daha sürdü ve ancak 1860’larda, İbrahim Şinasi gibi özel girişimcilerin çıkarttığı gazetelerle mümkün oldu. Osmanlı kültürü, 19. yüzyılın sonunda hâlâ büyük ölçüde sözlü bir kültürdü. O şartlar altında “Sansar Mustafa Hikâyesi”nin yerli bir polisiye türüne dönüşmesi belki hiç yaşanmayacak, belki de yüz yıl daha sürecekti. Osmanlı’nın ise yüz yılı kalmamıştı.

 

David Selim Sayers, San Francisco State University’de öğretim görevlisi olarak çalışıyor. Tıflî Hikâyeleri adlı kitabı 2013’te Bilgi Üniversitesi Yayınları’ndan çıktı.