Alacaceren'den yola çıkarak: Bir Nezihe Meriç evreni

“Ben kendim için, güzel balkonlar biriktiririm. Sevilen balkonlardır bunlar. Kendi kendime ‘Ben bir ustayım' diyorum. ‘Güzel balkon seçme, güzel balkon biriktirme ustası!'”

07 Haziran 2018 14:00

Modern Türkçe öykücülüğün önde gelen isimlerinden biri. Adalet Ağaoğlu, Leylâ Erbil, Sevgi Soysal gibi kadın yazarların dönemdaşı. Yine de, ne onlar kadar “ünlü” ne de tamamen unutulmuş bir yazar; Nezihe Meriç.

Her yazarın eserlerine taşıdığı “kendi hayatından izler”, Meriç söz konusu olunca belki daha da net görülüyor. Eskişehir, Erzincan, Ağrı, Kırşehir’de geçen eğitim hayatı, “Anadolu’da kentten kente dolaşan, açık havada büyümüş bir çocuğun birikimleri” olarak yansır onun kitaplarına.[1] İstanbul’da geçirdiği üniversite yıllarında biraz Türkoloji, biraz felsefe eğitiminden sonra kendini kitapların, yazının dünyasına atar büsbütün. 1951, Meriç’in parladığı yıl olur; Oktay Akbal, Varlık Dergisi’nde onu “Yeni Bir Hikâyeci” olarak takdim eder. Bir öykücü olarak verimli geçen yıllarının ardından, romanı Korsan Çıkmazı ile de 1962 Türk Dil Kurumu Roman Ödülü’nü alır Meriç. Öykücülüğüne gelen en büyük ödüllerse, 1990 Sait Faik Öykü Ödülü le 1998 Sedat Simavî Ödülü olacaktır. Ödüllerin ne kadar önemsenmesi gerektiği meselesi bir tartışma konusu olsa da, bu ödüller, bence Meriç’in “görüldüğünü” göstermesi açısından anlamlıdır.

Hislidir, heyecanlıdır Meriç. Üniversitede aradığını bulamadığı zaman da sinirleri hasta olacak denli harap olur, kaçaklık hayatında da… Belirtmeden geçmeyelim, 1968-74 yılları arasında kaçak hayatı sürmesini de yine kitaplara borçludur. ‘68 yılında Dost Yayınları’nın Nâzım Hikmet’in eserlerini yayımlamaya karar vermesi üzerine, sorumlu müdür olması sıfatıyla Nezihe Meriç yargılanır. 12 Mart Darbesi yüzünden oldukça uzun süren ve hapis cezasıyla neticelenen bu davayı temyiz etse de, yeniden yargılanma sonucunda yine aynı cezaya çarptırılır. Ancak hapse girmemeye kararlıdır, böylece Meriç’in yakalanma korkusunu hep hissettiği (ancak yakalanması için sıkı bir takibatın da yapılmadığının anlaşıldığı) altı yıllık kaçaklık süreci başlar. Hassas kişiliği, olaylardan çokça etkilenen bir mizaca sahip olmasına neden olduğundan, bu durum onda derin savrulmalara sebep olarak üretkenliğini de etkiler, ki kolay yazamadığını, daha doğrusu yazdıklarını demlendirme ihtiyacı duyduğunu vurgular zaten hep Meriç. Sonuçta 73’te Dost Yayınları kapanırken, 74’te de Meriç affedilir.

Alagün Çocukları’ndan Alacaceren’e

1976’da Alagün Çocukları çıkar. Aslında 12 kitaplık bir çocuk serisi olması planlanmışsa da, araya giren ‘80 darbesi yüzünden uzun bir süre yazamayacaktır Meriç. Üstelik Alagün Çocukları’nı yazmaya başlarken kitaplarda çocukların anne babalarını, baskınları, siyasî ortamı da yazmayı tasarlamıştır; okurla birlikte büyüyen kahramanları “bilinçlenecek, kişilikleri gelişecek, söyleyecek sözleri olacaktır yaşam üzerine”.[2] Ne var ki, bu tasarı gerçekleşemez: “Tüm bunları yazmak olacak iş değildi. İnsanın sözünü soluğunu kesen, sansür denilen şey varken, ne yazabilirdin ne bastırabilirdin”.[3]

Alaceren, Nezihe Meriç, Yapı Kredi YayınlarıMeriç, bir “ırmak roman” olarak tanımladığı, karakterlerini daha bebekliklerinden itibaren yazmaya başladığı bu kitaplar için yazdığı taslakları, kendi deyimiyle 1975’ten beri belki 1975 kez eline alır, bırakır. Yeniden yazmaya başlayabildiğinde ise ortaya çıkan artık Alagün Çocukları değil, Alacaceren’dir.

90’lı yıllar, Nezihe Meriç’in yeniden yazıya döndüğü ve birbiri ardına çocuk kitapları yazdığı yıllar olur. Bahsettiği sebepler yüzünden Alagün Çocukları’nın devamını getiremese de, onun yerine, önce yine karakterini yaş yaş büyüttüğü bir başka seriyi yazar: Küçük Bir Kız Tanıyorum. Kahramanı Ayşe’yi 92’de okurla buluşturan Meriç, onun 6, 7, 8, 9, 10, 11, 12 yaşlarını yazıp seriyi 98’de tamamlar. 2003’te ise ilk romanı Korsan Çıkmazı’ndan tam 42 yıl sonra ikinci romanı Alacaceren’i yayımlar Meriç.

Alacaceren, bir çocuk kitabı veya Alagün Çocukları’nın devamı değil, fakat Meriç’in zihninde büyüttüğü önceki karakterlerinin izlerini taşıyan, yer yer çocukluğunu da öğrendiğimiz, şimdi genç bir yetişkin olma sınırındaki Bengi’nin hikâyesidir. Alacaceren’i, Meriç’in geçmişteki tarzıyla yeniden yazmaya başladığı zamanki temaları ve üslubu arasında bir köprü gibi görmek mümkün, çünkü hem onun yazın ırmağının farklı bir kolu, hem de süreklilikler taşıyan bir metin… Öncelikle öykü formatında değildir Alacaceren, romandır. Fakat bir yandan da, “Bengi’nin sabahları” başlığı altında toplanabilecek, ortaklıkları olan öykülerin ardı ardına gelmesiyle oluşmuş bir romana benzer (ki Fransızcaya bu adla çevrilmiştir, Les matins de Bengisu). Bu anlamda Sevgi Soysal’ın Tante Rosa’sını andırır bir yapısı vardır. Böylece hem kısa bir roman formatında karşımıza çıkarken, hem de hâlâ Meriç’in öykülerini çağrıştırır. Kitapta gelenekle çatışan kadın teması azdır, daha alttan alta verilen başkaldırma mesajlarından söz edilebilir ancak. Meriç’in ilk zamanki öykülerinde sıkça rastlanan, bireysel sorunlarından yola çıkarak dolaylı olarak düzene olan hoşnutsuzluğunu dile getiren genç kızları andıran bir karakter Bengi. Meriç, aslında 60’lı yıllarda bahsettiği sorunların evrenini toplumsal düzenle bağıntılı meseleler olarak genişletirken, kahramanlarını da “genişletip”, onları toplumsal hayata katılımlarıyla, çıkardıkları sesle, gösterdikleri direnişle birlikte resmeder hâle gelmişti.[4] Ancak Meriç’in 2000’li yıllardaki yazınına baktığımızda, onun artık kahramanlarını bir tür “bugünden dönüp geriye bakma” hâliyle kurguladığı söylenebilir.

Çarpışan hayat tarzları arasında kalan iki çocuk

Geçmişi, bugünden bakarak, elekten geçirerek yazar adeta Meriç. Kahramanların yine toplumsal bir arkaplanla kaleme alındığı bellidir, ama kullandığı dil daha “içeriden” gelir ve vereceği mesajı daha çok birey ve aile ilişkileri üstünden kurgulayarak verir. Alacaceren’de ideallerine kavuşamayıp hüzne gömülen solcular, her sabah içmeden işine bile gidemeyen alkolik baba üstünden resmedilirken, mücadeleyi tamamen konudışı bırakıp gündelik hayatın konforuna, hatta “burjuva zevkler”e sığınanların eleştirisi ise anne üzerinden yapılır.

Bengi’nin annesi, nişanlısı onu ailesinin beklentilerine denk, zengin ve güçlü bir ailenin kızıyla evlenmek üzere terk edince, şehirden uzaklaşmak için bir sahil kasabasına kendisini atmış, burada Bengi’nin babasıyla tanışmıştır. İlk anda, aşkın verdiği heyecan hâliyle her şey güzel gözükse de, kısa sürede bu çiftin beklentilerinin birbiriyle ne kadar uyumsuz olduğu ortaya çıkar. Annesi “güzel yaşamak” isteyen biridir Bengi’nin: “Ben kent yaşamını seviyorum. Ben parayla kurulabilecek, bence makbul olan bir biçimde yaşamak istiyorum. Dünyayı dolaşmak, değişik ülkeler görmek, İngilizcemi ilerletmek, çocuklarımı iyi okutmak, iyi müzik dinlemek, konserleri izlemek, yani neyse işte, tüm bunları yaşamak. Ben böyleyim.”

Annesinin bu hâline karşılık Bengi’nin babası, mütevazı ailesinden gördüğü yaşamı devrimci değerlerle birleştiren bir yaşam tarzına sahip bir mimar olarak sunulur. Fakat doğrusu babasının bu hâli biraz sözlerde kalmış gibidir. İş hayatındaki kifayetsiz muhterislere dayanmakta zorlanan, üzüntüsünden alkole sarılan babayla empati kursak da, anneyi sadece “yozlaşmış istekler” peşinde koşan bir karakter gibi sunmak haksızlık olur. Meriç’in konuşturduğu, sesini çıkarmasına, isteklerini dile getirmesine alan açtığı anne, sadece güzel giysiler istemez, yukarıdaki cümlelerinde görülebileceği gibi, aslında istediği, hayatın çalışmak ve kalan zamanda yemek yapıp evle ilgilenmekten ibaret olmamasıdır. Kendini geliştirmeye ayırabileceği zaman ve paranın varlığını, onun kaygılarını paylaşan bir eşi ister. Onun bu isteklerinde tamamen haksız olduğu söylenebilir mi? Onun isteklerini ezbere bir refleksle toptan “burjuva hayat tarzı” olarak görüp küçümseyen eşinin hayattan beklentilerinin bunlar olmadığı açıktır. Ancak onun da, daha büyük ideallere ulaşma yolunda “devrimciliğe, solculuğa” dair ne yaptığı meçhuldür. Sonuçta anne, günlük dertlerle uğraşmaktan sinirleri yıpranan taraf olurken, büyük ideallere dair hayallerini anlatıp günlük dertlere karşı duyarsız ve umursamaz kalan baba, “güleç ve hayalperest” yumuşaklığıyla sanki ebeveynlikte bir adım öne geçmiş gibidir. Daha doğrusu hem kızlarının hem de Meriç’in babayı bir parça kayırdığını hissederiz.

Bengi ve kız kardeşi Gün, işte tüm çocukluklarını istekleri, hayattan beklentileri uyuşmayan bu anne ve baba arasına sıkışmış hâlde geçirirler. Esas dönüm noktası ise annenin bir başka erkekle olmaya karar verişini babaya açıklaması üzerine, her iki ebeveynin de evi terk ederek çocukları yalnız bırakması olur. İki taraf da “Nasıl olsa diğeri ilgilenir” diye düşünerek evden gidince çocuklar yalnız kalırlar. Anne, yeni bir hayata başlamak için evden çıkar, babanın ise neden çocukları terk ettiğine dair bizi bilgilendirmez yazar. Tek anlayabildiğimiz, babanın da bir tür inat yaptığıdır. Bunun üzerine anne, kendi babasını, yani Bengi’nin dedesini çağırarak bir tür çözüm yaratır. Artık Bengi ve kardeşi Gün, dedeleriyle büyüyeceklerdir. Bengi, zaten anne babası arasındaki çekişmeler ve ilgisiz bırakıldığı zamanlar yüzünden erkenden olgunlaşmış, kardeşinin sorumluluğunu bile üstlenmiş bir çocuktur. Bu yüzden erkenden olgunlaşması, ömrü boyunca onun hep “yaşıtlarından başka bir çocuk”, “başka bir genç” olarak görülmesine sebep olacaktır.

Bengi ve kardeşi Gün’ün dedeleriyle geliştirdikleri karşılıklı güven ve şefkat bağında, anne-babalarında bulamadıkları bir derinlik vardır. İşin aslı, ne çocukları için daha iyisini istediğini söyleyen anne, ne çocuklarına deniz kıyısında sakince yaşama hayallerini anlatan baba, kendi çocuklarıyla ilgilenme yükünün altına girmemişlerdir. Fakat bu noktada, babaları da onları aynı şekilde bırakıp gitmesine rağmen, Bengi’nin annesine karşı daha kızgın olduğunu hissederiz. Burada Meriç de ebeveynlik yükünün esas olarak anneye ait olduğunu, çocuklar ortak kararla yapılsalar da, onlara bir ömür bakma görevinin öncelikle annenin olduğunu düşünen toplumsal bakış açısından çok kaçamamış gibidir.

Bengi’nin evreni

Ancak Meriç bu ilişkinin karşısına, dengeleyici bir başka ilişki koyar; dede ile “alaca kavak gibi pırpırlanan çok hoş bir kadın” olan üvey anneannesinin 40 yıl süren büyük aşkını… Güzel konuşan, güzel giyinen, akıllı, bilgili bir kadındır Gülperi Hanım. Dedenin Semiha Halası, “alavera dalavera yapıp” görümcesinin kızıyla dedeyi baş göz etse ve Bengi’nin annesi doğsa da, bu evlilik uzun sürmez. “Titizliğine, hamaratlığına rağmen” dedenin yıldızı bu kadınla barışmaz. Gençliğinde peşine polis takılan, Moskova’ya kaçacağı düşünülen, şiir okuyan dede, Gülperi Hanım’a ilk görüşte vurulur; bilgisinden, zekâsından ayrıca etkilenir. Dedenin akrabalarına göre “taptığı” bu kadın aslında pek hamarat değildir, “evi şöyle uydur kaydır bir toparlar, akşamüzeri hemen, şöyle bir iki lokma bir şey hazırlar, yumurta kırar, cacık yapar, acele bir köfte yoğurur çıkarır adama”. Meriç, burada geleneksel kadının karşısına, bilgisi ve kültürüyle sivrilen yeni bir kadın tipi geçirir. Hatta Bengi’yi de “esmer, ilk bakışta çok güzel olmayan”, fakat derinliği olan, düşünen, yazan, sorgulayan, “başka” bir genç kadın olarak kurgularken aynı şeyi yapmaktadır.

Bengi’nin dedesi, açıkça toplumsal beklentilerin önüne kendi isteklerini koyabilen biridir. Nitekim Bengi’nin ağzından da dedesini anarken “Dedem, kendisine verilen zamanı, kendi istediği gibi yaşamıştı; kimseyi karıştırmamıştı. Yaşama biçimini kınayanları, öğüt vermek, akıl vermek isteyenleri, hoşgörüsü olmayanları, sevgisizleri, kendini bir bok sananları elinin ucuyla şöylece iteleyivermişti. 'Bunlar virüs’ gibidirler’ derdi. ‘Bunlar kıskanç, mütecessis, dedikoducu, ziyan mahlukattandır. Aman! Asla yaklaştırmayacaksın yanına!” (s. 43) cümleleri dökülür. (Ancak dedeye hak olan, hatta övülen “kendine verilen zamanı kendi istediği gibi yaşama” hâli, anneye pek hak görülmez.) Bengi, bir çocuğun anne ve babasından almaya ihtiyaç duyduğu duygusal ve maddi güvenceyi dedesinden aldığı için, hayata onunla bağlanması, onun dünya ve yaşama bakışını benimsemesi doğaldır.

Bengi üstünden kurgulanmış gibi gözükmekle birlikte, bu kısacık romanın evrenine bir genç kadının çocukluğu ve gelecek beklentilerinden çok daha fazlasının sığdırıldığı aşikâr. Türkiye’nin yakın tarihinden değişen yaşam tarzlarına, geleneksel kadın/modern kadın ikiliğinden aile kurumunun çözülmesine, Nezihe Meriç birçok temayı bu esere yedirir. Ancak bununla da yetinmez, metin içinde hem yazar olarak kendi sesini duyurur, hem karakteri Bengi ve onun etrafındakileri konuşturur, hem de Bengi’ye bir kitap yazdırarak onu da “yazar” kimliğiyle konuşturur. Bu üç anlatım düzeyi, üç ses öyle güzel iç içe geçer ki, iyi yapılmadığında bir kakafoniye dönüşebilecekken ahenkli bir çokseslilik ortaya çıkar.

Onun neredeyse her eserinde kendini gösteren doğa sevgisi, çevreye yöneltilen dikkat de anlatıyı tamamlayan son dokunuş olarak öne çıkar. Bengi’nin karakteri Ayşe’nin dilinden dökülenler, aslında Bengi’yi yazdıran Meriç’in kendisidir bir bakıma: “Ben kendim için, güzel balkonlar biriktiririm. Sevilen balkonlardır bunlar. Kendi kendime ‘Ben bir ustayım’ diyorum. ‘Güzel balkon seçme, güzel balkon biriktirme ustası!’”

 

[1]  Sevim Hilmioğlu, “Nezihe Meriç’in Hayatı, Sanatı ve Eserleri”, yayımlanmamış doktora tezi, s. 15.
[2] Nezihe Meriç, Alacaceren, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, s. 77.
[3] A.g.e., s. 78.
[4] Nezihe Meriç yazınındaki kadın karakterler meselesinin detaylı incelemesi için bkz. Duygu Özakın, “Başkaldıran Beden: Nezihe Meriç’in ‘Menekşeli Bilinç’ Eserinde Sembol ve Sorunsal Olarak Kadın Bedeni”, https://bit.ly/2H27Ana ; Jale Özata Dirlikyapan, “Öykünün Modernleşme Sürecinde İki Kadın Öykücü: Nezihe Meriç ve Leylâ Erbil”, https://bit.ly/2sklUD7 ; Oktay Yivli, “Sevdican Oyununda Kadın Tipleri”, https://bit.ly/2sjkVTA