Yürümek, Aylak Adam'ın tahtına komşu olacak değerde bireyci ve iç bunalım romanıdır, üstelik iki cinsiyeti de kapsayarak ve dahası doğayı bir birey, kenti de bir birey ilan ederek...
31 Mayıs 2018 12:31
68 kuşağının en değerli yazarlarından Sevgi Soysal’ın edebiyatını 50 yıl sonra bugün nasıl yorumluyoruz? Bu soru edebiyat eleştirisi ve zaman kavramını da karşı karşıya getiriyor. Soysal’ın zamana yenik düşmeyen, hâlâ capcanlı yazısı eleştirmen, yazar ve akademisyenlerce yıllardır değerlendiriliyor. Eserlerine daha önce sosyolojik, toplumcu gerçekçi, gerçekçi, yapısalcı, kentsel, feminist, ekofeminist okumaların yapıldığını biliyoruz. Geçen 50 yılda bu eleştiri türlerinin çeşitlendiğini, derinleştiğini, önceki dönem eleştirilerinin tezlerini yeniden tartışmaya açtığını hatta çürüttüğünü de. Bu iyimser tablonun yanı sıra, Soysal eleştirisinin ilk dönemi bize eserlerindeki bu olanağın fark edilmediğini ve kısıtlı yorumlandığını gösteriyor. Özellikle Yürümek[1] ilk roman olması nedeniyle öykücül, parçalı olması nedeniyle biçim deneyi kurbanı, tutarsız ve dağınık tanımlanıyor. İçindeki bağımsız doğa pasajları illâ simge arayışı ve bulunamayışı sonucunda yapısalcı bakışın kısırlığında tam olarak çözümlenemiyor. Yeni yeni ekofeminist okumalarla bu doğa pasajları simgeselliğin dışında asıl yerine otursa da bu sefer bağımsız kent parçaları gözden kaçıyor.[2] Ne ki Yürümek, Aylak Adam’ın tahtına komşu olacak değerde bireyci ve iç bunalım romanıdır, üstelik iki cinsiyeti de kapsayarak ve dahası doğayı bir birey, kenti de bir birey ilan ederek. Romanın biçimi ortaya koyar ki; doğa kendisi olarak, kent kendisi olarak ve kadın öncelikli olmak üzere insan kendisi olarak sürekli birbirlerini işaret ederler. Bu işaretler de eleştirinin “parçalı anlatım” diyerek kolaycılığa sığındığı metinlere inat, pasajlar arasındaki parmak kalınlığındaki boşluklarla apaçık belirgindir. Roman üzerine ne yazık ki yeterince araştırma yapılmadığı gibi Soysal’ın bu eserinde basit biçim değişikliği tuzağına düştüğü söylenir.[3]
Bu yazı, Yürümek’in 108-110. sayfalarında geçen çember imgesini; kapsadığı, dışında bıraktığı, içinde konumlandığı ortamlar ve kendi içinde ürettiği mecazlar üzerinden incelemek amacındadır. Tek bir sözcük, tek bir kısım üzerinden romanın belki de merkezkaç noktasını keşfettiğini iddia ederek, hayalî, yaratıcı bir okumayı hedefler. Ve yazılış esnasında imge, simge ve mecaz da belirgin bir biçimde ayrışacaktır.
Sözlük dilinde; düzlemdeki bir noktadan eşit uzaklıkta bulunan noktaların birleşmesiyle oluşan çember, doğruyla asla kesişmeyen çember… Ya da kendi hiç değişmeden doğrunun teğet durabildiği, mutlak bir biçim. Merkezi bize noktayı veren. İçiyle dışı da bir olabilen. Öyleyse neyi ayırır çember, daireden faklı olarak? Neyi sınırlar? Neyi gösterir? Bu imge, neyin mecaz anlamındadır, neyi simgeler?
Yalnız yaşayan Memet dışarıdan kopmuş; eve, içeri kapanmıştır. Çember evdir. Ancak pasaj okunmaya başlandığında, öznenin Elâ olduğu düşünülür. Çünkü iç ses hâkimdir pasaja. Oysa romanda daha çok Elâ’nın iç sesini duyarız. Pasajda Memet’in çocukluk arkadaşı Nuri geçene dek sanki Elâ’yı okumaktayızdır.
İşte şimdi, bu tatil gününde de, “dışarısı”nı aslında hiç tanımadığını, gereklileri, kendinden beklenenleri yerine getirmek için çıktığı “dışarı”yı başka bağlantılar içinde hiç düşünmediğini fark etti. Şu anda, alışılagelmiş gidip gelmelerle kendisi için çizdiği bu çemberin ortasında, evde yalnız olduğunu duymak, büyük, temel bir yanlışın doğal sonucundan başka ne? Çemberi çizmek, bu çember içinde alışılagelmişleri sürdürmek için çıktığım, bazı ilişkiler kurduğum, birilerine bir şeyler verip birilerinden bir şeyler aldığım “dışarısı,” bir tatil gününde beklenmedik bir yabancı gibi geliyorsa bana, en önemli boyutlarını düşünmediğim bir cisim, derinliği hakkında hiçbir bilgim olmayan bir deniz gibi ürkütüyorsa beni, buna şaşmamalı. (s. 108-109)
Anlatım kadın bir karakterin zihnini dillendiriyordur sanki. Peki, yazar burada tutarsız ve dağınık mıdır yoksa bilinçli bir hareketin içinde midir? Dışarısı erkeğe aittir. İçerisi kadına. Peki, bu kısımda Memet neden içeridedir? Çemberin içine kısılan neden bir erkektir? Bu bir tesadüf müdür? 68 kuşağı, feminist bir yazarın elinden çıktıysa, tesadüf olduğu söylenebilir mi? “(…)'dışarısı,' bir tatil gününde beklenmedik bir yabancı gibi geliyorsa bana, en önemli boyutlarını düşünmediğim bir cisim, derinliği hakkında hiçbir bilgim olmayan bir deniz gibi ürkütüyorsa beni, buna şaşmamalı.” Soysal alıntının sonunda “buna şaşmamalı” diyerek bize bir gariplik olduğunu işaret eder. “Şu anda, alışılagelmiş gidip gelmelerle kendisi için çizdiği bu çemberin ortasında, evde yalnız olduğunu duymak, büyük, temel bir yanlışın doğal sonucundan başka ne?” Memet çemberin içine yazarı tarafından yerleştirilmiştir, bu yüzden bir “yabancılaşma” içindedir. “Büyük temel bir yanlış” denilen şey tam da budur: eve kapanmış bir erkek. “Dışarısı,” beklenmedik bir yabancı gibi geliyor Memet’e, en önemli boyutlarını düşünmediği bir cisim dışarısı, derinliği hakkında hiçbir bilgisinin olmadığı bir deniz. Memet farklı bir erkek tipidir artık. Hem romandaki diğer erkek karakterlerden hem de toplumca öğretilmiş erkeklikten bir çemberle ayrılır.
Divana uzandı. Çemberine, kurmak, çizmek için bir şeyler yaptığı, çalıştığı, hareket ettiği çemberine baktı, yeni gözlerle. Masa, iskemle, koltuklar, hep gerekli şeyler, üstünde yemek yenilen, oturulan, uyunulan şeyler. Tabaklar, bardaklar yararlı şeyler. Kütüphane, kitapları, plakları, bir çember içinde yaşamak, gelişerek, ilerleyerek yaşamak için hepsi gerekli, yararlı. Ama çember, çizgisi tamamlanmış bir çember içinde ne kadar ilerlenebilir? Ne kadar gelişilebilir? Yaşanır ya da? Sonra sınıra dayanmak. Artık genişlemeyen bir daireyi dönmek, dönmek. Üşüdü. Örtündü. Bir dairenin gelişmeyen sürekliliğini hiç düşünmemiş olmak ne ahmaklık! “Dışarısı”nı sadece bir daireyi sürdürmek, dural bir döngüyü var kılmak için gerekli saymak ne büyük yanılma! Sonra, beklenmedik bir tatil gününde, güneşli “dışarısı” hiç beklenmedik bir yabancı gibi şaşırtır işte kişiyi. Şimdiye kadar hep bu çemberin içindekileri düşündüğünü, onları daha rahat, daha kullanışlı, hatta daha güzel kılmak için çabaladığını biliyordu artık. (s. 109)
Memet sorar: “Çizgisi tamamlanmış bir çember içinde ne kadar ilerlenebilir?” Demek ki çemberin çizgisi tamam değildir. Artık genişlemeyen bir sınıra dayanarak böyle nasıl yaşanır, bilemez Memet. Onu kıstıran bu halka aynı zamanda romanda küçüklüğünden itibaren tanık olduğumuz, yaşadığı aile ve yakın çevre ilişkileridir. Çember bir cinsiyet imgesi kurarken, Memet’in maruz kaldığı hayatla da sağlamlaşmaktadır. Yine de açık bir uç vardır, Memet’in söylediği gibi. Bu açık uçtan ne/kim girecek içeri ya da ne/kim çıkacak? Elâ girecektir elbette ve Memet’le iç içe geçip yer değiştirecektir. Elâ’nın bir erkek, Memet’in bir kadına dönüştüğü bu çember belki de cinsiyet ve cinsellik meselesini temel alan romanın düğüm noktasıdır. Elâ eşini aldatarak aykırı bir biçimde boşanmıştır, bu çembere doğru yürümüştür. Çemberden sonra artık tanışabilirler. Kesişme çoktan gerçekleşmiştir. Düalizm çember imgesinin içinde eşitlenen iki parçasıyla, merkeze, noktaya, sona çekilmiştir.
Nuri’nin ne olduğunu, ne olmadığını, ne olması gerektiğini bilmediği gibi, Nuri’nin tümüyle yabancısı olduğu için ondan hep dayak yiyeceğini, hep oyuncaklarını kaptıracağını bildiği gibi. Daha rahat, daha kullanışlı, daha insanca ve doğru olması için hiçbir şey yapmadığı “dışarı” elbette yabancıydı ona. Çamur ona bulaşmamışı, onunla hiç savaşmamışı daha çok ürkütür. Kalktı pencerenin önünden. Ev içinde bir şeyler yapmak için, değiştirmek için bir şeyleri. Süpürdü ortalığı, birikmiş bulaşıkları yıkadı, toz aldı, yemek yaptı, sofra kurdu, oturdu, canı istemiyordu hiçbir şey. (s. 109-110)
Memet, tipik bir erkek olan Nuri’nin tümüyle yabancısı olduğu için çekilmiştir çembere ve “kadınsılığa,” çünkü erkeklik tektir. Despotizmden uzak bir erkeklik ancak kadınsılık, güçsüzlüktür. Soysal’ın çemberin içine aldığı, işte bu farklı, duyarlı, kendi gibi olabilen, olunan erkekliktir. Ve çemberin/evin içinde Memet, bir şeyleri değiştirmek için ev işi yapacaktır. Kadınsı olduğu için değil.
Bu çember içinde değiştirebileceği bir şey kalmamıştı. Yalnız bunu sürdürmek için yarın yine dışarı çıkacak, çalışacaksa, artık çok zor olacaktı bu. Plak koydu pikaba. Müzik; bir durumu daha güzel, soylu gösterebilen büyü. Bu büyü pek etkilemiyordu Memet’i. Bir kitap okumak. Daha karmaşık, daha boyutlu, ince düşünmeyi öğrenmek. Hep bu çember içinde olacaksa bu, sonunda o hiç genişlemeyen daire dönülecekse hep, bırakmalı bunları. O dural andan sonra evin tozlanacağını, pisleneceğini, yıkanmamış bulaşıkların yığılacağını, camların kirli yüzeyleriyle güneşi gizleyeceklerini, muslukların akmaz, kapı tokmaklarının çalışmazlaşmalarını seyredebileceğini, bütün bunlarla savaşmayabileceğini; aynı noktaya gelinecekse hep niçin savaşmalı? (s. 110)
Bir şeyleri değiştirmek için yapılsa da ev içinde değiştirilecek bir şey yoktur. İşte, çemberi düzlemdeki bir noktadan eşit uzaklıkta bulunan noktaların birleşmesi yapan o eşit uzaklık da zamandır. Plak dinlemek romanda Elâ’ya özgü bir eylemken, bu bölümde Memet ilk defa plak dinler. Uzun uzadıya ev işlerinden bahsetmeye devam eder yazar. Bitmek bilmez satırlar. Yalnız yaşayan bir erkeğin zihnini bu kadar meşgul eden ev işi, bütün kadınların şikâyet ettiği, Marks’ın üzerine kafa yorduğu, yeniden üretimin mümkün olmadığı o nankör alan... Bir kadının değil de bir erkeğin zihninden bunu yazdığında çok daha etkili olacağını elbette çok iyi biliyordur Sevgi Soysal. Ev işçiliği hep eşit mesafelerin kat edildiği bir çember değil midir? Bir doğruyla kesişmeyen. Çember mecaz oldu şimdi. Ne ki, bir erkeğin üzerinde nasıl da aykırı duruyor, böylece bir simgeye dönüşüyor aynı zamanda.
Dışarı çıkmalıydı bugün. Ama gündelik gerekler için değil, para kazanmak, alışveriş etmek, ilişkileri, zorunlulukları sürdürmek için değil, tanımak, dokunmak için önce. Sonra, belki, aynı içerde yaptığı gibi, düzeltmek, güzelleştirmek, geliştirip değiştirmek için, bunu nasıl yapacağını anlamaya başlamak için. Toz alarak mı, temizleyerek mi, bir şeyleri atıp yerine yenilerini koyarak mı, işte henüz orası bilinmiyor, asıl önemlisi bütün bildiklerinin ne olduğunu hiç olmazsa görmek, bir parçasını görmek için dışarı çıkmalıydı. (s.110)
Burada son buluyor Memet’in çemberi. Peki, ardından gelen kaplumbağa pasajı mecaz da taşıyor mu? Evini sırtına alıp, çemberi üstünde “dışarıda” dolaşan kaplumbağanın sadece Memet’i, sadece Elâ’yı imlemesi mümkün mü? Hayır, öyleyse neden bağımsız doğa pasajları içerisinde kaplumbağa tam da çember kısmının ardından geliyor da akbaba gelmiyor sözgelimi ya da yaprak? Yine de kaplumbağa bir mecaz değil. Onun içerisi ve dışarısıyla bütünlüklü, bu ağır, duygun ve sakin yaşamı hem Memet’i hem Elâ’yı daha iyi görebilmemiz için. Kaplumbağa kaplumbağa burada, ta kendisi. Kendisi olduğu için de güçlü bir gösterici. Doğalın işaret edeceği bir mümkünün kanıtı... İnsanı ayırıyor. Çemberini sırtına alıp dışarı çıkamayan, hep sabit noktalardan bir diğerine yürümek zorunda kalan insanı. Eşit mesafeler alamayan. Eviyle göremeyen insanı. Bir cinsiyeti eve kapatan diğerine dışarıyı bahşeden insanı. Ve en önemlisi canlı olduğunu gizleyemeyen insanı… Oysa erkekte olmayan, kadında da yok. Kaplumbağa diğer tüm doğa pasajlarında olduğu gibi iki cinsiyetin ontolojik eşitlenme aracı… İnsana bakmak için eşit mesafeler sunuyor doğa.
Yeşil çalıların arasında, çok yavaş bir ilerlemeyle ayırt edilebilirdi kaplumbağa, yoksa donuk yeşil kabuğu, bitki örtüsünün herhangi bir parçası gibi kaynaşmıştı çalılığa. Çalılar, dikenler rüzgârla kımıldadılar, kaplumbağa çekti ayaklarını kabuğunun içine, kımıldamadı. Tahtamsı, yıllanmış, yaşlı, koruyucu kabuk yine gizledi canlılığı. Yıllarca ve yıllarca gizlediği, koruduğu canlılığı. Kaplumbağa ne dikenleri, ne gelincikleri, ne de onları yerden yere savuran rüzgârı, donduran soğukları, boğan, öldüren yağmurları tanıdı. Koruyucu kabuğunun içinde, bitki örtüsünün bir parçası gibi, ama bitki örtüsünün savaşlar, tehlikelerle dolu gününden saklanarak durdu, durdu. Yağmurlardan, fırtınalardan sonra, kısa ömürlerini tüketmiş çalıları, otları az geride bırakarak ilerledi, yavaş yavaş, çok yavaş, yeni filizlenmiş dikenlere, çalılara doğru, onların aralarına gizlenmek, ama hafif rüzgârlarda kabuğunun içine sinerek onları tek başlarına dayanmaya bırakmak için. Çok, bütün o çalılardan, dikenlerden, eski ve yeni savaşlardan çok daha uzun yaşamak için. (KAPLUMBAĞA: s. 110-111)
Çember, Elâ’nın cinsiyeti romanda hiç belirtilmeyen “çocuğunu” doğurduğu kısımda başka bir biçimde yer alır, doğrudan bu sözcükle olmasa da. Bu Elâ’nın çemberidir, daha dardır. Bir çocuk nefesi kadar. Sadece annenin sıkıştığı, kadını anneliğe, çocuğu da anne diline kapatan… Yanlış kodların aktarım alanı, cinsel özgürlüğün kontrol noktası. Dışarısı el âlem…
Çocuk bilinçsizce emiyordu etini, neresi olursa olsun. Elâ bir çizginin dörtgene, beşgene ya da daireye kapandığını, bu çocuğu mutlaka içerde bırakan bir yüzeye kapandığını bildi. (s. 94)
Elâ bir dörtgene, beşgene, daireye, bu çocuğu mutlaka içinde bırakan bir yüzeye kapanan çizginin, eski çirkinlikleri de bu yüzeye kattığını kabul etti. Bir süre, uzun bir süre, bu yüzeyin nice çirkin yapıyı içine alan, şaşırtıcı bir hızla genişleyen coğrafyasını seyretti. (s. 95)
Hayli ilginçtir, Soysal romanda Elâ’nın çocuğunun (doğumdan itibaren bebek kelimesi geçmez) cinsiyetini neden belirtmemiştir? Bazı eleştirmenler kız çocuğu olduğunu söylese de bu kısımlar cinsiyetsiz sözcükler özenle seçilerek anlatılmaktadır. Soysal, zor bela kadını ve erkeği ontolojik olarak eşitleyişini doğan bir bebeğe vereceği seçilmiş cinsiyetle tehlikeye atmak istememiş olabilir mi? Her ne kadar Elâ karakteri, yazar da kadın olduğu için baskın olsa da büyük dengesini, mutlak biçimli çemberini bozmaya çekinmiş olabilir mi? Neden bebek demez, çocuk der illâ? Bebekler için anne karnından itibaren en temel kimlik göstergesi cinsiyet olduğu için mi? Bu da romanın asli olarak kadın ve erkek eşitlenme alanlarını arayan, bunun için durak durak, doğa-kent-çocukluk-ergenlik arasında ritmik adımlarla yürüyen bir eser olduğunun göstergesidir.
Kadını erkekle eşitlemek için iki şey yapmalıdır Soysal, erkeği değiştirmeli ve kadını da değiştirmelidir. Bununla beraber Memet’e çizdiği çember kurgudur ancak Elâ’ya çizdiği çemberse gerçek. Ana çember Memet’indir çünkü önce erkek değişmelidir.
Yazarın dille, gündelik yaşam araçlarıyla iki cinsiyeti eşitlediği bir tür "cinsiyetsizleşme"ye vardığı çemberin dışında yani 110. sayfadan sonra, artık kişilik daha öne çıkacaktır. İmroz Adası’nın, bozkırlarla dolu başkentten sonra görülmesi gibi. Elâ’nın en flanöz hâlini gösteren park sahnesi de çemberden geçişten sonradır. Aşk çemberden sonradır. Ancak çemberin içindeki bireyci değişime rağmen Elâ, sorgulamaya devam edecek ve ada üzerinden Soğuk Savaş kavramıyla erkek merkezli dünyayla yeniden yüzleşecek, kitabın son sayfasında palto imgesi geri gelecektir. Kurduğu o ontolojik eşitlik hayalî olduğu için, Soysal zaman zaman (yeni) gerçekçilik içgüdüsüyle tereddütte kalacaktır. Yarattığı çemberin kurgu olduğunu hatırlatmak için Elâ’yı geri dönüşlü (sombalığı), labirentvari de olsa yürütme hedefindedir, bu hayli ideolojiktir. Memet ideal bir sevgili de olsa Elâ’nın özgürlüğünün, varoluş arayışının yerini tutamayacaktır. Elâ kadın simgedir. Çember bir geçittir. Ucu açık olduğu için (belki de Memet açık bıraktığı için) de Elâ orada kalmayacaktır. Çünkü eşitlik sağlandığı anda farklılık da kendini gösterecektir. Cinsiyet de.