“Bize ‘büyülü’ gelen yerlilerin gerçekliği öylesine yoksundur ki büyüden… Belki de hayaletlere inanmak soya tarlalarından yayılan zirai kimyasalları görmekten daha kolaydır. Oysa hayalet hikâyeleri gözle görülmeyen şeylerden çok, gözümüzün önünde durduğu halde göremediğimiz gerçekler hakkındadır.”
07 Ekim 2021 18:00
"Düşündü: Beyaz Adam’ın gelişinde açıklanamaz bir şey vardı." [1]
Yeryüzünün neresinde olursa olsun, sömürgecilik hikâyelerinin evveli de, ahiri de hep aynıdır. Bir gün “Beyaz Adam” gelir, bakir ormanlara demirden dişlerini geçirir, altın bulmak için nehir yataklarını değiştirir, dağları haritadan siler, sonra rüzgârlar farklı esmeye, güneş kasıp kavurmaya başlar, mevsimlerin döngüsü bozulur, büyük seller toprağı alıp götürür, toprak artık insanların dualarına yanıt vermez olur. Doğayla insan arasındaki ilişki bir tahakküm ilişkisine dönüştükçe, insanın “uygarlık” dediği yaşama biçimiyle birlikte geri dönülmez bir yıkım süreci başlar. Sömürgecilik tarihi en temelinde ekolojik sömürünün tarihidir.
Beyaz Adamın gelişi hem vahşi doğanın sakinleri olan hayvanlar ve bitkiler hem de yüzyıllardır doğayla bütünleşmiş, doğanın dengesiyle uyumlu bir hayat süren yerli kabileler açısından başlı başına bir travmadır. Sömürgecilik tarihinin merkezinde yer alan bu travmaya ne kadar yakından tanıklık edersek edelim, onu gerçek anlamda kavrayamayız. Beyaz Adamın yol açtığı felaketlerle yüzleşebilmek için yağmur ormanlarının derinliklerine inmek, soyu tükenmekte olan kabilelerin hikâyelerini dinlemek, nesli tehlike altında olan hayvanların seslerine kulak vermek gerekir. Tabiata, üzerinde hüküm sürmek isteyen insanın kibirli gözleriyle değil, her müdahalenin bir bedeli olacağını dikkate alan, bütünsel bir bakış açısıyla bakmak gerekir. Ve belki de Luis Sepúlveda’nın Aşk Romanları Okuyan İhtiyar romanındaki gibi bir jaguarın peşine düşmek, Mario Vargas Llosa’nın Masalcı romanında anlatılan Machiguenga yerlilerinin sırlarına erişmek gerekir.
Şilili yazar ve çevreci aktivist Luis Sepúlveda, Aşk Romanları Okuyan İhtiyar romanında ölümüne susamış bir jaguarın hazin hikâyesini anlatır. Bu hikâyeyi Amazon’un derinliklerinde, El Idilio köyündeki barakasında tek başına yaşayan, insanların ne kadar barbar olduğunu ona unutturduğu için sürekli aşk romanları okuyan bir ihtiyarın, Antonio José Bolívar Proaño’nun aracılığıyla öğreniriz. Altın arayıcıları doğal kaynakları acımasızca sömürürken, avcılar av yasağının olduğu günlerde avlanması yasak hayvanları öldürürken, gringo’lar tarafından yavruları katledilmiş ve eşi yaralanmış, acılı bir jaguarın sesini duyabilen, onun derdini anlayan sadece bu yalnız ihtiyardır.
Latin Amerika’da yabancılara, özellikle de ABD ve İngiltere başta olmak üzere İngilizce konuşan ülkelerden olanlara gringo denir. Kimi zaman hafif bir alaycılıkla söylenir, kimi zaman nötr bir ifade olarak kullanılır, bazen de hakaret manası taşır. Gringo Meksikalılara göre ABD’li, Perululara göre sarışın, Kosta Rikalılara göre beyaz tenli, Brezilyalılara göre ise herhangi bir yabancıdır. Ama bundan fazlasıdır aynı zamanda. Yüzyıllar boyunca çevreyi sömürmekle kalmayıp onu yerlilerin deneyimlerine ve geleneklerine aldırmadan keyfi olarak dönüştüren sömürgeci zihniyetin ürünüdür gringo. Bir anlamda Beyaz Adamın İspanyolca ve Portekizcedeki karşılığıdır.
Sepúlveda’nın karakteri Antonio José Bolívar da karısıyla birlikte Amazon ormanlarında sömürgecilerin açtığı yeni yerleşim alanına ilk geldiğinde elbette diğerleri gibi bir gringo’dur. Ancak ikinci senelerinde karısının sıtmaya yakalanıp ölmesi onu “acımasız” doğa ile baş başa bırakır. “Aşkını ve rüyalarını elinden alan bu yeşil cehennemden” intikam almanın yollarını düşünürken, “hissettiği acizliğin sonunda ormanı ondan nefret edebilecek kadar iyi tanımadığını” fark eder. (s. 38) Ormana bir türlü uyum sağlayamayan, barakaları şiddetli yağmurlara dayanmayan, vücutları kızarıklarla alev alev yanan yerleşimcilere acıyıp onlara yardım eli uzatmaya gelen Shuar yerlileri sayesinde bambaşka bir hayat keşfeder, ormanla uyum içinde yaşamayı öğrenir. “O zamana dek özgürlük denen sözcüğe hiç kafa yormayan” Antonio José Bolívar yerlilerle birlikte ormanda yaşamayı öğrendikçe özgürlüğün tadını doya doya çıkarmaya başlar. Doğayı yönetmeye çalışan bir gringo değildir artık, ormanı Shuarlar kadar iyi tanımaktadır; “onlardan biri olmasa da”, “onlardan biri gibi”dir. (s. 43)
Ormanı yerle bir eden yerleşimciler ise “medeni insanların en büyük eserini yaratmaya, yani ormanı çöle çevirmeye” devam etmektedir. (s. 50) Ormana girdiklerinde hareket eden her şeye ateş ederler. Jaguarlardan özellikle nefret eder, yavru veya gebe ayırt etmeden hepsini katleder, sonra da kazıklara gerdikleri düzinelerce derinin yanında fotoğraf çektirip yollarına devam ederler. (s. 50) Hayatta kalan dişi jaguarlardan biri sürekli yerleşimcilere saldırmaya başlayınca, belediye başkanının zorlamasıyla Antonio José Bolívar bu heybetli hayvanın peşine düşecektir. Ancak ne belediye başkanı umurundadır ne de bir başkası. Hayvanın davranışlarından acı çektiğini ve aslında can vermek istediğini anlayan ihtiyar, jaguarla teke tek karşılaşmak için yola çıktığında gringo’nun eseri olan trajediyle de yüz yüze gelir.
Chico Mendes
Sepúlveda 1988’de Aşk Romanları Okuyan İhtiyar romanına verilen Tigre Juan Ödülü’nü aynı yıl katledilen Brezilyalı işçi lideri ve çevreci Chico Mendes’e adar. Ömrünü Amazonlar’ı korumaya vakfeden Chico Mendes mücadelesine kauçuk ağaçlarını korumaya çalışarak başlamıştır. Amazon’un derinliklerinde, Acre eyaletindeki Xapuri kasabasında dünyaya gelen Chico kauçuk işçiliğine başladığında dokuz yaşındadır.[2] O yıllarda İkinci Dünya Savaşı’nın etkisiyle kauçuk üretiminin artırılması için Amazonlar’da seferberlik ilan edilmiş, 19. yüzyılın sonlarından 20. yüzyılın ilk çeyreğine kadar süren kauçuk patlamasının ardından yeni bir “kauçuk mucizesi” dönemine girilmiştir. Bunun anlamı, Brezilya’nın yanı sıra Peru, Ekvador ve Kolombiya’dan zorla getirilen ve köleleştirilen Amazon yerlilerinin kauçuk plantasyonlarında çalıştırılmaya devam etmesidir. Kauçuk patlaması günlerinde yerlilere neler yapıldığını, bir diğer olağan dışı karakterden, Perulu yazar Mario Vargas Llosa’nın 1987’de yayımlanan Masalcı romanındaki Saúl Zuratas’tan dinleriz.
Saúl Zuratas tıpkı Sepúlveda’nın karakteri Antonio José Bolívar gibi “beyaz” olmasına rağmen, gringo’lardan değil, yerlilerden yanadır. Yüzünün sağ yanını kaplayan sirke gibi koyu mor renkli doğum lekesinden dolayı “Mascarita” yani “Maske Surat” lakabıyla bilinen Saúl Zuratas, Lima’da hukuk ve etnoloji öğrenimi görmektedir ve araştırma için Amazon’a gittiğinde ormanlarla kaplı dağlara ve ovalara büyülenmişçesine bağlanır. Üç ayını Urubamba bölgesinde Machiguenga yerlileri arasında alan çalışması yaparak geçiren Mascarita ne kadar parlak bir öğrenci olduğunu göstermiştir. Ancak herkesi şaşırtarak Fransa’da, Bordeaux Üniversitesi’nde doktora yapmasını sağlayacak bursu hiç düşünmeden geri çevirir. Çünkü onun Amazon yerlilerine ilgisi meslekî, teknik bir ilgi değildir, hatta bilimsel incelemeler ve alan çalışmalarından kuşkuludur. Onunkisi “düşünsel merak ya da serüven duygusundan çok düpedüz bir aşktır”. (s. 22) Diğerleri bunu anlamaz. En yakın arkadaşına göre Mascarita’nın yüzündeki korkunç doğum lekesi onu tıpkı yerliler gibi “anormal” birine dönüştürmekte ve uzaklarda bir yerlerde yaşayan kabile yerlileriyle özdeşlik kurmasına yol açmaktadır. Babasına göreyse oğlunun kendisini Amazon yerlileriyle özdeşleştirmesinin nedeni Yahudi olmalarıdır. Yerliler de tıpkı kendileri gibi azınlık olarak kalmış, farklı din ve törelere sahip oldukları için çoğunluk tarafından bastırılmıştır. Saúl Zuratas bu yorumlara gülüp geçer. Orman kabilelerinin yazgısı konusunda duyarlı olmak için illa canavar ya da Yahudi olmak mı gerekir? (s. 33)
Mascarita’nın Amazon yerlilerinin kültürüne hayranlık duymasının nedeni çok basittir aslında: Kabileler arasında farklılıklar olsa da hepsinde ortak olan doğa anlayışı, içinde yaşadıkları dünyaya bakışları, doğayı korumalarını sağlayan uzun uygulamalardan doğmuş bilgelikleri, doğanın akışı ile uyumları… Uygar insanın çoktan bozup yok ettiği o uyum… Mascarita o uyumun peşinden gider ve bir daha haber alınamaz ondan. En yakın arkadaşı olan anlatıcı da yıllar sonra onun peşine düşecektir, Floransa’da bir sergideki fotoğraflardan birinde Machiguenga yerlilerini gördükten sonra… Mascarita oradadır işte, hem de bir “masalcı” olarak. Ama bu nasıl olabilir? Yerlilere duyduğu merak ve yakınlık onu en sonunda böylesine bir değişime sürüklemiş olabilir mi? Yıllarca onlarla birlikte yaşadıktan sonra Machiguengaların yaşam biçimini ve geleneklerini benimsemiş, onların hayatında bir yaşama dürtüsü, bir ışık bulmuş olabilir mi? (s. 237) Dahası, Machiguengaların gözünde “onlardan biri” olmuş olabilir mi? (s. 184)
Vargas Llosa’nın romanı dönüşümlü olarak iki ayrı bölümde ilerler. İlk iki bölümün ardından çift sayıda ilerleyen bölümlerde anlatıcı hem yazarın kendisi hem de bir karakter olarak Mascarita’nın en yakın arkadaşıdır ve yıllar sonra onu bulmak için Amazonlar’ın derinliklerine doğru yola çıkmıştır. Üçüncü bölümden itibaren tek sayıda ilerleyen bölümlerdeyse bize kabilesinin hikâyesini anlatan masalcıyı dinleriz. Vargas Llosa’nın masalcısı gibi konuşabilmek, “o kültürün özünü duyumsamayı, ruhunu kavramayı, tarihinin ve mitologyasının özüne varmayı, tabularıyla, düşleriyle, atalardan gelen tutkular ve korkularla bütünleşmeyi” gerektirir. (s. 239) Masalcının sesini duyabilmek içinse uygar insanın çoktan unuttuğu bir şeyi hatırlaması icap eder: Doğa insanın kendi türünün çıkarları için ele geçirmesi gereken sınırsız bir gelir kaynağı değil, tüm canlıların hassas ve uyumlu bir ritimle buluştuğu ve özenle korunması gereken bir dengeye sahip olan eşsiz bir varlıklar bütünüdür.
Masalcının anlattıkları “büyülü gerçekçilik” dediğimiz türdendir: Ay’la savaşıp düşmeye başlayan Güneş, Güneş’in daha fazla düşmemesi için durmadan yürüyen yeryüzü insanları, durdukları anda kanayan ağaçlar, dev kuyruğunu oynatarak kayıkları deviren ve kürekçileri yutan Suların Anası, birdenbire ortadan kaybolanlar, bedenine şeytan girenler… “Güneş düşüyor, yanlış bir şey yaptık” diyerek yeniden yürümeye koyulan, aynı yerde uzun süre kalamayan, insan kılığında şeytanlar tarafından kuşatılan, bildikleri dünyaya neler oluyor anlamaya çalışan kabileler…
Oysa bize “büyülü” gelen yerlilerin gerçekliği öylesine yoksundur ki büyüden… Olan biten sadece şundan ibarettir: Ormanın ne kadar derinlerine kaçsalar kaçsınlar, gringolar yerlileri yakalayıp ağaçların özünü akıtmaya ve kauçuk taşımaya götürmektedir. Sentetik kauçuğun icadından sonra kauçuk üretimi gözden düşmüş, bu sefer de endüstriyel tarıma ve hayvancılığa alan açmak için kauçuk ağaçları kesilmeye başlanmıştır. Orman katliamı selleri artırmakta, rüzgârların yönünü değiştirmekte, tufanlara yol açmakta ve yerlilerin evlerini her seferinde başlarına yıkmaktadır. “Neler oluyor bize, nedir bu başımıza gelenler?” diye kendilerine soran, yok olmanın eşiğine gelen yüzyıllık kabileler hayatta kalmaya ve bildikleri gibi yaşamaya çalışmaktadır. (s. 67) Vargas Llosa vahşi kapitalizmin Amazonlar’da yol açtığı katliamları hem dışarıdan, meraklı bir “beyaz”ın gözünden hem de içeriden, en derinlerden, yerlilerin gözlerinden gösterir bize. Hem hiçbir büyüsü olmayan hem de en büyülü haliyle… Latin Amerika’nın büyülü gerçekliği gringonun acımasız gerçekliğidir.
Latin Amerika’nın doğasını her şeyden fazla dönüştüren etken hayvan otlaklarının yanı sıra sömürgecilerin tropikal koşullarda ticari amaçla tarımsal ürün yetiştirmek için geliştirdikleri plantasyonlar olmuştur.[3] Öyle ki, sömürgecilik dönemi bittikten sonra bile plantasyon ekonomisi ve ona bağlı toprak yapısı kırsal kesimdeki mülkiyet ilişkilerini belirlemeye devam etmiştir. Bugün Brezilya ve Arjantin gibi Latin Amerika ülkelerinin endüstriyel tarım ve hayvancılık sektöründe ABD ve AB ile rekabet edebilmelerini sağlayan temel unsur da tam olarak mevcut mülkiyet ilişkileri üzerine kurulu, doğal kaynak sömürüsüne dayalı “ekstraktivist” kalkınma modelidir. Arjantinli yazar Samanta Schweblin’in 2015’te Tigre Juan Ödülü’ne layık görülen, 2017’de Man Booker Uluslararası Ödülü’ne aday gösterilen romanı Kurtarma Mesafesi tam da bu kalkınma anlayışını sorgulamamızı sağlar: Arjantin’i dünyanın en büyük soya ihracatçılarından biri haline getiren süreç belki de en temelinde bir “hayalet hikâyesi”dir.
Kurtarma Mesafesi korku/gerilim türünde bir roman olarak değerlendirilebilir. Schweblin’e göre kitabı mistisizmle bağlantılı yorumlara da imkân tanımaktadır.[4] Roman boyunca neler olup bittiğini anlamaya çalışırız. Ortada somut bir tehlike vardır, art arda insanlar ve hayvanlar ölmektedir. Ama ölümleri, düşükleri, engelli çocukları neye yormamız gerektiğini bilemeyiz. Kızı Nina ile kırsal kesimde bir tatile çıkan Amanda şu anda bir hastane odasında kendisine ve kızına ne olduğunu anlamaya çalışmaktadır. Bugüne dek kızıyla arasında hep bir “kurtarma mesafesi” olmuştur, bir çeşit görünmez ip… Annesi ilk anlarında kızını hep yanı başında istemiş, gün geçtikçe ip biraz daha uzamış ama ne kadar gevşese de aralarında durmaya devam etmiştir. Ancak o tatil evinde her ne olduysa Amanda ipi eli elinden kaçırmış, kurtarma mesafesini artık ölçemez olmuştur.
“Anneler hep böyle yapar, olası kazaların önüne geçmeye, kurtarma mesafesini hesaplamaya çalışırlar” ama “asıl önemli olanı gözden kaçırırlar.” (s. 73)
Peki, nedir asıl önemli olan? Schweblin bu soruyu doğrudan yanıtlamasa da cevabı sezmemizi sağlar. Anneler yanı başlarından ayırmasalar bile neden her zaman koruyamazlar çocuklarını? Kurtarma mesafesi neden işe yaramaz? Doymak bilmeyen, hep daha fazla kâr isteyen gringo’nun kapitalist iştahı suyu, toprağı ve havayı zehirlerken, içinde yaşadığımız dünya ellerimizin arasından kayıp giderken hangi mesafeyi koruyabilir, neyi kurtarabiliriz? Yaşamla ölüm arasında salınan bu hikâye belki de göründüğü kadar “büyülü” değildir. Fakat belki de hayaletlere inanmak soya tarlalarından yayılan zirai kimyasalları görmekten daha kolaydır. Belki de doğayla aramızdaki o görünmez ipin yerinde durduğunu, hâlâ kurtarmaya yarayacak bir mesafe olduğunu düşünmek iyi geliyordur bize. Oysa hayalet hikâyeleri gözle görülmeyen şeylerden çok, gözümüzün önünde durduğu halde göremediğimiz gerçekler hakkındadır.
•
NOTLAR:
[1] Ngũgĩ wa Thiong’o, Aradaki Nehir, çev. Bora Korkmaz, İstanbul: Ayrıntı Yay., 2021, s. 94.
[2] Chico Mendes’in mücadelesi üzerine Erdir Zat’ın enfes yazısı için bkz. “İlk organik ekososyalist”, 1+1 Express, 27 Aralık 2018.
[3] Joachim Radkau, Doğa ve İktidar: Global Bir Çevre Tarihi, çev. Nafiz Güder, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2017, s. 272.
[4] Parşömen Fanzin, “Samanta Schweblin ile söyleşi: ‘Normallik büyük bir yalandır’”, Pen Transmissions, 4 Mart 2019, çev. Onur Çalı
GİRİŞ RESMİ:
"Çevre kahramanı" ilan edilen, Ekvador'daki Amazon ormanlarında yaşayan yerli Waorani halkının liderlerinden Nemonte Nenquimo, Kuzey Ekvador yağmur ormanlarındaki ham petrol kirliliğinin kanıtını gazetecilere gösterirken. Nisan 2020.