Pietro'nun kendi hikâyesini anlatırken çocukluk yıllarını yeni bir gözle değerlendirmek zorunda kalması, belleğimizde çevire çevire hakikate eşdeğer sayageldiğimiz kişisel anlatılarımızın gerçeği ne kadar yansıttığından şüphe etmemize neden oluyor...
27 Aralık 2018 13:45
“Torino’da son on yıldır oturduğum daireyi boşalttım. Pek nadir kulladığım için durması artık manasız bir hal almıştı, ama oradan ayrılırken yine de bir parça hüzünlendim. Şehrin benim için vaatlerle dolu olduğu hissine kapılarak, yaşamak için oraya gitmenin benim için ne anlam ifade ettiğini gayet iyi hatırlıyordum. Ben mi kendimi kandırmıştım yoksa sözü tutamayan şehrin kendisi miydi bilmiyordum, ama doldurulması yıllar sürmüş bir evi bir günde boşaltmak, tek tek alıp içine yerleştirmiş olduğum eşyaları dışarı çıkarıp üst üste yığmak, nişan yüzüğünü parmağımdan çıkarıp yenilgiyi kabul etmek gibiydi.”
Freud sonrası analitik literatürün en temel başlıklarından biri olan ve ardından Gestalt ekolünde de ön plana çıkarılan ayrışma teması bize ilişki kurabilmek için önce ayrılmamız, kopmamız gerektiğini hatırlatır. Bunu ilk olarak doğduğumuz anda, annemizle yaşadığımız ayrılıkla deneyimleriz. Annemizin bir parçası olarak, ondan beslenerek geçirdiğimiz dokuz ayın sonunda nihayet onunla bugün bildiğimiz anlamda karşılıklı bir ilişki kurabilmek için önce ayrı bir insan olarak dünyaya gelmemiz, onunla göbek bağımızın kesilmesi gerekir. Doğum ile birlikte başlayan ayrılıklar hayat boyu devam eder. Bir şeyleri geride bırakarak, bir şeylerden ayrılarak, ama sonra onlarla farklı düzlemlerde tekrar ilişki kurarak büyürüz. Çocukluğumuzla vedalaşıp genç oluruz. Gençliğimizle vedalaşıp yetişkin oluruz. Ölümler olur, insanlarla vedalaşırız. Ve tüm bu vedaların getirdiği yas süreci bizi dönüp onlara tekrar bakmaya, neler yaşandığını bulunduğumuz noktadan, yeni bir gözle hatırlamaya iter. Terapide “çocukluğa inilmesi” de zaten bu ihtiyaca denk düşer. Kullanılmasa da itinayla saklanan el işi çeyizlikler gibi, anılarımızı zihnimizin sandıklarına kaldırmadan önce onlara bir defa daha serip bakma, gerekiyorsa onları onarma ihtiyacı duyarız. Bazen yeni vedalar bize sandıklarımızı tekrar açtırır. Böylelikle, defalarca ayrılarak ve tekrar tekrar hatırlayarak, büyürüz.
İnsanlığın bu ortak deneyiminin hikâyesini dağların yalın arka planında tüm çıplaklığıyla anlatan Sekiz Dağ, İtalya’daki sıradan bir adamın hayatı üzerinden hepimizin yakınlaşma isteği ile uzaklaşma ihtiyacı arasındaki gelgitlerine temas ediyor. Paolo Cognetti’nin ayakları yere basan sade üslubu, kendi anılarınızla örülü dört duvara açtığı bolca pencere sayesinde hem içeriyi daha iyi görmenizi hem de dış dünya ile buluşup kendinizi daha az yalnız hissetmenizi sağlamayı başarıyor.
Sekiz Dağ’ın hikâyesi, baş kahramanı ve anlatıcısı Pietro’nun çocukluk yıllarında ailece gittikleri dağ evinde geçirdikleri günlerde babası ile yaptığı uzun yürüyüşlerle başlıyor. Pietro’nun kitap boyunca geriye dönük olarak anlattığı anılarında annesi ve babası ile ilgili sonraki farkındalıklarından doğan tespitlerinin okuru da kendi çocukluğunu yeniden düşünmeye davet eden bir niteliği var. “Annemle konuşmak bana zor gelmiyordu, hatta bir keresinde ona sanki yıllar öncesine geri dönmüş gibiyiz, dedim, ama sonradan ikimizin de o gecelere dair farklı anılarımız olduğunu keşfettim. Onunkilerde ben her zaman suskundum. Kapısını başkalarının aralaması olanaksız ve içinden nadiren öyküler anlattığım kendime ait bir dünyaya çekilmiş olarak hatırlıyordu beni.”
Hepimizin zihninde çocukluğumuza dair sabitlenmiş bazı kareler, anne babamızdan bahsetmemiz gerektiğinde cebimizde hazır tuttuğumuz cümleler mutlaka vardır. Oysa Pietro’nun kendi hikâyesini anlatırken çocukluk yıllarını yeni bir gözle değerlendirmek zorunda kalması, belleğimizde çevire çevire hakikate eşdeğer sayageldiğimiz kişisel anlatılarımızın gerçeği ne kadar yansıttığından şüphe etmemize neden oluyor. Belki de artık ebeveynlerimizin o günlerdeki yaşına gelmiş ve hatta o yaşları dahi geçmiş yetişkinler olarak, çocuk aklımızın objektifinden neler kaçtığını sorgulamaya başlıyoruz. Bir anlamda ilk memleketimiz, terk etmeye mecbur kaldığımız ilk topraklar olan çocukluğumuza yıllar sonra geri dönünce pek çok şeyin hatırladığımızdan farklı olduğunu görmenin yarattığı hüznü Pietro aracılığıyla derinden hissediyoruz.
Kitabın ilk sayfalarından karşılaştığımız bir diğer önemli isim olan Bruno ise Pietro ve ailesinin ancak yazdan yaza geldiği dağ köyünde doğmuş, burada yaşayan, bu anlamda akranı “şehirli” Pietro’ya tezat teşkil eden bir karakter: “Buralara bir tek siz şehirliler doğa diyorsunuz. Ve bu, kafanızın içinde öyle soyut bir şey ki, adı bile soyut. Biz burada parmağımızla gösterip adına mesela orman, otlak, dere, kaya falan diyoruz. Bizim kullandığımız, yararlandığımız şeyler bunlar. Kullanmıyor olsaydık, işimize yaramadığı için bir isim de vermezdik.” Bruno ile Pietro arasındaki tohumları çok küçük yaşta atılan dostluk, kitap boyunca Pietro’nun yaşamına hem ayna tutacak hem de hikâyenin çapa noktası olacak şekilde ustalıkla işlenmiş. Gelişimi taşra yaşamına dair romantik klişelere kaçmadan, hayli gerçekçi bir gözle işlenen Bruno hikâye ilerledikçe öyle ete kemiğe bürünüyor ki kitabın sonuna geldiğinizde onu özleyeceğinizi düşünmeye başlıyorsunuz. Her defasında “giden” Pietro ile olduğu yerde “kalan” Bruno arasındaki bu tek mekâna sıkışmış gibi görünen, ancak yıllar içinde mesafeleri aşan dostluğun derinleştiğine şahit olmanın; bambaşka dünyaları olan bu iki çocuğun (kitabın yazarının da ifade ettiği üzere[1]) ortak bir yalnızlığı temel alan güçlü ilişkisinin, biz insanların sahip olduklarımızdan çok eksikliğini duyduklarımızda birleştiğini düşündüren bir yanı var.
Dağlar ile babası sayesinde tanışan ve ilk gençlik yıllarında ailesi ile birlikte dağlara da isyan bayrağını açan Pietro, bağımsız bir yetişkin olarak şehre taşındığı yıllarda babasını yitirince hem çocukluğuna, hem de çocukluk yıllarının en belirgin dekoru olan dağlara geri dönüyor. Hikâyenin kalanında da Pietro’nun geçmişini mevcut yaşamının bir parçası hâline getirme çabasına, “… babamdan bazı insanların hayatlarında bir daha geri dönmeleri mümkün olmayan dağların var olduğunu öğrenmiştim. Yazgısı benimkine ve onunkine benzeyen yaşamlarda, diğer bütün dağların ortasında yükselen ve insanın kendi tarihçesinin başlangıcı olan o dağa geri dönülemeyeceğini de…” diye anlattığı, bu bakımdan bir nevi “baba evi” gibi gördüğü dağlar ile kurduğu çalkantılı ilişkinin giderek dinginleşmesine şahit oluyoruz: “İnsanoğlunun henüz olmadığı zamanlarda dağdaki yaşamın sırrına ermiş gibi hissediyordum kendimi. Onu rahatsız etmiyordum, ben onun kucak açtığı bir misafirdim; onunla birlikteyken kendimi asla yalnız hissetmeyeceğimin bilincine işte yeni varmıştım.” Tüm bu süreçte, Pietro’nun uzun yas sürecine eşlik etmenin bizleri de kendi kapanmamış defterlerimizi usulca karıştırmaya teşvik ettiğini; onunla birlikte kendi sarp dağlarımızda hayatta kalmayı ve hatta onları sevmeyi öğrendiğimizi söyleyebiliriz.
Kafka Kitap’ın artık aşina olduğumuz yalın, incelikli fakat bir o kadar da sarsıcı insan hikâyeleri seçkisinin en güçlü parçalarından biri olan Strega Ödülü sahibi Sekiz Dağ’ın Yelda Gürlek’in akıcı çevirisiyle İtalya’nın dağlarından Himalayalar’a uzanan kurgusu, sonunda insanı buruk bir ayrılık hissiyle baş başa bırakması ve günler sonra dahi üstüne tekrar düşünme ihtiyacı uyandırması itibariyle ana eksenine oturttuğu temayı okura bizzat yaşatan sürükleyici bir okuma deneyimi. Sıradan insanların evrensel bocalamalarında kendini bulmayı seven edebiyat okurları bu etkileyici anlatıyı gözden kaçırmamalı.