Rosamund Bartlett’ın 2010 tarihli biyografisi Tolstoy: Bir Rus Hayatı, ölmeye direnen bu ak sakallı yaşlı devin –imkânsız bir şekilde tutkularından arınamamış bir bilgenin– izini sürüyor
Edebiyatseverler için bir Tolstoy romanıyla tanışma, okuma serüveni açısından önemli bir âna karşılık gelir. Kişi ister istemez romanın orta bir yerinde kendine gelip “bu hayatın ta kendisi” diye söylenecek, olasılıkla da sayfalardan fışkıran yaşam sevgisini hissedecektir. Onun betimlediği hayat Savaş ve Barış’ta, Prens Andrey’in karısı Liza’nın, doğum sırasında can verirken yüzünde beliren “hayat, bana ne yaptın” ifadesini, yahut Hacı Murat’ın, korkunç bir şekilde katledilirken, “bu insanlar bana ne yapıyorlar, neden yapıyorlar” nidasını da içerdiğinden, duyduğumuz şaşkınlığa tüyleri diken diken eden bir ürperti de eşlik eder. Bu yönüyle belki de en dengeli sanatçılardandır Tolstoy; okur onun her türlü yaşamın yanında olduğunu, ama asla gerçekleri resmetmekten sakınmadığını deneyimler. Nitekim roman türünün mutlak başyapıtı Anna Karenina’da tek bir bölüm başlığı vardır: “Ölüm.” Kısa roman şaheseri İvan İlyiç’in Ölümü ise, adı üzerinde, ölüm döşeğinde boşa yaşanmış bir hayatla hesaplaşmayı ve insan bedeninin yavaş yavaş çürümesini, çözülmesini anlatır.
Tolstoy okurları ister istemez ona ait imgelere de çekilirler (muhtemelen “bunları yazan gerçekten bir insan mı” dedirten şaşkınlık nedeniyle.) Kendi adıma, aklımda yer eden imgesi o hafif zorlama “Köylü Tolstoy”, “Dua eden Tolstoy” gibi ünlü tablolar değildi de, yazarın saç sakalının birbirine karıştığı, fena halde illet olduğu “fırtınada Kral Lear”a benzeyen yaşlılık fotoğrafıydı. Sanki gücünü de, gücünün sınırlarını da açık ediyordu: İleri yaşına rağmen dimdik, gelgelelim defalarca “höst” dediği ölümden kaçış olmadığını da kabul etmiş gibi. İnsan o ağaç gövdeli adamın ölse de ayakta öleceği hissine kapılıyordu.
Rosamund Bartlett’ın 2010 tarihli biyografisi Tolstoy: Bir Rus Hayatı, ölmeye direnen bu ak sakallı yaşlı devin –imkânsız bir şekilde tutkularından arınamamış bir bilgenin– izini sürüyor. “Tolstoy yaşamın her alanında devasa ayak izleri bırakırken, ona yetişememek, çağdaşlarının paylaştıkları bir duyguydu” sözleriyle başlıyor. Ve büyük yazarı, Büyük Petro, ardından da Büyük Yekaterina’nın başlattıkları Batılılaşma serüveninin kritik bir evresindeki Çarlık Rusyası tablosuna yerleştiriyor. Bu tablonun baş aktörleri zenginleşmiş ve incelmiş bir aristokrasi ile, bu aristokrasinin üzerinde yükseldiği, açlık ve sefalet içinde, zincire vurulmuş toprak köleleridir. Çocuk yaşta kaybettiği annesinin tarafı, bir efsaneye dönüşmüş Aralıkçı Ayaklanması’nın önemli figürlerinden ve imparatorluğun en saygın aristokratlarından Volkonskilere uzanan Tolstoy, kast sistemine dayalı, asla çözülmeyecek çelişkiler içindeki bu kültürün en canlı temsilcisidir belki de.
“Duygusal ve fiziksel deneyimlerin en küçük ayrıntılarını hissedebilecek keskin bir algılama yetisine” sahip olan Tolstoy, hayatının farklı dönemlerinde tövbekâr soyludan deli dervişe kadar bir sürü Rus ilkörnekte kendisini var edecektir. Onunki, ancak bir Rus'un yaşayacağı bir hayattır, ama Felsefeci Nikolay Berdyaev'in Rus halkının karakteristiği olarak tanımladığı “Doğal Diyonisosçuluk” ile “Hıristiyan çileciliği”nin ikisini birden sergilediğinden, birkaç hayat birden yaşamıştır. Her şeyden önce, ait olduğu ayrıcalıklı sınıfa uygun şekilde, “yabancı, özel öğretmenler tarafından eğitilmiş, toprak köleleri ona hizmet etmiştir.” On dokuz yaşında varsıl bir toprak sahibi olur, ama çok geçmeden Ruslara özgü “aşırı” eğilimler sergileyerek, kendisine kalan mirası “Çingene şarkıcılara harcamaya, kumar oynamaya” başlar. Köylerini, ardından mülklerinin bir kısmını borçları yüzünde satar; “sahibi olduğu toprak kölesi kızlardan yararlanan ahlaksız Rus toprak sahibi” ününü de edindikten sonra “Rus soylusunun bir başka kimliğine” bürünüp subay olur. Silah arkadaşlarının çoğu için bir sonraki aşama, kırlıktaki malikânelerde inzivaya çekilmektir. Ama Tolstoy yazarlığı seçer. Çocukluk, Sivastopol Öyküleri bu dönemde yazılır.
“İçindeki gizli anarşizmin işaretleri tam bu aşamada görülmeye başladı” diyor Bartlett. Başından beri edebiyat çevrelerinden ısrarla uzak durur, ama zaten hırçın mizacı ve tuhaf görüşleri yüzünden zamanla tüm entelijansiyaya yabancılaşacaktır. Paris’te yaşamayı seçen Batıcı Turgenyev de bunların başında gelir. Gelgelelim, ayrıcalıklı bir Rus aristokratı olarak aldığı eğitim, sanatçı duyarlığı ve dokunaklı insancıllığıyla birleşince, görmezden gelemediği Rus köylüsünün hâli, onda derin bir suçluluk duygusu uyandırmaya başlar. En sonunda kölelik kaldırıldığında Tolstoy, çocuklara okuma yazma öğretmek için kendini köylere atar.
“Cıva gibi değişken bir ruh hâli vardı” diye yazıyor Bartlett. Bir yıl geçmeden “evlenip aile kurmak için, giderek genişleyen gelenek-dışı okullar ağına” son verir. Saygın bir doktorun kızı olan, sadık –ve oldukça genç– karısı Sofya (Sonya) Bers'te bulduğu duygusal istikrar, onu Rusya'nın Homeros'u yapacaktır; Savaş ve Barış’ı bu mutlu günlerinde yazar.
Ancak bu dönem çok uzun sürmez: Tolstoy 1873’te başyapıtı Anna Karenina’ya başladığı yıl ufuktaki kıtlığı fark eder ve ülke çapında bir yardım çağrısı yapar. Yoksullaşmış köylüler adına ilk kez bu dönemde konuşmuştur. Aynı dönemde içhuzursuzluğu da günbegün şiddetlenmektedir. “Çağdaş Rusya’da geçen Anna Karenina Tolstoy’un ölüm düşünceleri ve bunalım karşısında hayatın anlamını araştırma çabasını yansıtır” bir bakıma. Başta anlamı “din inancında” bulur; ülkenin kutsal manastırlarını ziyaret ederken tüm Rus toprağında gidip gelen milyonlarca hacının arasına katılır ve gün geçtikçe “insanlara iletecek bilginin köylülerde olduğu” fikrini benimser. Böylece sahip olduğu para ve mülk gün geçtikçe onun için ahlakî bir sorun hâline gelecektir.
Bu yolda aşırı sofuluktan aşırı nihilizme savrulmaya engel olamaz. 1870’lerin sonunda ‘ışığı görmeye’ başladığı manevi yolculuğunu, taparcasına sevdiği Rousseau’nun izinden giderek kaleme aldığı İtiraflarım’da anlatır. Ama bununla da yetinmez, “Rus Ortodoks ilahiyatını eleştirel bir gözle araştırma işine girişir”, İncillerin ‘geliştirilmiş’ bir çevirisini ortaya koyar ve 1880’ler geldiğinde, hakiki “kaynakları baştan sona inceleyerek ulaştığı Hıristiyan öğretisinin öncüsü” hâline gelir. Genel olarak İsa’nın “Dağdaki Vaazı” üzerinde kurulu bir öğretidir bu. Dahası, “yeni keşfedilmiş inancı” onu başta çarlık olmak üzere tüm devlet kurumlarında tanık olduğu ahlaksızlıklara karşı sesini yükseltmeye zorlar.
Ne var ki “o dönemde yazdığı tüm eserlerinin telif haklarından feragat etmesinden, tüm malını ailesine bağışlamasından sonra” aile hayatında huzur kalmaz. Tek neden bu değildir elbette, ne de olsa karısı Sofya o güne kadar on iki kez hamile kalmış, üç kez düşük yapmış ve hayatta kalan sekiz çocuğunun hemen tüm sorumluluğunu bir başına üstlenmiştir... Tolstoy’sa hiç yoksa aile için azımsanmayacak bir geçim kaynağı olan sanatına adeta sırtını dönmüş, bir tarikat lideri hâline gelmiştir.
“1892’de ülkenin tamamını kasıp kavuran kıtlığa karşı verilen savaşta öncü rolünü oynadığında, artık kimsenin dil uzatmaya cesaret edemeyeceği” Rusya’nın en büyük ahlakî otoritesi hâline gelir. Böylece Moskova’daki evinin kapısında, “çoğu sadece onun elini sıkmak için” gelen arkası kesilmez bir ziyaretçi seli başlar. Bunlardan biri izlenimlerini şöyle anlatır:
“Sokağa çıkınca hemen şöyle bağırdık: ‘O bir ermiş, sahiden de bir ermiş!’ Öylesine etkilendik ki neredeyse ağlıyorduk. Bu muazzam adamın tüm kişiliğinde anlatılamaz bir samimiyet, dokunaklılık ve kutsallık var. Tuhaf belki ama ona sarılınca, dokunduğumuz sakalını uzun süre koklayabildik…”
Bartlett’ın Tolstoy biyografisinde birbirinden ilginç figürler, anekdotlar var. En dokunaklılarından biri Duhabor kavimiyle ilgili... Bir Tolkien romanından çıkmışa benzeyen bu savaş karşıtı, vicdani retçi, vejetaryen halk, asla boyun eğmedikleri Çarlık Rusyası’ndan sürülmeye zorlanır, ancak doğal olarak göçlerini finanse edecek birikimleri yoktur. Tolstoy son romanı Diriliş'in tüm gelirini, inanç ve ibadetlerini baskı görmeden yaşayabilecekleri Kanada'ya göçmek isteyen bu tarikatının üyelerine bağışladığında, ünü daha da artar. Halk katındaki sarsılmaz otoritesini kaldıramayan Rus Ortodoks Kilisesi nihayet onu aforoz ettiğinde, oralı bile olmaz. Dahası, şöhretinden güç alarak Rusya'da kimsenin yapamadığını yapar: korkmadan konuşur. “Hükümetin gücü onu durdurmaya yetmiyordu çünkü tutuklanır veya sürgüne gönderilirse uluslararası bir tepkinin doğacağını biliyorlardı” diye yazıyor Bartlett. “Tolstoy'un son on yılında, Rusya'daki herkeste ‘gerçek Çar’ Tolstoy’muş duygusu hakimdir.” Bu gerçek Çar’ın etkisinde kalanlardan biri de Lenin olacak, ancak sonraları, o da Sovyet yetkilileri de, bu mirasla baş etmekte epey zorlanacaktır.
Tolstoy, eşini ve ailesini içten bir sevgiyle sevmiştir ama onun örnek bir eş ve baba olduğu söylenemez. Aile yaşantısında veya hayatının son dönemdeki dostu Çertkov’la ilişkisinde olduğu gibi, düşünceleri ve inançları ele alındığında da derin çelişkiler göze çarpar. Ancak “et yemezlik, kapitalizm karşıtlığı, hayvan hakları gibi modern çağın birçok hareketi üzerindeki” güçlü etkisi asla görmezden gelinemez. Tolstoy’a yönelik eleştirilerin her zaman “onun pasif direniş felsefesinin Gandhi, Wittgenstein ve Martin Luther King tarafından saygı gördüğü gerçeğiyle” bağdaştırılması gerektiğine işaret ediyor Bartlett ve kaleme aldığı yaşamöyküsünde kurduğu hassas dengeyi şu sözlerle ifade ediyor:
“İlkesel olarak sanatçı Tolstoy’u düşünür olana karşı bağlamında görmek onun önemli insani işlerini görmezden gelmektir.” Zira onun “muazzam eserlerini de aşmış en büyük mirası, belki de daha hayattayken görülmeye başlamış, Rus hayatı üzerindeki etkisidir. Hiçbiri için değilse bile, 19. yüzyılın sonunda nüfusunun küçük bir yüzdesinin okuma yazma bildiği bir ülkede okuryazarlık oranını geliştirmeye çalıştığı için, insanoğlunu kıtlıkla tehdit eden doğal felakete karşı bir şeyler yaptığı için, tebasının açlığına kayıtsız halinden memnun, yozlaşmış bir rejime acı gerçekleri söyleme cesaretine sahip olduğu için selamlanması gerekir.” Ve ekliyor: “Düşüncelerinde sorunlar olsa da, hayattan hiç vazgeçmeden zevk almaya çalışmasında dokunaklı bir şey vardır.”
Bu sıra dışı yaşamöyküsünü okurken, Tolstoy’dan başkasına yakıştıralamayacak özelliklerini, hayatından anekdotları düşündüm: Çocukken (büyüklerin dikkatini çekmek için mi, en büyük yaratılarından Nataşa’ya has bir aşk duygusuyla mı belli değil) uçacağı inancıyla kendini üçüncü kattan aşağı bırakması... Cephede korkusuzluğu ve kahramanlığı nedeniyle değer görüldüğü şeref madalyasına, satranca daldığı, böylece ödül törenini kaçırdığı için asla sahip olamaması... Çiftliğinin yakınlarında avlanırken karşısına çıkan bir ayıyla boğuşması, arkasından bu hadiseden bir masal çıkarıp bu masalı, daha sonra vurduğu o ayının postu üzerinde yatan çocuklarına anlatması... Tanışmalarından kısa süre sonra büyüğü Turgenyev, davet ettiği evinde, ona basım aşamasındaki Rus edebiyatının başyapıtlarından Babalar ve Oğullar’ı okurken, uyuyakalması; daha sonra hayatı boyunca da bu kitabın kapağını açtığına dair en ufak bir ipucu bırakmaması... Başkırt bozkırlarında toprak alıp yatırım yapayım derken yerli halkın yoksulluğunu ve yaklaşan açlığı fark edip, tarihte köylülere dair ilk istatiksel bilgileri çıkarması, sonra da yüz binlerce insanın açlığın pençesinden kurtaracak bir yardım hareketi başlatması... Anna Karenina’yı yazmaktan sıkıldığı ve dehşet bir varoluş bunalımına girdiği dönemde, olur da kendine çevirip intihar eder diye tüfeksiz gittiği tavşan avında, tek kurşun atmadan sekiz tavşan avlayıp bunu böbürlenerek ağabeyine yazması... “İnsan Neyle Yaşar” gibi halk söylencelerinden uyarladığı bir meseli, en sade üslupla anlatmayı amaçlamasına karşın, dokuz farklı girişle tam 32 kez yeniden yazması... Altmış yaşlarındayken, mutfağında çalışan genç güzel Domna’ya abayı yakıp, “onun çevresinde ıslık çaldığı için”, açtığı okullarda öğretmenlik yapan Aleksey’den, neme lazım onu yalnız bırakmamasını, tüm yürüyüşlerinde ona eşlik etmesini istemesi (bu gibi tecrübelerinden ve açık bir şekilde özyaşamöyküsel olaylardan yola çıkarak yazdığı “Şeytan” adlı kısa öyküsünü, anlaşılır sebeplerle eşi Sonya’dan gizleyip koltuğunun arkasına tıkıştırmıştı. Öykü ancak o öldükten sekiz yıl sonra yayımlanabildi.) Yine ileri yaşlarında, aynı anda Eski Yunancayı, eski Çin düşüncesini ve ayakkabı yapıcılığını öğrenmesi...
Ama Tolstoy hakkında en sevdiğim anıyı, hikâyelerinin bir İngilizce baskısının önsözünde okumuştum. Kitabı zaman içinde kaybettiğim için (90’lara ait bir Penguin Classics baskısı) anıyı aktaranın ismini maalesef hatırlamıyorum ve aklıma kazındığı kısmı şöyleydi: Bu muhterem beyefendi hayatının son demlerindeki Tolstoy’u ziyarete gider. Gelgelelim büyük yazarı kolu kanadı kırık ve acı çeker bir halde bulur; yüz ifadesi adeta “masadaki kekten bir dilim çaldığı için azarlanıp cezalandırılmış bir çocuk gibi” mahcuptur. Ziyaretçi kaygı ve merakla, “Ne oldu, neden bu kadar üzgünsünüz” diye sorduğunda, büyük yazar acı içinde, Hacı Murat’ı yazarken “elinde olmadan kendini kaptırıp yine sanat yaptığını” itiraf eder...
Rosamund Bartlett, Tolstoy: Bir Rus Hayatı’nda hayata sığmayan bu devin yaşamını yaklaşık beş yüz sayfaya sığdırmayı başarıyor. Kitabın bir diğer önemli özelliği de, Tolstoyculuk’un öyküsünü günümüze kadar getirmesi: Sovyetler Birliği belgelerinin halka açılmasıyla ortaya çıkan yeni bilgileri gözler önüne seren son bölümde, sadık müritlerin bugünlere uzanan inanılmaz hikâyelerini ve yetkililerin bu kültürel ve ister istemez siyasî miras karşısındaki tuhaf tutumunu anlatıyor. Yetkililer bekleneceği üzere görmezden gelme ve inkârdan aşırı sahiplenmeye ve çarpıtmaya savrulan gülünç bir siyaset güdüyor. Yalnızca Rusya için değil tüm dünya devletleri, hatta Nobel komitesi için de geçerli olan bu bocalamanın nedenini en iyi Rosa Luxemburg’un sözleri ifade ediyor olmalı:
“Tolstoy'un varolan düzene getirmiş olduğu eleştiri köktendir, sınır tanımaz, geçmişi dikkate almaz, taviz vermez… Devletin ve özel mülkiyetin yok edilmesi, çalışmanın evrensel zorunluluğu, ekonomik ve toplumsal tam eşitlik, askerliğin tamamıyla kaldırılması, ulusların kardeşliği, evrensel barış ve insan suretinde olan her şeyin eşitliği… Hiddetli ve büyük bir peygamber inadıyla Tolstoy'un yorulmadan vaaz etmekte olduğu ideal işte budur.”