Amerikalı yazar Karen Joy Fowler, yeni romanı Hepimiz Tamamen Kendimizi Kaybettik ile akıllara Huxley’nin "Belki de bu dünya başka bir gezegenin cehennemidir" sözlerini getiriyor. Fowler, romanıyla ilgili sorularımızı yanıtladı
12 Mart 2015 14:00
Hepimiz Tamamen Kendimizi Kaybettik Karen Joy Fowler’ın Türkçede yayınlanan ikinci kitabı. Çoğu okur onu Jane Austen Kitap Kulübü ile tanıyacaktır. Kitabını olmasa da filmini birçoğunuz duymuşsunuzdur. Jane Austen Kitap Kulübü’nde kadınlık hallerini, toplumsal cinsiyeti ve aşk ilişkilerini sadece bir kurgu içinde ele almaktan çok kendine dert edinmiş de bu yüzden yazmış gibi görünen yazarın derdi bu kez farklı. Bu sefer, biraz da kendi yaşam öyküsünden hareketle, yazarın kadrajına insanların hayvanlar üzerinde uyguladıkları şiddet takılmış. Fakat karşımızda öyle bir hikâye var ki hayvanların deneyler uğruna maruz kaldıkları işkencelerden yola çıkıp insanların farkında olarak ya da olmayarak birbirlerinde açtıkları yaraları da kapsamış olan Hepimiz Tamamen Kendimizi Kaybettik, Amerikalı yazar Karen Joy Fowler’ın sıradışı kurgusu ile aynı zamanda bir aile dramı. Çekirdek ailenin yıkıcılığına, farkında olarak ya da olmadan açtığı yaralara ve bu yaraların bıraktığı izlere dair çağdaş edebiyatın en güçlü hikâyelerinden biri. Rosie, Fern ve Lowell kardeşlerin gerçek olmayacak kadar sarsıcı hikâyesinin benzerini 1930’larda bir ailenin gerçekten yaşamış olduğunu bilmek ise romanı aklın sınırlarını zorlayan bir hale getiriyor. Karen Joy Fowler’la kitabını konuştuk.
Karşımızda fantezi, gerçekçilik, tarihsel kurgu ve bilimkurgu sınırlarında dolaşan bir hikâye var. Yazarı olarak Hepimiz Tamamen Kendimizi Kaybettik’i siz nasıl tanımlıyorsunuz?
Ben Hepimiz Tamamen Kendimizi Kaybettik’i gerçekçi bir roman olarak görüyorum. Her ne kadar bu romanı gerçekçi bir şekilde anlatmakta zorlanmış olsam da elimden geleni yaptım. Çünkü büyüdüğüm zaman dünyanın çocukluğumda düşündüğümden daha korkunç bir yer olduğunu fark ettim. Ama bazı yönleriyle düşündüğüm kadar korkunç olmadığını da. Romanın bu kadar farklı türleri içinde barındırıyor gibi görünmesi ise bu yüzden.
Bu hikâyeyi kaleme almaya dair ilhamımı 1930’lar boyunca Amerika’da gerçekleştirilen gerçek deneylerden aldım. Psikolog Winthrop Kellogg, canlı doğası ve eğitilmesi üzerine oldukça uçlarda sonuçlar veren bir deneye imza atmıştı. Deneydeki öznelerden biri onun 2-3 yaşlarındaki çocuğuydu ve kitap özellikle bu çocuk hakkında düşünme girişimlerim ve sonraki yaşamına dair araştırmaların etkisi sonucu ortaya çıktı. Ben bu aile ile hiç tanışmadım tabii ki ama bu üniversite içinde çok ünlü bir deneydi. Kızım ve ben Indiana Üniversitesi’ni ziyaret ettiğimizde ona bu deneyden bahsettim ve o da “Vay be, kim çocuğunu bir şempanze ile büyütmenin uygun bir davranış olduğunu düşünür ki, kesinlikle bunu yazmalısın,” dedi. Hikâyeyi yazmaya karar vermem de tam olarak bu konuşma üzerine oldu.
Kitabı yazmadan önce on yıla yakın bir araştırma yaptığınızı okudum. Ayrıca kitabınızda referans verdiğiniz hayvan deneylerine de internetten baktığımızda karşımıza korkunç hikâyeler ve görüntüler çıkıyor. Bütün bu araştırma süreci nasıldı?
Evet, kitabı yazmadan önce ve yazarken birçok araştırma yaptım. Hayvanlar üzerinde yapılmış deneyleri araştırmak çok zordu, çok üzücüydü ve bazı okurlar için de aynı derecede zor olduğunu duydum. Ama bu tarz şeyler sırf biz onları bilmiyoruz diye durmuyor. Eğlence sektöründe, hayvanlar üzerinden geliştirilen tedaviler ya da kozmetik sektöründe hayvanlar üzerinden yapılan deneyleri görmezden geldik. Örneğin şu an iklim değişiklikleri yüzünden hayvanların yaşam alanlarının yok oluyor olması da bu yapılanlardan farklı değil. Bu görmezden gelmeye devam etmenin sonuçlarının pek iyi olacağını düşünmüyorum.
Kitabı yazarken hayvan bilişselliği ile ilgili de birçok araştırma yapmam gerekti ki bu da hayvan dostlarımızın iç dünyaları ve yetenekleri hakkında bildiğimi düşündüğüm birçok şeyin değişmesine sebep oldu. Bu yüzden yaptığım araştırmalar zor olduğu kadar büyüleyiciydi de benim için.
Kitabınızın konusu olan ailenin yaşadığına benzer bir deneyin parçası olmuş kimselerle tanıştınız mı? Kitabın konusunu oluştururken onların deneyimlerinden ne derece faydalandınız? Ve onların kitaba verdikleri tepkiler nasıldı?
Kitap basıldıktan sonra, benzer ailelerde yetişmiş üç kişiden mektup aldım. Kitap basılmadan önce ise bu insanların hiçbiriyle birebir tanışmamıştım. Fakat onlar hakkında yazılmış araştırma kitapları okumuştum. Ayrıca bahsettiğim Kellog ailesinde yetişmiş fakat deney sonlandıktan sonra doğmuş bir kadınla da konuştum. Ailenin başka çocuğu olduğunu bilmiyordum. Araştırmalarda da adı geçmiyordu çünkü deney yapıldıktan sonra doğmuştu. Her ne kadar deney yapıldığında henüz doğmamış olsa da bu deneyin ailesini nasıl etkilediğini hayatı boyunca hissetmişti.
Yani bu bilgileri sonradan edinmiş olsam da öncesinde araştırmalarımı yaparken elde ettiğim bilimsel verileri kullanmak konusunda elimden gelenin en iyisini yaptım ama açıkçası Cooke ailesinin bu sıradışı hikâyesini yaratmaktaki en büyük desteğim hayalgücüydü.
Yazar ile protagonist arasındaki ayrımı bilmek elbette önemli ama merak ediyorum, hayvanlar üzerinde yapılan deneyler üzerine –bu kitap ile bunu görmezden gelen insanlara dokunmuş olmanız dışında- herhangi bir çalışmanız oldu mu?
Ben küçük bir kızken, babam fareleri labirentlerde koştururdu. Onu işinde ziyaret ederken farelerle oynama iznim vardı ve bazen içlerinden biri eve gelir ve ev hayvanımız olurdu. Fakat laboratuarın uzak durmamın söylendiği bir köşesi vardı ki orada maymunlar yaşardı. Maymunlar – sanırım rhesus maymunlarıydı – tek bir kafeste tutuluyordu ve onlara doğru yaklaştığında bağırmaya başlarlardı. Yakınlaşırsan seni tutar ve ısırırlardı. Maymunlar, bana öyle geliyordu ki, kelimenin iki anlamında da delilerdi – korkunç öfkeli ve tamamen çıldırmışlardı. Bugüne kadar onlara neler yapıldığı hakkında en ufak bir fikrim yok; ancak hayatımı o maymunların sefaletini düşünerek geçirdim.
Babanızın da Indiana Üniversitesi’nde bir araştırma psikoloğu olduğunu okudum. Yarattığınız hikâye ile bu ne kadar bağlantılı idi?
Evet, psikologların ve hayvan davranışçılarının olduğu bir dünyada büyüdüm. Babam ve ben daima hayvanların düşünüp düşünmediği sorusu üzerinden tartışırdık. Kendisi araştırma psikoloğuydu – ve insanların düşüncelerinden de etkilenmezdi. Her ne kadar kendisi şu an hayatta olmasa da birçok yönden bu kitabım eski tartışmalarımızın en son turu.
Bu kitap bir yazar olarak sizi nasıl etkiledi? Hayatınızda ne gibi değişiklikler oldu böyle bir hikâyeyi kaleme aldıktan sonra?
Hiç olmadığım kadar yoğunum. Çok fazla seyahat ediyor ve çok fazla konuşmalara katılıyorum. Muhteşem ve heyecan verici oldu; ancak bir sonraki kitabımı yazmamı zorlaştırıyor.
Aynı zamanda bir öykü yazarısınız da. Hikâye ve roman yazma süreçleriniz birbirinden önemli ölçüde ayrılıyor mu?
Kısa hikâyeler yazmayı seviyorum. Romanlara kıyasla daha üstesinden gelinebilir oluyorlar. Ancak karakterlerimi, bir roman yazmak için beraber geçirdiğim yıllar içinde çok daha iyi tanıyorum. Kısa hikâyelerimdeki hayali karakterleri onlarla işim bittikten sonra hiç özlemiyorum. Şu sıralarda romanlarımdaki hayali karakterlerimi özlüyorum.
Hepimiz Tamamen Kendimizi Kaybettik sizin altıncı romanınız. Türkçede ise okurla buluşan ikinci kitabınız. Açıkçası bir sonraki kitabınızı merakla bekleyen bir kitle oluştuğunu görüyorum. Yeni kitaplarınızın Türkçeye kazandırılması ile ilgili iyi bir haberiniz var mı?
Teşekkür ederim. Önümüzde planlanmış bir şey yok; ancak umuyorum ki olacak.
Son olarak, dünyanın her yerinden konuştuğum yazarlara bunu özellikle soruyorum Türkiyeli yazarlardan daha önce okuduklarınız oldu mu?
Korkarım ki okuduğum tek Türk yazarlar Elif Şafak ve Orhan Pamuk. Ama ikisi de harika!