‘bilgeinsan’

“Kimseyi bulamazsa kendisiyle bile kapışmaya hazır haliyle bu adam tartışma seviyor dedirtmiştir bana/bize çoğu zaman. Hep biliyordum ama yine de varlığının ne kadar önemli olduğunu şimdi, yokluğuyla oluşan boşluğu yaşayınca çok daha iyi anladım…”

12 Mayıs 2022 21:30

 

Mesut Varlık, İhsan Bilgin hakkında bir yazı istediğinde, denerim ama becerebilir miyim bilmiyorum, dedim. Yakınlık belirli bir mesafeden bakmaya engel olur. Oldu. Bırak yazmayı, düşünemedim bile. Sonra yavaş yavaş durumu idrak etmeye başladıkça, yakınlık yüzünden yapamadığımı, O'nun yöntemiyle tersten giderek iyice yakınlaşıp, ‘içimdekilerle’ yapabileceğimi fark ettim. Bir iç konuşma gibi yazmayı deneyebilirdim. Sayıklama gibi…

1980’lerin başında, bir ustayla çalışarak mimarlık yapmayı öğrenmek için gelmiştim İzmir’den İstanbul’a ve çok istediğim bir ustayla, Cengiz Bektaş’la çalışıyor, Kuzguncuk’ta yaşıyor, İstanbul’u keşfetmeye çabalıyordum. İzmir’de eksik olan sanat galerilerinden, sanatçı atölyelerinden çıkmaz olmuş, yeterince politik bir hareketliliğin içinden geldiğim için işten artan çok kısıtlı zamanlarımda günlük politikayla ilgilenmek yerine sanatla ilgilenmeyi seçmiştim.

Devrimin parti olmadan olmayacağını düşünerek, daha İzmir’deyken Dev-Genç’ten TİP’e meyletmiştim bir zaman önce. Belki biraz da bu tercihin etkisiyle, İstanbul’da, sanatla ilgilenmeyi seçmiştim ama politik konular da tamamen çıkmamıştı hayatımdan. Aktif militan olmasam da toplantıları, tartışmaları, sempozyumları ve panelleri kaçırmamaya çalışıyordum. İşte bu toplantılardan birinde konuma yaparken fark ettim İhsan’ı. O güne kadar adını bile duymadığım bu görkemli adamdan çok etkilenip kim olduğunu sorduğumda “Birikim tayfasından İhsan Bilgin, İTÜ’den, mimar” demişlerdi, kısa bir tanımlamayla. Ben 26, O ise 27 yaşındaydı ama açıkça O çok daha ‘büyük’ gibiydi. Büyüklüğünü hissettiren şeyin kapatamayacağım entelektüel bir ara olduğunu konuşmasını dinlerken hissetmiştim. Bu hissim sonraki zamanlarda da hiç geçmedi. Sadece his de değil, gerçekten de o arayı hiç kapatamadım. Bir zaman sonra arayı kapatmaya çalışmaktan vazgeçip, O'na sordum bilmediklerimi. İyi bildiğim ya da bildiğimi sandığım konularda bile O'nu dinlerken ya da O'nunla tartışırken hep çok şey öğrendim.

Nevzat Sayın, İhsan Bilgin, Sibel Bozdoğan (Fotoğraf: Burcu Kütükçüoğlu)

***

“... Mimarlar Odası’nın yayını olan Mimarlık dergisinde dönemin post-modern ruhuna uygun, kuramsal yazılar yayınlanıyordu. Yazılanları okumaktan memnundum. O ekipten İhsan Bilgin’in konuşmalarını dinlemiş ve sonradan çok iyi arkadaş olacağım ve çok şey öğreneceğim bu adam için hayranlık ve imrenmeyle donatılmış bir kıskançlıkla ‘Vay canına, kim bu adam, bu nasıl bir ‘birikim’?” diye yazmamın nedeni de bu etkilenmeydi.[1]

Sadece ben değil, hepimiz çok şey öğrendik ondan. Sıra dışı bir karakter olmasının yanı sıra yakın/uzak ilişkide olduğu insanları da oldukları yerden yukarı çekerek, o sırada olduklarından daha iyi bir yerde olmalarının koşullarını hatırlatır ve bunu sağlamak için elinden geleni yapardı. Bu haliyle kendini daha iyi bir hayat için adamış bir misyoner gibi görünürdü. Hiçbir şeyi oluruna bırakmadı. Her zaman yapılabilecek bir şeyler vardı, yapılmalıydı; yaptı/yaptırdı.

O da devrimin uzak ihtimal olduğunu anladıktan sonra, verili koşullar içinde iyileştirilebilecek olan şeylerle daha yakından ilgilenmeye başlamıştı. Kendi aramızdaki tartışmalarda, “nedir derdimiz, neden kendi işimizi yapmakla yetinmeyip mimarlık misyonerleri gibi davranıyor ve bazen başkalarının canını sıkacak kadar ileri gidiyoruz?” sorusunun cevabı hayatın şimdi olduğundan daha iyi bir şey olabileceği ve bunun için elimizden geleni yapmamız gerektiğiydi. Bir gelecek tahayyülümüz vardı, konuşarak derinleştirip genişletebildiğimiz. Bir gelecek tasavvurumuz vardı ve bunu gerçekleştirmek için elimizden geleni yapmadan duramıyorduk. Politik tasarım ya da tasarımın politikası dediğimiz şey de bu olmalıydı. Kendiliğinden öyle olan ya da kendiliğinden öyleymiş gibi görünen şeylerin analitik açınımlarını yapabilmeyi de İhsan’la öğrendim. Ben daha sezgiseldim, İhsan daha rasyonel.

Tanıdığım en iyi örgütleyicilerden biriydi. Bu ayırıcı özelliğiyle bildiğimiz akademisyenlerden ayrışıyordu. Tek başına yapmaktan çok birlikte yapmaya programlanmış gibiydi.

fotoğraf: Cemal Emden

Akademisyenler, bizim gibi 'yarı akademisyenler' ve öğrencilerle birlikte olduğu okul, bu örgütleyici tutumunun sahnesiydi. Kişisel olarak yavaşlığa ve hatta miskinliğe yatkın olmasına rağmen oyunun iyi sahnelenmesi için elinden geleni yapmak ve yaptırmak konusunda hiç üşenmedi.

Yıldız Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’nin altıncı dönem projelerinde, gözüne kestirdiği mimarların katılımıyla etkin bir stüdyo ekibi kurmuş ve bir süre sonra mimarlık eğitiminin kuramsal ve olgusal boyutunu birbirinin içine geçirerek çok daha iyisinin yapılabileceğini hepimize göstermişti. Bu evre bizim için olduğu kadar mimarlık okulları için de dönüştürücü bir etki yapmış, akademya ile mimarlık ofisleri arasında düşünmek ve yapmak üzerinden her iki uç için de yeni davranış biçimlerinin önü açılabilmişti.

Beni stüdyo hocası olarak okula davet ettiğinde “Tamam, ama pedagojik eğitimim yok, öğrenciyle nasıl bir ilişkim olacağını nasıl bileceğim?” sorusunun cevabı O'nun için çok açıktı: “Kendi ofisinde projelerini nasıl yürütüyorsan öyle davran, zaten bunun için çağırıyorum seni” demişti. Sadece beni değil, hepimizi böyle davet etmişti. Gerçekten de hep böyle davrandık. Gerektiğinde söylemekten sakınmadığı uyarılarıyla bu durumu kullanışlı, verimli bir yönteme dönüştürdü.

Siyasi ve mimari kuramların yanı sıra öğretme/öğrenme modellerini çok iyi bildiği için bizim refleks olarak yapabildiğimiz şeyleri O rasyonel çerçevelerle sistematik bir yöntem haline getirebiliyor, daha iyi olması için uyarılarını ve değerlendirmelerini de bu çerçeveler üzerinden yapıyordu. Okulda, meyhanede, bir arkadaş evindeki yemek davetinde konu hep buydu. Her şeyi okul odaklı konuşur olmuştuk. Ara sıra kapıştığımız olmuyor değildi ve hatta bizi çok iyi tanımayan insanların yanında yaptığımız ve giderek sertleşen tartışmaların ardından onların “Bu patırtıdan sonra bunlar bir daha görüşmezler” dediklerini de biliyorduk ama İhsan bu kapışmalardan da iyi bir şey türetmenin bir yolunu buluyor ve anlaşılır bir biçimde gösteriyordu. İkna ediciliğin ne olduğunu aynıyla vaki, görüyordum.

Mimarlığın, mimarlık nesnelerinden çok kentsel bir bağlam içindeki biraradalıklarıyla kurdukları ilişkiler üzerinden anlaşılabilirliği çok daha önemliydi O'nun için. Bu konuda başucu kitaplarından biri Camillo Sitte’nin Sanat İlkelerine Göre Kent İnşa Etmek kitabıydı.

Siyasi tercihleriyle mimari tercihleri arasındaki tutarlı bağın, önerilerinin inandırıcılığını güçlendiren önemli bir faktör olduğunu düşünürdüm ve hâlâ böyle düşünüyorum. İki uç arasında kurduğu bağ kendi düşüncelerini açıklamasının önünü açarken, yaptıklarımızı birbiriyle ilişkilendirmek konusunda bize de zihin açıklığı sağlıyordu. Üstelik, kısmen Tafuri’den derin etkilenmelerle, ‘mimarlık tutkunu mimarların’ içinde oldukları siyasi, ekonomik ve toplumsal yapılara mimarlıklarıyla çözüm üretmeye kalkışmalarının ne kadar beyhude bir çaba olduğunun çelişkisini bilerek yapıyordu bu zihin açıklığını. Çözüm üretmekten çok durumu anlamaya ve anlamlandırmaya dönüktü aklı.

Nereye, hangi kente gidersem gideyim eğer varsa mimarlık okullarına mutlaka giderim. İhsan’ın verdiği ivmeyle yapmaya çalıştığımız şeyin yapılmış halini, olabilirliğini görmek gibiydi bu okul keşiflerim. Stüdyoların, teorik dersler tarafından desteklenerek mimarlık eğitiminin odak noktası olması üzerine yürüttüğümüz tartışmaların 1/1 maketleri sayılırdı gördüğüm okullar. Fotoğraflarımı ve izlenimlerimi sorularımla birlikte taşıyıp getirirdim masaya. Bunları tartışır ve şimdi olandan daha iyisinin nasıl yapılacağı üzerine kafa yorardık.

12 Eylül darbesi sonrasında YÖK aracılığıyla okulların üzerine çöken bir karabasan gibi, aynılaştırarak tek tipleştirme politikalarına inat, kendine has bir mimarlık okulunun mümkün olduğu en iyi anlaştığımız konulardan biriydi.

Sistematik düşünme alışkanlıkları olmasına ve anlatırken de anlarken de “pattern”lar kullanmasına rağmen tektipleştirme konusunda her zaman tepkiliydi. Okulların da, öğrencilerin de, hocaların da çelişik de olsa kendilerine has niteliklerini koruyup geliştirerek var olmaları çok önemliydi O'nun için.

Nevzat Sayın, İhsan Bilgin, ögrencileriyle dünya şehirleri günü gezisindeyken (fotoğraf: Cemal Emden)

Okullarla arası iyi olmayan biri için okullarla bu kadar uğraşmak tuhaf bir çelişki olsa da, çelişkiye aşina biriyle gereklilikler üzerinden düşününce çok tutarlı görünüyor; okullar gerekliydi ama bu halleriyle değil. “Bu halleriyle değilse nasıl?” gibi basit akıl yürütmelerle tartışarak ilerlerken, O bunları çaktırmadan sistematize etmeye çalışırdı. Bugün bile İhsan’ın Bilgi Üniversitesi Mimarlık Yüksek Lisans Programı için tuttuğu notlarından çok iyi bir mimarlık okulu kurulabilir ama O olmadan çok zor… Verili koşullar içinde, verili koşulları kanırtarak da olsa iyi şeyler yapmaya çalışan baskın karakterlerin açmazı O'nda da vardı.

Yapılabilir gibi görünen şeyler, kendisi olmadan başkaları tarafından yapılamazdı… Yapılamadı... Ama tabii ki o izlerden giderek başka şeyler yapılabilir ve az da olsa yapılıyor.

1999 yılının staj öğrencileri otuz öğrenciyi bulunca Han Tümertekin, İhsan Bilgin ve ben ortak bir yaz okulu yapmaya karar vermiş, o sırada Bilgi Üniversitesi’nde çalışmaya başlayan Serhan Ada aracılığıyla mimarlık fakültesi olmayan bir üniversitenin içinde kendimize bir staj stüdyosu kurmuştuk. Oğuz Özerden ve Yiğit Ekmekçi bize okulun yönetim kurulu salonunu açmıştı. Bu çalışma sırasında geliştirdik “başka bir mimarlık okulu” fikrini. Öğrencilerin stajı bizim de stajımız olmuştu. Onların enerjisini, çalışkanlığını ve merakını görünce okul fikri üzerine konuşmalarımızı derinleştirmeye başladık. Karşılıklı öğrenme sürecinde öğrencilerin müthiş bir katkısı olmuştu bu ‘yeni okul’ düşüncesinin geliştirilmesinde.

Aklımızdaki de böyle karşılıklı etkileşimleri olan bir okuldu. Etkileşim sadece staj yapan öğrencilerle bizim aramızda kalmadı. Bilgi Üniversitesi’yle bizim aramızda da bir iletişim oluştu. Birçok kişinin dillendirmeye cesaret edemediği konularda düzenlediği sempozyumlarıyla; politik bağlamda ‘netameli’ dekan, bölüm başkanı ve yöneticileriyle sıra dışı bir okuldu o zamanki Bilgi.

Konuşa konuşa geliştirdiğimiz mimarlık yüksek lisans programını Bilgi’ye anlatmış ve sıra dışı bir kararla mimarlık fakültesi olmayan bir okulda Bilgi Üniversitesi Mimarlık Yüksek Programı’nı açabilmiştik. Tasarıma dönük, tezsiz, projeli bir programdı ve ilk kez deneniyordu. Öteden beri aklımızda olan dört yıllık lisans eğitiminin mimarlık yapmak için yetersizliğini bu şekilde giderebilirdik. Konuyla ilgili çok kişinin katıldığı tartışmalarla ayrıntılı bir biçimde geliştirilen, Tansel Korkmaz’ın katkılarıyla disiplinli bir biçimde ayrıntılı olarak yazılan program, hepimizi heyecanlandıran bir sonuç ürüne dönüşmüştü. İhsan’ın her zaman ve ısrarla dediği gibi, tabii ki süreç çok önemliydi ama bu kez sonuç çok daha önemli bir boyuta gelmişti. Program direktörü doğal olarak İhsan’dı. Mimarlık lisans programı açılana kadar da her şey çok iyiydi. İhsan’la aramızdaki en keskin tartışmalar bu konuda çıktı.

Deniz Bilgin'in çizgileriyle İhsan Bilgin.

Yönetici olmakla hoca olmak arasında sıkıştığı zamanlar olduğunu hissediyordum ama –kendine göre– gerek duymadığı konuları konuşmaya/tartışmaya yatkın olmadığı için tam olarak bildiğim de söylenemez. Tartışmalardan çok sıkıldığında işaret parmağıyla masayı işaret ederek, şaka yollu bir buyrukla “konuşma, yap” derdi. “Söylediklerine inanmadığımda bile sana inanıyorum” derdim ve yapardım.

Son zamanlarda diyalektik dediğimde irkilip tepki gösteriyordu ama buna rağmen oluruna koyduğu işlere bile tersinden bakmak gibi bir alışkanlığı vardı. Belki Adorno gibi, diyalektiği olumlayıcı özünden uzaklaştırarak “negatif diyalektik” demeli İhsan’dan söz ederken. İki aykırı şeyin bir senteze varmadan (da) –çelişik olsalar bile– birarada olabileceklerine dair eleştirel inancı çok güçlüydü. Kimseyi bulamazsa kendisiyle bile kapışmaya hazır haliyle bu adam tartışma seviyor dedirtmiştir bana/bize çoğu zaman.

Hep biliyordum ama yine de varlığının ne kadar önemli olduğunu şimdi, yokluğuyla oluşan boşluğu yaşayınca çok daha iyi anladım…


[1] YKY’den çıkan Coğrafi bir Mesele Olarak Mimarlık adlı kitabım.