Malve Lippmann ve Can Sungu’nun kurucusu olduğu bi’bak, göç, küresel hareketler, kimlik politikaları, kültürel hafıza gibi konulara odaklanarak bakışları farklılaştırmayı amaçlıyor
Farklılıklara saygı ve dikkatle yaklaşan, hayattaki her türlü ritme ve deneyime açık bir platform bi’bak. Birbirimizi dinliyor ve birlikte söyleşiyor, üretiyor olmanın imkânlarını, ağırlıklı olarak görsel ve işitsel alandaki hareketliliklerde arıyor. Malve Lippmann ve Can Sungu’nun kurucusu olduğu bi’bak, kâr amacı gütmeyen bir dernek ve proje mekânı olarak çalışmalarında, göç, küresel hareketler, kimlik politikaları, kültürel hafıza gibi konulara odaklanıyor. Düzenlediği etkinlikler ve sergiler, yürüttüğü araştırma projeleriyle karşılaşmalara dayalı bireysel ve kamusal bir varoluşun olanaklarını yokluyor.
Biz de göç, gitmek ve geride kalmak gibi kavramlar üzerine düşünürken hem bi’bak’ın hikâyesine kulak vermek hem de onlardan göçe dair sorunlu ve dışlayıcı varsayımları aşmanın yollarını dinlemek istedik. Çünkü bi’bak’ın da dediği gibi, “göç olağanüstü bir hâl değil,” aksine “toplumları besleyen ve şekillendiren önemli bir olgu” olarak gündelik hayatımızın bir parçası, her zaman, şimdi ve burada bizlerle.
bi’bak’ın hikâyesiyle başlayalım isterseniz. Hangi düşünce ve beklentilerle, nasıl bir araya geldiniz?
Malve Lippmann: 2014’te kâr amacı gütmeyen bir dernek olarak kurulduk. Sonrasındaysa yavaş yavaş halka açık etkinlikler yapmaya başladık. İlk yıl oldukça deneyseldi. Farklı formatlar denedik. Sonraki yıllardaysa odağımız daha belirgin hâle geldi.
Can Sungu: bi’bak programı için dört ana bölüm belirledik. bi’bakino film programımızı, bi’bakaudio müzik ve sesle alakalı olabilecek etkinlikleri, bi’bakwerk genel olarak çalıştayları kapsıyor. bi’baxchange ise bir fikir paylaşım platformu olarak düşünüldü. Buraya başka inisiyatifleri ve projeleri sunum yapmaları için davet ediyoruz.
M.L.: bi’bak’ın başlangıcından itibaren göç, göç tarihi ve ulusötesi anlatılar hep odağımızda oldu. Bu konular etrafında bilhassa Avrupamerkezli bakış açılarına eleştirel yaklaşan bir pozisyon alıyoruz. Avrupa’nın kendisi dışında kalanlara bakışı oldukça sabit ve yüzeysel. Burjuva hümanizmiyle yoğrulmuş ataerkil bir yaklaşım bu. Mümkün olduğunca Avrupa dışından küratörleri, uzmanları ve sanatçıları davet ederek bu çarkı kırmayı ve onun beraberinde getirdiği ezberleri bozmayı amaçlıyoruz. Berlin’de böyle bir platformun eksikliğini gözlemliyorduk. bi’bak bu boşluğu doldurmaya çalışarak doğdu.
Bu Avrupamerkezli bakışla mücadele göçle ilişkinizi nasıl etkiledi?
M.L.: Söylediğimiz gibi, göç başından beri odağımızdı. bi’bak’ı yeni açtığımızda mülteciler Almanya’ya gelmeye başlamıştı ve herkes onlar hakkında konuşuyordu ama çoğunluk bir şey yapmıyordu. Daha doğrusu, ne yapabileceklerini pek bilmiyorlardı. Kimse hayatında daha önce bir mülteci ile tanışmamıştı. Biz de, insanların aynı sofra etrafında toplanıp yüz yüze konuşabilecekleri, aynı tastan yiyebilecekleri, düzenli olarak gerçekleştirdiğimiz bir yemekli toplantı formatı geliştirdik.
C.S.: Göç dediğimiz şey madalyonun bir yüzü gibi zaten. Diğer yüzünde mesela turizm var. Dünyada insanlar nasıl hareket ediyor ve bu, kültürleri, toplumları nasıl etkiliyor? bi’bak’ın bunun üzerine kurulmuş bir kavramsal çerçevesi var. Ama bunun da hep kritik tarafında duruyor ve şunu soruyor: Acaba dünya gerçekten de Avrupa’dan bakıldığı gibi mi gözüküyor? Ya da, bu bakışları nasıl daha farklılaştırabiliriz? bi’bak, bu ve benzeri soruları tartışmak için bir platform. Berlin’de olmamız, sadece Berlin’den dünyaya bakıyor olmamızı gerektirmiyor. Berlin özel bir şehir. Çok katmanlı, kozmopolit bir yapıya sahip; birçok uyruktan insanın evi olmuş bir yer. Burada doğup büyümüş insanlar var ama sadece altı ay için kalmaya gelen insanlar da var. Elli sene önce buraya yerleşmiş olan var, birkaç sene önce gelmiş olan da. Farklı göç akımlarından ve motivasyonlardan bahsediyoruz. Bu katmanlılıktan ve çokseslilikten faydalanıyoruz tabii ki.
Bu oluşumu herhangi bir çatı altında olmadan da gerçekleştirebilirdiniz. Buna rağmen, bi’bak’ı belli bir mekânda var etmeye nasıl karar verdiniz?
M.L.: Daha önce Berlin’in merkezinde bir stüdyomuz vardı. Oldukça ucuz ve bizi mutlu eden bir yerdi ama bir binanın dördüncü katında yer alıyordu. Kamusal etkinlikler düzenlemeyi bu nedenle hiç düşünmemiştik. Daha sonra, kentsel dönüşüm sebebiyle stüdyodan çıkmak durumunda kaldık ve biraz da şans eseri bu yere yerleştik. Bu mekânın caddeye bakan geniş bir vitrini var. Herkes içeri bakıyor, ne yaptığımızı öğrenmek ve içeri girip sohbet etmek istiyordu. Hem davetkâr olması adına hem de görsel-işitsel yanı ağır basan programımız nedeniyle adımız bi’bak oldu. Bulunduğumuz mahallenin sakinlerinin en az % 65’inin göç kökenli olduğunu ve Türkçenin ikinci dil olarak kabul edildiğini de unutmayalım tabii.
C.S.: Yani bi’bak en başta bir deney gibi başladı. Daha sonraysa düzenli bir programa dönüştü. 2015 itibariyle düzenli bir program hâline geldi diyebiliriz.
M.L.: Aynı zamanda yavaş da bir başlangıçtı bu. İlk zamanlar iki haftada bir film gösterimleri düzenliyorduk. Bu sayı giderek arttı, bir şekilde haftada iki film gösterdiğimiz bir düzen oturttuk. Şimdi gösterimlerin haftada beşe çıkmasını ve daha da artmasını hedefliyoruz.
bi’bak’ın dört ana bölümünden söz ettiniz. Bu bölümlerde bi’bak’ın kendini oldukça geniş ve akışkan bir ağda, pek çok farklı aktörle birlikte konumlandırdığını görüyoruz. Bunlardan biraz daha detaylı olarak bahsedebilir misiniz?
M.L.: Film programımız bi’bakino bizim için oldukça önemli. Programı, davet ettiğimiz küratörler belirliyor. Her küratör genellikle altı filmlik bir program hazırlıyor; bu, dört film de sekiz film de olabiliyor bazen. Biz neler yapabileceklerine ilişkin bir fikir veriyoruz ama programı oluştururken oldukça serbestler. Örneğin, Necati Sönmez, ocak ve şubat aylarında buradaydı ve “geri dönüş” üzerine bir program hazırladı. Nisanda ise Çinli küratör Popo Fan, Çin yapımı LGBT+ filmlerinden güncel bir seçki sundu.
Aynı zamanda Türkiye’nin müzik tarihine ilişkin de bir program yaptınız. Bu program yalnızca Türkçe konuşan kitleyi mi hedefliyordu?
C.S: Öyle demek doğru olmaz. Geçen sene bi’bakaudio kapsamında yaptığımız, “Yerli Müzik” adını verdiğimiz bir programdı o. Müzik yazarı ve araştırmacı Murat Meriç’i bir burs vasıtasıyla bir yıllığına Berlin’e davet etme fırsatımız oldu. Bu programı bir tür canlı radyo şovu gibi düşünmek de mümkün. Murat, önceden belirlediğimiz bir metne bağlı kalarak Türkçe konuştu, İngilizce ve Almanca da üstyazısı vardı konuşmanın. Dolayısıyla yalnızca Türkçe konuşan bir kitleye seslenmiyordu. “Yerli Müzik”, Türkiye’nin pop müzik tarihine ilgi duyan herkese açıktı. Bunu Türkiye’nin şarkılı tarihi olarak düşündük; Osmanlı'nın son döneminden Cumhuriyet tarihine, 50’lerden günümüze kadar Türkiye’nin siyasî tarihini şarkılar üzerinden anlatmayı hedefleyen bir programdı bu aynı zamanda. Murat hem anlattı hem de arada konuyla ilgili plaklardan örnekler çaldı. Belki Türkiyeli bazı seyircilerin daha önce bir kısmını bildiği ama çoğunluğun hayatlarında muhtemelen hiç duymadıkları pek çok şarkıyı İngilizceye çevirdik bu vesileyle. Sözler anlaşıldığı vakit çok daha keyifli oldu tüm programı takip etmek. Projenin sonunda ufak bir kitapçık da yayımladık. Türkiye’nin şarkılı tarihini temsil edeceğini düşündüğümüz, içinde şarkılar, sanatçılar, olaylar, enstrümanlar olan 50 maddeyi seçerek illüstrasyonlarla bir araya getirdik.
Program yelpazeniz oldukça geniş olsa da sinema ayrı bir ağırlık noktasına sahip gibi bi’bak’ta.
C.S.: Zamanla böyle gelişti. Önümüzdeki yıl, film programını ayrı bir mekânda, bir sinema salonunda gerçekleştirme ihtimalimiz de var. Gerçekten bir sinema olarak hareket edecek, yine ağırlıklı olarak Avrupadışı bir program oluşturarak, çeşitli nedenlerden dolayı Avrupa’daki festivallerde gösterilemeyen filmleri burada göstermeye çalışacağız. Diğer programlarımız da devam ediyor olacak. Bu çeşitliliğin önemli olduğunu düşünüyoruz. Bazen şöyle bir eleştiri alıyoruz: “bi’bak tam olarak ne?” Aslında yapmaya çalıştığımız şey de biraz bu. Kavramsal çerçevemize sadık kalarak ama belli bir formata bağlı kalmadan geliştiriyoruz programımızı. Dolayısıyla, biraz önce konuştuğumuz “Yerli Müzik” programı da film programımız kadar göç üzerine tartışmaya imkân sağlıyor. Mesela Buruk Şeyler[1] sergisi apayrı bir format üzerinden yine göçün toplumsal etkilerini incelemeye çalışıyordu. Dolayısıyla formatlarüstü, formatlarötesi bir program yapmaya çalışıyoruz diyebiliriz.
M.L.: Ayrıca yaptığımız atölyelerde okullarla ortak çalışıyoruz. Almanya’daki resmî ders programlarına göç tarihi maalesef dâhil edilmiyor. Örneğin, çocuklar Türkiye kökenli olduklarını bilseler de ailelerinin niye göç ettiğini bilmiyorlar. Almanya’nın tarihini, neden işçi göçü aldığını bilmiyorlar. Bu nedenle okullara sıklıkla atölyeler öneriyoruz. Yine bi’bakwerk kapsamında sonbaharda Herkes İçin Mimarlık’ı[2] ağırladık. Onlar da Türkiye’den ve Almanya’dan mimarlık öğrencileriyle kent müştereklerini ele alan bir mimarlık atölyesi düzenlediler.
Oldukça rizomatik bir ağda hareket ediyorsunuz. Bunun kazanımları ve zorlukları hakkında neler söylersiniz?
C.S.: Disiplinlerarası bakabilmenin önemli olduğunu düşünüyoruz. Sınırların kaybolduğu formatötesi bir bakış açısı önemli. Yaptığımızı adlandırmakta zorlananlar oluyor bazen ama biz bunun mutlaka gerekli bir şey olduğunu düşünmüyoruz. Disiplinlerarası bu geçişkenliği daha çok bir avantaj olarak kullanıyoruz.
Çok farklı aktörlerle bir arada çalışıyor olmanın getirdiği zorluklar var mı?
M.L.: Evet, birlikte iş yaptığımız birçok kişi var. Fakat bunların hepsi bir şekilde benzer ilgiler ve sorular etrafında bir araya geliyor. İzleyici kitlemiz de homojen bir yapıya sahip değil.
C.S.: Çatışmalar da oluyor, ki bu tam da istediğimiz bir şey diyebiliriz. Bir örnek vereyim mesela. Yakın zamanda Fatih Akın’ın çok bilinmeyen, 2000’lerin başında çektiği belgesel filmi Geri Dönmeyi Unuttuk’u gösterdik. Çok yoğun ilgiyle karşılandı, hatta iki gösterimini yaptık o filmin. Bir de konuk çağırmıştık, daha çok Almanya’da yaşayan Türkiyeli göçmenlere dair konuşmak ve tartışmak için. Salonda bir yandan Almanya’da doğup büyümüş, kendini ikinci nesil, üçüncü nesil olarak tanımlayan insanlar vardı, bir yandan son senelerde Türkiye’den Berlin’e gelmiş, kendilerini “yeni dalga” olarak tanımlayanlar. Bir taraftaysa Türkiye’yle organik bağı olmayan bir grup vardı. Birtakım görüş ayrılıkları oldu. Biri dedi ki, “Fatih Akın’ın göçle ilgili düşündüğü şeyler çok anaakım. Çok yeni bir şey söylemiyor.”. Biri “Ya olur mu, Almanya’da doğup büyümüş, Türkçe kökenli insanların sesi oldu Fatih Akın, sen nasıl böyle konuşursun?” diyerek sinirlendi ve kapıyı vurup gitti. Böyle gerilimler yaşanıyor bazen. Böyle tartışmaların olması hoşumuza da gidiyor açıkçası. Çünkü Almanya’daki anaakım görüşler toplumsal gruplar içindeki çeşitliliğe gözünü kapatıyor. “Türkler” veya “göç kökenli insanlar” diye adlandırılan, homojenize edilmiş gruplar var. Hâlbuki insanlara ne kadar yaklaşırsan, fikirlerin, görüşlerin ve hikâyelerin o kadar farklılaştığını görüyorsun. Biz de bi’bak olarak bunu yapmaya çalışıyoruz.
Türkiye’den gelenlerin homojenize bir grup olarak görülüyor olması... Bunu biraz daha açar mısınız?
M.L.: İnsanlar ülkenin çok farklı yerlerinden göç etmiş, çok farklı geçmişlere sahip olsalar da, örneğin zamanında buraya Anadolu’nun köylerinden kalkıp çalışmaya gelenlerle son birkaç senedir Berlin’e yerleşen akademisyen, gazeteci veya sanatçılar arasında farklılıklar olduğu toplumun genelinde pek anlaşılabilmiş değil.
C.S.: Biraz da belki benim kendi göç tecrübemden dolayı Türkiye’den gelen gruplara daha yakından bakabiliyoruz ama İtalya’dan, Yunanistan’dan vs. gelenler arasında da aynı gözlemleri yapmak mümkün. Hâkim yapı içerisindeyse maalesef bu kadar farklı bakılamıyor. Ya da kişiler ve gruplar ancak belli etiketler yapıştırılabildiği vakit anlaşılabilir hâle geliyor. Biz bu etiketlere gerek olmadığına ve toplumda çeşitliliğin bir zenginlik olduğuna inanıyoruz.
Göç ve ulusötesi anlatılar bi’bak’ın harekette bulunduğu bu ağın başlıca örüntüleri diyebiliriz. Bu kavramlara yaklaşımınızdan söz eder misiniz? Can, göçe ilişkin kişisel bir hikâyen varsa bunu da paylaşmak istersin belki?
C.S.: Ben 11 senedir Berlin’de yaşıyorum. Almanya’da doğup büyümedim fakat Alman öğretmenlerin de ders verdiği bir lisenin mezunuyum. Farklı gruplara dışarıdan bakabildiğime inanıyorum ve bunu bir avantaj olarak görüyorum. bi’bak olarak göçün ve göçmenlik dediğimiz şeyin olağanüstü bir hâl olarak değerlendirilmemesi gerektiğini düşünüyoruz. Bugün Almanya’da çokça konuşulan hâliyle post-migration, yani göçsonrası/göçötesi toplumdan bahsediyoruz. Göç, Avrupa toplumlarını besleyen ve şekillendiren önemli bir olgu. Göçün negatif varsayımlar üzerinden, uyum meselesi üzerinden değerlendirilmeyip Alman toplumunun organik bir parçası olarak algılanması gerekiyor.
M.L.: Burada üniversitelerde göç çalışmaları üzerine bölümler, müzelerde göç tarihine ayrılmış alanlar var. Göç her zaman tarihin bir parçası oldu. Yani toplumun bir parçası, yapıtaşlarından biri. Göçün gündelik hayata dâhiliyetinin farkında olmalıyız. Almanya ancak çok geç bir tarihte (2005) göç alan bir ülke olduğunu resmen kabul etti. Göç politikalarının bugüne kadar sağlıklı gelişememesinin bir nedeni de bu.
C.S.: Göç tecrübesi olan farklı grupların ve bunların beraberinde getirdikleri kültürel ögelerin bir çeşitlilik yarattığına inanıyor, ancak farklılıkların değil, ortaklıkların ön planda olduğu bir toplum tahayyül ediyoruz. Farklı kökenlerden gelen grupların bu çeşitliliklerden beslenerek Alman toplumunun parçası hâline geliyor olması önemli aynı zamanda. “Alman” olarak nitelendirilen kişinin ya da “Alman” olmanın yeniden tanımlanabiliyor olması gerekiyor. Ulusötesi anlatı dediğimiz şey işte tam da bununla ilgili.
Göçmenlik söz konusu olduğunda kilit kavramlardan birinin, sizin de biraz önce eleştirel yaklaştığınız “uyum” olduğunu görüyoruz. Göçmenlerin uyum sağlamasını beklemek ve bunun yolları üzerine düşünmek, onları bir öteki olarak konumlandırıp deneyim ve birikimlerinin gözardı edilmesi demek oluyor bir anlamda. Göçmenliği bu kavram üzerinden düşünüyor olmanın yol açtığı sorunlarla ilgili neler söylemek istersiniz?
C.S.: Uyumun eskimiş bir kavram olduğunu düşünüyoruz. Uyum meselesi üzerinden toplumu anlayabiliyor olmak mümkün değil artık. Çünkü arkasında çok ciddi bir güç ilişkisi var. Uyum dediğiniz zaman, bizim toplumsal kurallarımız budur, birtakım insanlar buna uyum sağlamak zorundadır demiş oluyorsunuz. Peki, herkes için geçerli bu kuralları tanımlama hakkına sahip olan kim? Uyum tartışmalarını artık rafa kaldırıp gerçekten Alman toplumu olarak nasıl beraber yaşamak istediğimizi konuşuyor olmamız lazım.
M.L.: Bu açıdan, insanlara fiziksel bir mekân sunabiliyor olmamız da önemli. Çünkü insanlar bir araya gelebilecekleri, birlikte vakit geçirip çeşitli konuları tartışabilecekleri bir yer arıyorlar. Bunun insanlar üzerinde önemli bir etkisi olduğuna inanıyoruz.
C.S.: Doğru. Belki biraz romantik bir fikir gibi gelecek ancak fiziksel mekânın yeniden keşfine inanıyoruz. Sinema salonu deneyimi de yeniden keşfediliyor diyebiliriz. İnsanlar “siyah ekran”ın dışına çıkmaya ve film izleme deneyimini başkalarıyla paylaşmaya özlem duyuyorlar. YouTube, Netflix vb. platformlar bu anlamda yetersiz kalıyor. Çünkü sadece bir filmi izlemek önemli değil. Filmden sonra o filmi tartışabiliyor olmak da önemli, yönetmenin ne dediğini duyabiliyor olmak da önemli. Her şeyden önce o filmi başkalarıyla bir mekânda izleme deneyimi önemli.
M.L.: Konularında uzman kişileri de bu etkinliklere davet ediyoruz aynı zamanda. Pek çoğu üniversite öğrencisi ve yaşları 20-35 arasında değişen ilgili bir izleyici kitlesine sahibiz. Tartışmaya çok hevesli bir izleyici grubu bu.
Katılımcılara kendi deneyimlerini hatırlamalarına, karşılaşmalar yoluyla yeni deneyimler edinmelerine imkân veren bir alan bi’bak. Sizce böyle ilişkisel bir öznellik ve toplumsallığın dolaşıma sokulması kamusal alanda, göçe ilişkin yürütülen siyasette bir değişim/dönüşüm yaratabilir mi? Ya da hâlihazırda yaratıyor mu?
M.L.: Öncelikli olarak biz bir kültür organizasyonuyuz ve bir kültür programı yapıyoruz. Tabii ki programımızda belli başlı konuların tartışılacağı bir alan da yaratıyoruz. Bu alanda illa ki farklı siyasî görüşler vardır. Dogmatik fikirlerden uzak kalmaya ve olabildiğince başka seslere kulak kabartmaya çalışıyoruz. Yeni düşüncelere kapı aralayabiliyor ve kalıplaşmış bakış açılarını değiştirebiliyorsak bu bizi mutlu eder. Ancak siyasî bir misyonumuz yok.
C.S.: Programımızı takip eden, sergilerimizi gezen izleyiciler “ya bu konu hakkında hiç böyle düşünmemiştim” deyip belli bir farkındalığa sahip olabiliyorsa bu bizim için bir başarıdır. Yoksa göç politikasını değiştirebilmek için siyasi olarak da aktif olmak lazım. Siyasî sorularla meşgulüz, kişisel olarak da tabii ki bir siyasî duruşumuz var ama bi’bak’ta siyaset değil kültür programı yapıyoruz.
Geçen sene Depo’da gerçekleştirdiğiniz Buruk Şeyler sergisinden bahsedelim biraz da. 60’lardan günümüze işçi göçü ile ayrı düşen aileler arasındaki ilişkinin izini, nesnelerin ve hikâyelerin tanıklığıyla sürüyordunuz bu sergide. Topladığınız tanıklıklardan yola çıkarak değişen aile ve ortak yaşam tahayyüllerimiz hakkında ne söylersiniz?
M.L.: Sergide bir kısmına yer verdiğimiz bu hikâyeleri çok sık duyuyorduk çevremizden. Arkadaşlarımız çocukluk hikâyelerini anlattıkça biz de yaşananları daha sorgular hâle geldik ve konunun sosyal boyutunu biraz daha irdelemeye karar verdik. Çocukken anne ve babadan ayrı kalmanın travmasıyla bunun psikolojik etkilerinin yetişkinlikte hâlâ görülüyor olması dikkatimizi çekti. Moldova ve Romanya gibi ülkelerde hâlâ nüfusun üçte birinden fazlası ülkeyi terk ediyor ya da göç ediyor, pek çok çocuk geride bırakılıyor. Bundan 50 sene önce benzer şeyler Türkiye’de yaşanıyordu. “Bavul nesli” denen, yani Türkiye ve Almanya arasında gidip gelerek çocukluk ve ergenliklerini geçirmiş, anneanne ve dedeleriyle büyümüş bir nesil var. Bu nesilden kişilerle görüştük. Bu gidiş gelişler, aradaki bağları zayıflatıp koparırken çocukların kendilerine olan güvenini de sarsıyor ve bu çocuklar tüm hayatları boyunca bundan etkileniyorlar. Türk-Alman toplulukları arasında bu sıkça konuşulan bir konu değil, çünkü yanlış bir şey yaptıkları için aileleri suçlamak gibi görülüyor. Konuştuğumuz kişilerden bazıları bu konuyu ilk kez yüksek sesle ifade ettiklerini söylediler, bazıları da gözyaşlarına boğuldu konuşurken. Tüm bu hikâyeleri anlatırken onları tesis eden yapıyı aktarmayı da önemli bulduk. Sergide bu hikâyeleri duyarken bir yandan da tarihsel süreci takip edebiliyorsunuz. Ailelerin bir araya gelmesine ilişkin birçok yasa çıkarılıyor ve bunların pek çoğu işleri zorlaştırdıkları gibi sürekli değişiyor da. Bunu görebiliyorsunuz. Tam da bu nedenle, tüm projelerimizde insanlarla birebir konuşuyor olmayı ve onların hikâyelerini duyulur hâle getirmeyi önemsiyoruz.
C.S.: Buruk Şeyler duygusal yanı ağır basan bir sergi projesi. Tam da bu nedenle sergide nesnel bir bakış açısı sağlayabiliyor olmanın önemli olduğuna inandık. Siyasetin yıllar boyunca aile ve insan ilişkilerine ne kadar vurdumduymazca yaklaştığını, belli yasa tasarılarının nasıl tekrar tekrar ısıtılıp önümüze konulduğunu görüyoruz. 2019 yılında, Almanya’da hâlâ “göçmenler ailesini getirebilir mi” sorusunun tartışılıyor olması “tarih tekerrürden ibarettir” sözünü hatırlatıyor. Bu nedenle, hem kişisel hem toplumsal tarafı var bu hikâyeleri anlatmanın.
M.L.: Sergiyle eşzamanlı olarak bir de kitap yayımladık. Bu kitap sergi kataloğundan çok sergiye eşlik eden bir okuma kitabı. Akademik makaleler, edebi metinler ve söyleşiler içeriyor. Ulusötesi aile olgusuna dair çok fazla akademik çalışma yok. Yasalara baktığınızda da siyasi olarak bu konu üzerine fazla kafa yorulmadığını görüyorsunuz. İlginç olan resmî tarafta pek tartışılmayanın pop kültüründe kendine önemli bir yer bulmuş olması. İnternette örneğin Romence veya Ukraynaca “yabancı ülkelere giden anneler” gibi bir arama yaptığınızda onlarca şarkı karşınıza çıkıyor. Bu şarkılardan bir seçkiyi de sergiye dahil ettik.
C.S: Yalnızca Buruk Şeyler sergisi için değil, yaptığımız ve gelecekte yapacağımız projeler için de, akademik yaklaşımların sanatsal yaklaşımlarla, gündelik hayata dair yaklaşımlarla; tüm bu farklı bakış açılarıyla bir arada varolabiliyor olmasını önemli buluyoruz. Bu nedenle de, Buruk Şeyler’de olduğu gibi, yaptığımız her sergiye eşlik eden bir de kitap yayımlıyoruz. Buruk Şeyler önce İstanbul’da, sonra Berlin’de ve Köln’de gösterildi. Mayısta Oberhausen’da Urbane Künste Ruhr kapsamında ve sonbaharda Frankfurt’ta bir müzede gösterilecek.
Gelecek projeleriniz hakkında bir şeyler paylaşmak ister misiniz? Türkiye’de yeni bir sergi hazırlığınız var mı örneğin?
M.L.: Yaz aylarında İzmir’e bir araştırma gezisi planlıyoruz. Bundan ne çıkacak göreceğiz. Can’ın söylediği gibi, film programını biraz daha büyük ve daha iyi teknik imkânlara sahip ayrı bir mekâna taşımaya çalışıyoruz şu anda. Olumlu gelişmeler de oldu bu konuda, umarım 2020’de istediklerimiz gerçekleşir.
C.S.: Bir başka proje de Berlin’deki Türk-Alman film ve video kültürüne dair. 80’lerdeki video kaset furyasından, Türkiye’den getirilip Almanya’da videokaset olarak evlere girmiş olan filmlerden söz ediyoruz. Yine sözlü tarihe dayanan ve Türk-Alman göç tarihinin çok bilinmedik bir bölümüne bakıyoruz. Bir etkinlik dizisinin yanı sıra yine bir kitap da yayımlayacağız. Bunu aynı zamanda Avrupa geneline taşımak istediğimiz daha büyük bir projenin pilot uygulaması gibi düşünüyoruz. Almanya’nın yanı sıra Fransa’da, İngiltere’de, İtalya’da farklı göçmen topluluklarının film ve video ile ilişkisini, kendi memleketlerine dair algılarını film kültürü üzerinden nasıl geliştirdikleri gibi konulara yönelik bu proje de herhalde önümüzdeki sene somutlaşmış olur.
[1] http://www.depoistanbul.net/event/buruk-seyler-ulusotesi-ailelerin-anlatilari-ve-bellegi/