Siftah'ın yeni söyleşisi Yapı Kredi Yayınları'ndan Bir Dükkânı Beklemek adlı ilk öykü kitabını yayımlayan Uğur Nazlıcan ile...
27 Eylül 2018 14:00
Siftah Söyleşileri- III
Uğur Nazlıcan, Bir Dükkânı Beklemek’te tavrını ortaya koyup meselenin “aslı” ve “suret"iyle ilgileniyor daha çok, bu ilgi dile gösterdiği hassasiyette de gösteriyor kendini. Vaktini beklemiş, sıkı ve çalışılmış, aynı zamanda firesiz bir ilk kitap bu. Yazar ne yaptığının farkında, metnin niyetiyle yazarının niyetinin örtüştüğü bir kitap Bir Dükkânı Beklemek. Yazarın oldurmaya çalıştığıyla metinde olan fazlasıyla örtüşüyor.
Söz, öykücü Uğur Nazlıcan’da.
Adettendir, biz de adete icabet gösterelim. 1980’de Diyarbakır’da doğmuş, TED Ankara Koleji ve Galatasaray Üniversitesi’ni bitirmiş, Londra Middlesex Üniversitesi'nde yüksek lisans yapmış, evli ve çocuklu olmanın yanında zeytincilik yaptığın yazıyor özgeçmişinde. Kendine dair başka neler söylemek istersin?
Sakin yolları, dağ başı kahvehanelerini, Malazgirt Ovası’na kar yağışını, yavaş yavaş inen yaz akşamlarını ve aniden inen kış akşamlarını çok severim. Okumayı çok severim. Klasik romanları okumayı özellikle çok severim. Bir şeyler anlatmaya bayılırım. Ama bu bir şeyleri müzik ya da resim gibi hayran olduğum sanat dallarıyla anlatamamak, böyle bir becerimin olmaması kalbimi kırar. Güzel yemek yaparım çünkü bütün okul hayatım boyunca babamın lokantasının mutfağında çalıştım. Babam dikkatli, maharetli ve biraz da ters bir ustaydı. Ben hayatımda pirinç karıştırmayı bu kadar ciddiye alan bir adam görmedim. Ben hayatımda, yaptığı herhangi bir işi bu kadar ciddiye alan bir adam görmedim. Bu huyunun bana çok az sirayet etmiş olmasına üzülürüm. Şimdi en başına dönsem bu cevabın, belki bunlardan hiçbirini bir daha söylemem. İnsanın kendine dair bir şeyler söylemesi böyle bir şey çünkü; bu, insanın kendini ilga etmesi çünkü. Bu ilganın şöyle güzel bir yanı da var; kendine dair her şeyi temizlemek ya da temize çekmek. Molière’in dediği gibi, her şeyi temizleyen altın yaldızlı bir alevle hem de. Olsa ne güzel olurdu. İnşallah vardır.
Kitaba geçelim mi, ilk kitapların hikâyesi ilginç olur genelde, seninki nasıl oldu?
Bu kitapta yer alan cümlelerden ilkini, bir dükkânın deposunda saatlerce bir ürünün gelmesini bekledikten sonra yazmıştım. O zaman kitabın adının ‘Bir Dükkânı Beklemek’ olacağını, tabii ki de düşünmemiştim. Aslında bunun bir gün bir kitap olacağını bile düşünmemiştim. Tesadüfen, kurgusal olarak değil, gerçekten tesadüfen son cümlelerini de, yine bir dükkânda yazdım. Bu bana hâlâ tuhaf gelir. Bir anlamda, öykülerimdeki gibi, çember tamamlanmış oldu, son cümleler ilk cümlelerin içine geçti. Bunu, kendimi çemberleri iç içe geçiren, pinpon toplarını kaybeden sihirbazlar gibi hissederek yaşadım. Ama bütün süreçte, ki çok uzun bir süreçti bu, çok ciddi kopuşlarım oldu. Her anını yaşamadım. Hayat, öyküyü orta yerinden baltalıyor çok zaman. Sonradan sonradan, öykülerin baltalandıkları yerden bir şekilde iyileşip devam ettiklerini gördüm. Belki dışarıdan bakınca o baltalanmış yerler belli olmuyor ama ben biliyorum o yerleri. Belki de belli oluyordur kolaylıkla.
İyi ki çok beklemişsin, çünkü çok sıkı ve çalışılmış, aynı zamanda firesiz bir ilk kitap bu, dedim öyküleri bitirirken. Yazar ne yaptığının farkında, metnin niyetiyle yazarının niyetinin örtüştüğü bir kitap Bir Dükkânı Beklemek. Yazarın oldurmaya çalıştığıyla metinde olan fazlasıyla örtüşüyor. Peki, nasıl çalıştın bu kitaba ya da nasıl çalışır, yazarsın?
Sabırla, çok çalıştım. Herhangi bir öyküdeki herhangi bir cümle kağıdın başında gelmez aklıma. Ben öyküleri düşüncemde cümle cümle, kelime kelime kurmayı çok severim. Ben o yorgancı dükkânını ilk defa 1991 yılının bir Eylül akşamında gördüm. Tam 27 yıl olmuş. 27 yılda çok usta bir yorgancı olabilirsiniz. Ben başka bir şey yaptım, belki de o yorgancının bile yapmadığını; 27 yıl boyunca o yorgancı dükkânını kafamda taşıdım. Kafamdaki yorgancı dükkânına o 27 yılda kimler girdi, ne yorganlar dikildi, atlas kumaşlar heba edildi. Hepsinin cümlesini düşündüm ben; yürürken, aylaklık ederken, zeytinlerle ilgili işlerle uğraşırken bile bazen. Anlatmak istediğim aklımda tamamlandıktan sonra da oturdum bir iki saatte yazdım. Bu hep böyle oldu. Hep böyle olacak, çünkü ben böyle olmasını seviyorum.
Kitabın en belirgin özelliklerinden biri de dil hassasiyeti, nasıl bir ilişkin var dille?
Doğuştan iki dilli olmak, dille ilişkiyi kesinlikle normalin dışına çıkarıyor. Bunu olumlu ya da olumsuz anlamıyla söylemiyorum; nihayet bunun çok ciddi sıkıntısını çeken insanlar da oldu; benim gibi, belki biraz da şımarıkça avantajlarından faydalanan da. Ama ne olursa olsun, normalin dışına çıkıldığı anda, tam da normalin dışına çıktığımız noktadan başlayarak bu olguyla, belki de olması gerektiğinden daha fazla ilgileniyoruz. Dilin imkânlarını seviyorum, bir tutkudan ziyade yumuşaklıkla; Kürtçeyi, Türkçeyi, sonradan öğrendiğim diğer dilleri, hatta matematiksel değerleri başka bir dille yazma imkânı veren logaritmayı bile. Dil, bana, yapmayı hayal bile edemeyeceğim şeyleri yapma imkânı sunuyor. Bunun için minnettarım.
Meselenin hem “aslı”yla hem de “suret”iyle ilgilenen bir hikâyeci tavrı var sende, “asıl” nedir, “suret” nedir, nereden geldin buralara?
Öykülerden bir örnekle anlatmaya çalışayım; Manav Hacı Resul’ün kediyi “Amel misin,” diye sorguya çekmesi, ısrarla kediye başka bir mânâ vermeye çalışması ve kedinin, tam da bir kediden bekleyebileceğimiz olgunlukla “Hayır, ben kediyim,” demesi beni bu sorunun muhatabı konumuna oturttu. Başka yerleri bilmem ama burada, kedinin Manav Hacı Resul’ün önüne koyduğu asıl, Hacı’nın kediye dayattığı ise surettir. Bu konuda bu kadar netim. Çünkü Hacı, kediyi salmamış, ola ki değiştiririm düşüncesiyle gönlüne almıştır. İnsan gönlüne aldığı şeyi değiştirmeye niyetli. İnsan, her şeyi eğip bükmekte mahir ve bırakın suretini, eşyanın aslını bile değiştirmekte ısrarlı. Çünkü biz, yani insan, yani kendi varlığına bir mana arayan, boşlukta neredeyse amorf bir yer kaplayan. Senin sorunu bir soruyla bağlayalım; acaba buradan nereye gideceğiz?
Tek bir öykü, hatta, tek bir cümle olacaktı. Olmadı. Evet, ben o tek bir cümleyi, o tek bir öyküyü yazmaya çalışıyorum. Devam edeceğim buna, demek ki, hala başaramamışım.
Aslında tek “bir öykü”yü yazıyor gibisin tüm kitap boyunca, dert edindiğin “aslı” ve “suret”i meselesi hâliyle öyküleri de birbirinin “aslı” ve “suret”i kılıyor. Bunu iyi anlamda söylüyorum, hep aynı “öykü”yü, hatta aynı “cümleyi” yazdığını düşündüm kitabı bitirirken, ne dersin?
Tam da yakalanmak istediğim yerden yakaladın beni. Kitabı bir kapalı devre, bir klostrofobik çember olarak, iç içe geçen görüntüler, yansımalar olarak tasarlamaya çalıştım. Sözde, ben yazdıkça, her bir öykü tamamlandıkça bu görüntüler, gölgeler, yansımalar, birbirine biraz daha, biraz daha yaklaşacak ve net tek bir görüntü, birbirinin tıpatıp aynısı bir asıl ve suret, tek bir öykü, hatta, tek bir cümle olacaktı. Olmadı. Evet, ben o tek bir cümleyi, o tek bir öyküyü yazmaya çalışıyorum. Devam edeceğim buna, demek ki, hâlâ başaramamışım.
Büyük hüner doğrusu, dört sayfalık “Köpek ile Kar” adlı öyküde 6-7 defa “anlatıcıyı” değiştirmek, bu geçişi kolaylıkla sağlamak. Böyle olunca hikâyeye değil, sürekli değişen/dönüşen anlatıcıya bakakalıyoruz sende.
“O olayın aslı öyle değil, müsaade varsa anlatayım,” diye birbirlerinin anlattığı aynı hikâyeyi bir başka açıdan defalarca, bıkmadan, büyük bir maharetle de, bıktırmadan anlatan çocukluğumuzun karizmatik dengbêjlerini düşün. Genetik bir kod bu, bence. Çok nadir de olsa anneme okuyorum yazdığım öyküleri. Bitinceye kadar ses etmeden bekliyor, sonra, “O öyle olmamıştı, sen yanlış biliyorsun,” diyerek başka bir şey anlatıyor. Kurgu öykülerden bahsediyoruz nihayetinde. Ama kadın bunu kesinlikle kabul etmiyor, başka bir öyküyü, belki de benim anlattığım öykünün aslını anlatıyor. Sonra sonra görüyorum ki, bendeki suret aslına çok benziyor, belki de aynı. Annemin bitirmesine yakın “O olay öyle olmamış, bak anlatayım,” demek istiyorum bir gün, yeteri kadar cesaret toplayabilirsem. Bu arada, o öyküde karla kaplanmakta olan lacivert arabanın açısından da bakılabilirdi sokağa belki de. Kısmet, bir dahaki sefere artık.
Kahramanlarının her biri ötekinin kendisi, gölgesi ya da aynadaki aksi. Kahramanların bu kadar “dalgınken” anlatıcıların bu denli pür dikkat olması dikkat çekici.
Çünkü hikâyesini benim anlattığım karakterlerin "öteki"si varlıklarının negatifi değil. Hatta, haddimi aşmayacaksam, o negatiflerin sadece fanteziler, hatta diyelim ki korkak fanteziler olduğunu düşünüyorum. Zor olan, kendine bu kadar benzeyen ama tam olarak da kendi olmayan ama neredeyse kendisi olanla baş etmektir. Cesaret edemediklerine cesaret eden ve onunla cebelleşmek kolaydır. Aynada gördüğün, sana o çok çok benzeyen ve senin cesaret edemediklerine cesaret edemeyenin aynadan çıkıp da buraya geldiğini düşünsene. Ne konuşabiliriz ki onlarla? Borges’in dediğini derim herhalde ben benimkine; “Sana ne diyebilirim ki, zavallı Borges...” Tüm bunları tartışırken de, elime yüzüme bulaştırmamak için, neredeyse bir mühendis kadar dikkatli olmaya çalıştım. Umarım elime yüzüme bulaştırmamışımdır.
30 yıldır her sabah aynı dükkâna giden, akşama kadar saat tamir eden ve evine dönen ve sabah bir daha dükkânına giden bir saat tamircisinden ve onun dükkânından daha fantastik bir şey olabilir mi?
Öykünden bir alıntıyla devam edelim: “Sonunda sözü artıran, hikâyeyi kısaltan böyle yarım yamalak bir çözüm buldular, her şeyi bir defa daha tekrarlıyorlardı. Sonunda sözü artıran, hikâyeyi kısaltan böyle yarım yamalak bir çözüm buldular, her şeyi bir defa daha tekrarlıyorlardı.”
Anlatıcılarına da yaptırmak istediğin bu muydu?
Bunun tam olarak anlatıyla bağlantılı olduğunu düşünmüyorum. Bu bir figür ya da zekice bir söz hamlesi bile değil. Anlaşılmak derdinde olan birinin anlamak gücünde olan birine elini uzatması. Öyküde anlatıma ve söze yaslandığım ise doğrudur. Birincisi, bu da daha önce bahsettiğim genetik kodlarla alakalı. İkincisi, enteresan bir öykü anlatmaktansa, enteresan bir durumu anlatmak bana daha çekici geliyor. Enteresan derken, 30 yıldır her sabah aynı dükkâna giden, akşama kadar saat tamir eden ve evine dönen ve sabah bir daha dükkânına giden bir saat tamircisinden ve onun dükkânından daha fantastik bir şey olabilir mi? Bu duruma eklenecek her öykü, ne kadar enteresan olursa olsun, sakil kalacakmış gibime geliyor.
Yorgancı, hamam, manav, hurdacı, filmci, kırtasiyeci… Hepsi çok güzel dükkânlar, “zaman”la ilgili bir derdinin olduğu her öyküde belli, “mekânlar” da öykülerin asıl karakteri…
Zaman büyük bir hükümdar ve biz tebaası bile olamayacak kadar güçsüzüz onun karşısında. Mutlak bir teslimiyete gönül indirmeyeceksek, ki indirmedik, dert içimize içimize işlemeye başlıyor. Peygamber demiş ya, “Ümmetinden en garibi ahir zamandakilerdir,” diye, tam da oradayız. Mekân, çünkü geçmiş mekânla kaimdir. Gözümüzde canlanan yıllar öncesinin bir hatırasında mesela, bizi o berber dükkânından çıkarıp kapının önüne koyun; o hatıranın içinde, o berber dükkanının önünde kurusun diye rüzgara asılmış havlular kadar bile hakkımız kalmaz; ki havlularla aynı yerdeyiz. Belki de sadece geçmiş değil, insan da mekânla kaimdir.
Bir söyleşinde “Yazınca geçecek sandım, geçmedi.” diyorsun. Birçoğumuzun derdini dillendirmişsin, biraz açmanı istesem.
Geçmedi. Daha ne diyebilirim ki? Kendinden de biliyorsundur işte. İşin kötüsü, artık geçmeyeceğini de biliyorum. En azından bakiye artmasın, buna razı olalım.
Kitabı bitirdim, kapağı kapadım ve okurun bahtına bıraktım onları. Peki ben ne yapacağım şimdi?
Kitapların hep ilk cümleleri konuşulur, seninkinin son cümlesini konuşalım: “Şimdi ne yapacağım ben?” cümlesiyle kapanıyor kitap. Bu, çok güzel bir bitiş. Oysa ne yapacağını ve ne yazacağını bilen bir yazarla karşı karşıya olduğumuzu düşünüyorum. Ne yapacaksın bundan sonra?
“Şimdi ne yapacağım,” diyen karakterin ne yapacağını ben de çok merak ediyorum. Yazık ki öykü tam da orada bitiyor. Metaforik anlamıyla, kitabın sonuyla beraber, bütün karakterleri, mekânları, gölgeleri ve yansımaları o kitabın içine hapsetmiş hissediyorum. Orada karakterlerin bana seslenmesi gibi aslında "şimdi ne yapacaklar"ını sormaları. Belki de onları orada bırakmamam için, beraberimde taşımam için bir yakarış. Ama tamam. Ben onları yeteri kadar taşıdım. Kitabı bitirdim, kapağı kapadım ve okurun bahtına bıraktım onları. Peki ben ne yapacağım şimdi? Önümüzde zeytincilikle ilgili yoğun bir iki üç aylık hasat mevsimi var. Bir yandan da bir lunapark kalecisinin öyküsü büyüyor zihnimde. Yüreğim kabarıyor. Kaç vakte kadarsa artık, bekliyorum.