“Ben kendi halimde yaşarım/ Şapkamın altında”

Bir ân geliyor ki şu düzeltme imini hiç kullanmayayım diyorum, her ne kadar Türkçe’nin sesçil yazımı olduğuna inat etsem de (öyle de)! Öte yandan pratiğe dönecek bu kararı da “ilân” etmek gerekiyor...

10 Kasım 2016 13:53

Şapka deyince aklıma önce Rüştü Onur’un “Memnuniyet” şiiri geliyor; ardından Cumhuriyet sonrasındaki kimi edebiyatçıların şapkalı fotoğrafları. Özellikle de modern şiirimizin önemli adlarından Oktay Rifat’ın. Zâten şapkanın da modernleşme ile ki uzun zaman Batılılaşma’dır adı, doğrudan ilgisi var. Günümüzde işin içinden çıkamadığımız işâret olan “şapka” da bir şekliyle modernizm ile ilgili. Yâni düzeltme imi!

Acaba dünyanın başka ülkesinde, dilinde böyle bir karışıklık var mı? Bütün dilleri bilmemize olanak yok. Muson yağmurlarında ıslanmadık ama Muson yağmurlarının şiddetini anlayabiliriz, en azından tahmin edebiliriz. Benzer şekilde “dünyanın başka bir ülkesinde bu kadar yazım kılavuzu yoktur”u gönül rahatlığıyla söyleyebiliriz. Yanılıyor olsak da, bizde o kadar çok yazım kılavuzu var ki, pek yanılgı sayılmaz.  

İlkokuldayım, üçüncü sınıf olmalı, belleğime yer etmiş. “Plân”dan şapkanın kalktığını öğretmenimiz söylemişti. Kuşkusuz daha geniş anlatmıştır da benim aklımda “plân” kalmış. O zaman nereden bileyim oradaki “l” incedir diye! Şimdi de çok güç ayırt ediyorum. Ne yazık ki Osmanlıca (eski Türkçe) bilmiyorum. Kuşkusuz bu, büyük eksikliğim. Ne var ki dil öğrenme konusunda son derece yeteneksizim (İstanbul’da Mavi Bir Tereddüt’te dile getirmeye çalışmıştım). Ama asıl mesele bir zamanlar Osmanlıca’ya önyargıyla yaklaşmaktı. Bunun uzantısı olarak da şöyle söylebilirim, sanki şapka ve de eski sözcükleri kullanınca gerici oluyorsun; şapkaları kullanmayınca ve de yeni sözcükleri kullanınca ilerici oluyorsun. Sağcı-solcu ayırımı da diyebiliriz buna!

Uzun yıllar Ömer Asım Aksoy’un, önce TDK’nın, sonra Adam Yayınları’nın bastığı Yazım Kılavuzu’nu, uzlaşmamız gereken bir kılavuz olarak düşündüm; öyle de uyguladım. Ama yazarlığa adım attığımda ki yayınevlerinde çalışmaya başlamamla aynı zaman dilimi, benim için harfi harfine uyulması gereken bir kurallar toplamıydı; çünkü büyüklerimden öyle görmüştüm. Sonra “uzlaşma evresine” doğru değiştim. Bir süredir de (on yıl kadar diyelim) kullanılmamasını düşünüyorum! Kuşkusuz düzeltme imine (işâretine) getirdiği kısıtlamadan (daraltmadan) dolayı.

Dışarıdan gazel

Önümüzde şöyle bir mesele var: Türkçe sesçil bir yazılımsa ki hepsi öyle tanımlıyor, şu düzeltme imini kullanmak gerek. Ancak –çoğunu– sesten yola çıkarak bulabilirim çünkü söylediğim gibi Osmanlıca bilmiyorum. Nereye bakabilirim, birkaç yıl önce çıkan Kubbealtı Lugatı’na, şimdiki TDK’ya; tabiî ki Ferit Devellioğlu’nun Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgatı’na. Mustafa Nihat Özön’ün Osmanlıca Sözlüğü de kitaplığımda var. Ama onlardaki düzeltme imi kullanımı da birbirini tutmuyor, çelişiyor. Devellioğlu son derece akademik. Bazı sesler değişmiş, dolayısıyla uzatmaya gerek yok gibi geliyor. Şimdiki TDK’ya bakıyorum ama onu “ciddîye” alamıyorum; çünkü bir 12 Eylül kurumu! Orda da şöyle bir durum var: işin içinden çıkılmadığı yerlerde kullanılmıyor. Sonunda dostum, yıllardır dil konularında yazan Kemal Bek’e danışıyorum.

Her ne kadar sosyalistleri, komünistleri, kimi solcuları kuruma almamışlarsa da eski TDK’nın emeği çok önemli, yol gösterici. Ancak, niye Türkçe’nin sesçil yazımıyla oynanmış. Tamam Ömer Asım Aksoy bir açıklama getirir, kendi içinde bir dayanağı vardır ama bu genelgeçerli olan “Türkçe’de sözcükler söylendiği gibi okunur, okunduğu gibi söylenir” kuralını bozmuyor mu?  

Ömer Asım Aksoy, Ana Yazım Kılavuzu’nu bildiğim kadarıyla ölmeden önce gözden geçiriyor (1993); bu basım 2000’li yıllara kadar sürüyor. Bu eski TDK’dan gelen kılavuz. “Yazı ve Yazım” başlıklı bölümde şöyle deniliyor:

“(...) Bir dilin, kendi abecesi ile yazıya geçirilmesinde kimi kurallar uygulanır; dilin bu kurallara göre yazılması, o dilin yazımını oluşturur.

2. Türk dilinin yazım ilkesi, sözcüklerin her sesini yazıda göstermek amacını güder; bu tür yazıma, sesçil (fonetik) yazım denir. Sözcüklerin kökenlerinde bulunup da bugün söylenmeyen seslerin harflerini koruyan yazımlar da vardır. Bu tür yazımlara, kökensel (etimolojik) yazım denir.”[1]

Bilindiği gibi bu kılavuzun başkanlığını yapıyor; zâten kapakta da “Ömer Asım Aksoy’un Başkanlığında Bir Kurulca Hazırlanmıştır” ibâresi var. (Sonra bu kılavuz Epsilon Yayınları’ndan 2006’da gözden geçirilerek yayınlanacak.)

Evet benimki dışarıdan gazel ama bir anlatı söylemiyle düşüncemi şöyle bir dile getirmeye çalışayım:

1928’de Latin harflerine geçmişsiniz, bence doğru ve tutarlı bir tavır. Siyâsî yanını bir kenara bırakalım. Sesçil yazımı seçmişsiniz, kökensel yazımdan kaçmışsınız ki sanırım Türkçe’ye de uygun olanı bu, ne güzel. Ç, ş, ü, ö gibi harfleri bulmuşsunuz, hatta bence bir mucize olan “ğ”yi bulmuşsunuz. Şapka denilen düzeltme imini de Fransızlar’dan almışsınız. Ama şunu hem inceltmeye hem uzatmaya kullanmasaydınız ya! Yapılan iş çok güç, takdir etmemek elde değil ancak bir süre sonra ikinci bir işâret yâni a’nın üzerine çizgi getireceğinize (ā), 27 Mayıs 1960 Askerî darbesinin ardından düzeltme iminin kullanımını daraltıyorsunuz. Bunu yaparken de 1928’deki devrim diye tanımladığınız “eyleminiz”le çelişiyorsunuz!

Gelişi güzel bazı örnekler

Korhan Kaya, eski Hint metinlerini çevirirken uzun okunması gerken a’yı üstü çizgili (ā) kullanıyor. Yıllar önceki çevirilerinde sanırım “teknik” nedenlerden dolayı yoktu. Şimdi bilgisayar çağında bunu yapmak güç değil. Doğru yapıyor. Eski TDK’nın koyduğu bir kural var. Latin alfabesi kullanmayan dillerin çevirisinde, ses nasılsa (okunduğu gibi) öyle yazmak. Bu da tutarlı bir kural. Kaya da yıllardır büyük emeklerle çevirdiği metinlerinde bunun izleyicisi!

Bir ara çok sık duyduğumuz bir söz vardı konu düzeltme iminden açıldığında. Aslında bir ara değil günümüzde de sürmekte: “Şapkalar kalkmadı mı?” Güler misin, ağlar mısın? Bilemiyorum! Bugüne kadar basılmış hangi yazım kılavuzunda böyle bir ibâre ve uygulama var. Yukarıda da belirttiğim gibi daraltıp sınır çizdiler. Niye böyle bir algı oluşmuştu? Sanırım bunun birkaç nedeni var. Daktiloda, gerekse bilgisayarda düzeltme imi bir tuşla konulmuyor. Birazcık canbazlık gerekiyor, hele de daktiloda; gerçi daktilo da o zamanlar hayatımızdan çıkmış gibiydi. Ama bilgisayarda daha “hızlı” çözmek olanaklı. İkincisi yanılmıyorsam 90’ların başında Milli Eğitim Bakanlığı bir yıl olmalı (belki iki) ortaöğrenim kitaplarında düzeltme imi kullanmadı. Bunda yanılıyor olabilirim, hiçbir belgeye dayanmıyorum yalnızca belleğim var işin içinde. Bir başka neden nasıl kullanacağımızı tam bilmiyoruz, çünkü o eski sesleri, dili bilmiyoruz. Bir başka neden de, yukarıda belirttiğim sağ-sol, gerici-ilerici meselesinden olabilir.

Öte yandan hiç kullanmayabilirsiniz! Sözcük bir gösterge, kendisinin okunuşu vardır, işâret koymadan okunur dersiniz. Alıştık, böyle okuyoruz dersiniz. Ama Türkçe’nin sesçil yazımını zedelersiniz. O zaman Türkçe bütünüyle sesçil yazımlı bir dil değil örneğin İtalyanca gibi, bir kısmıyla öyledir dersiniz. (İtalyanca’dan daha geniş alanda.) Ama bunun “resmî olarak ilân” edilmesi gerekir! Kim, hangi kurum o da tartışmaya çok açık.

Bir nokta daha. İstediğiniz kadar özen gösterin, sesi tâkip edin, Ayverdi’ye, Devellioğlu’na, hatta şimdiki TDK’ya bakın. Sevgili dostunuz Kemal Bek’e sorun, yazınızda kullanın ama gönderdiğiniz dergi kaldırsın! Ya da çok az yazar geniş anlamda kullanmadığı için, siz kelaynaklar gibi kalın! (Yeri gelmişken, bu konuda her türlü kaprisimi çeken, düzeltme imlerime, yazış biçimime bir buçuk yıldır dokunmayan K24 editörlerine, ekibine çok teşekkür ederim.)

Ne hikmetse

Özel adlarda kaldıramazsınız. Ne hikmetse Nâzım Hikmet’in adından şu şapkayı kaldırmak moda oldu. Özellikle de internet sitelerinde. “Nâzım” ile “nazım” farkı bir yana, şâirin adı öyle. Kendisi yaşadığı zaman kaldırmamış. Örneğin Selahattin Hilav kaldırmıştı son kitaplarında. Benim adımın sonundaki “a” da düzeltme imiyle yazılmalı. Ama nüfusa verilen bilgi formunda babam yazmamış dolayısıyla kimliğimde şapkasız. Attilâ İlhan bilindiği gibi son derece önem verirdi. (Şapka takmaya da özen gösterirdi!) Bu yüzden eski kuşaktan birileri bana mektup yazdığında ya da kitap imzaladığında (ne kadar değerli belgeler onlar) adımın sonundaki a’yı şapkalı yazardı.

Nâzım yazımını anlayamıyorum. Var olanı kaldırıyor, öyle yazıyor. Asıl hiç anlayamadığım Sabahatin Ali’de! Soyadının a’sına “şapka” koyuyor; hiçbir yerde kullanmaz, hem yazarken hem okurken kullanıyor. Anlamak olanaksız. Nerden bulmuş, hangi kaynakta var. Üstelik bunu, internet sitelerini geçtim, edebiyat dergilerinde yapıyorlar! Tâlihsiz yazarın bu konudaki duyarlığını bilmiyorlar mı:

“Sabahattin Ali soyadının Ali yerine Âli olarak söylenmesinden ne kadar rahatsız olduğunu 10 Ekim 1945’te Vedat Baykurt’a gönderdiği mektupta dile getirmektedir: ‘Esat benim adımı bilir ama, dalgındır, sakın Ali yerine Âli yazdırmasın, bu Âli adı kadar sinirlendiğim kelime azdır.’”[2]

Nispet “i”sindeki şapkanın kaldırılışında da sorun var. Çünkü sözcüğün niteliği değişiyor. Biri ek almış oluyor, ötekinde sözcük sıfat oluyor. Ayıca sözcük içinde geçen yine Arapça ve Farsça’dan gelen başka uzun i’ler (î) de var; “mîmâr” gibi. Bunları da uzun okuyoruz, kısa yazıyoruz. Öte yandan u, ı, o harflerini noktalı yazmaya üşenmiyoruz da sıra nispet i’sine ya da uzun a’ya gelince işâret kullanmıyoruz. Evet, bunlar daktiloda da tek tuştaydı, bilgisayarda da, unutmuşum!  Kimse elle yazmadığından, üşenmek derken yanlış bir fiil kullandım. İ, ü, ö harflerinin noktasına îtiraz etmiyor, diye düzelteyim.

Birkaç sözcük

Zâten dışarıdan gazel atıyordum; şimdi de, farkındayım sınır ihlâli yapıyorum: Bugün sözcüğünü, içinde olduğumuz gün söz konusuysa “bu gün” olarak yazıyorum. Öyle ya, “şugün”, “ogün” yazmıyoruz. Ağabey değil “ağbi” yazıyorum. İsim tamlamalarında tamlayanın takısını kullanıyorum: “Erenköyü”, “Kadıköyü” gibi. “Sıvas” yazıyorum, şu Sivas’a niyeyse bir türlü kalem oynatamıyorum. Eh, benim de böylesi birkaç eskiye yönelik kullanışım var. Artık “bilimci” diyorum. Sanatçı, simitçi, felsefeci, tiyatrocu diyoruz ki dilimizin en önemli (güçlü) özelliği; ayrıca sözlüklerde de var. Bilimci ile birlikte eril meselesinden de kurtuluyoruz. Seksenlerde “bilimkişisi” demeye başlamıştım ama bilimci daha doğru. Militarizm içeren sözcüklerden de uzak duruyorum. Eskiden savaşım sözcüğünü çok sık kullanırdım, artık “mücadele” daha mantıklı geliyor.

Yeri gelmişken bir kez de burada belirteyim. Özcesi’ni ben “icât” ettim; 1983-84 olmalı. Baktım, birkaç yıl öncesinin TDK Sözlüğü’nde zarf olarak yer almış. Açıkçası, sözün özü anlamında kullanmıştım, o zaman zarf (belirteç) falan hiç düşünmemiştim. Gençken insan cesur ama câhil oluyor! Almışlar ama benden örnek yok tabiî ki. Bir de bu var işte: tabiî! “Tabi” yazılmaya başlandı. Bırakın nispet i’sinin şapkasını, sondaki “i” kullanılmıyor. Peki o zaman “tâbi” sözcüğünün anlamıyla karışmıyor mu? Çünkü o da şapkasız yazılıyor.

“Yayınlamak” fiilini kullanıyorum. Her şeyden önce yayınevi diyoruz. Radyo, televizyon vb. olunca da “yayımlamak” diyorum! Bunların hepsini niye “yayımlamak” yaptılar anlamış değilim! Doğrusu “Türkçe”yi de ekli yazarken kesme kullanıyorum. Yapım ekiyle oluşmuş bir sözcük, niye ek aldığında o ek kesmeyle ayrılmasın. Çok kabaca ama o sözcüğü büyük harfle yazıyoruz yâni yapım ekiyle yeni olan sözcük “özel ad” durumunu sürdürüyor. Eee, özel adlar ek alınca kesmeyle ayrılmaz mı? (Kalıp olanlar, Ağrı Dağı gibi, tamam, onlar ayrı!) Türkçe’nin bir de sıfat durumu var. Türkçe dergi, yapıt dediğimizde. O zaman niye sıfata büyük harfle başlıyoruz (yazıyoruz). Selahattin Hilav sıfat hâlini küçük harfle başlatırdı: türkçesinde, fransızcasında, almancasında vb. Orhan Veli’nin dediği gibi karışık bir iş vesselâm! Böyle başka örnekler var da, “sınırım”a geri döneyim.

Vazgeçmek!

Aslında, bunaldığımı söylesem yalan olmaz. Çelişkiye düşüyorum, hata yapıyorum. Bir ân geliyor ki şu düzeltme imini hiç kullanmayayım diyorum, her ne kadar Türkçe’nin sesçil yazımı olduğuna inat etsem de (öyle de)! Çünkü yukarıda belirttiğim gibi, o sesleri tam bilmiyorum. Öte yandan pratiğe dönecek bu kararı da “ilân” etmek gerekiyor. Öyle ya, neden kullanmadığınızı yazıp duyuracaksınız; bir dergide ya da bir kitabınızın önsözünde, dipnotunda, arka notunda falan. O zaman nispet i’si ne olacak diyorum; dedik, sözcüğün niteliği değişiyor. Gerçi “sel-sal”lar var; eski sözcüklere pek uymaz ama belki “felsefesel”, “tarihsel” yazabilirim de mîmârî derken ne yapacağım? Ya da “coğrafyasal” diye mi yazacağım? Yazılışları aynı anlamları farklı sözcükleri ne yapacağım: aşık-âşık, hala-hâlâ, adet–âdet, yar-yâr, kar–kâr... Onlardan da mı vazgeçsem?

Kuşkusuz bu tür sözcükler zaman içinde elenebilir ama bunun uzun bir sürede olacağını düşünüyorum. Ömrümün yetmeyeceği bir süre! Özcesi düzeltme iminden vazgeçip yalnızca soğuk havalarda şapka kullansam! Belki kendimi daha iyi duyumsarım. Rüştü Onur’un 1942’de yayınlanan (ve Memet Fuat’ın antolojisinden aldığım) “Memnuniyet” adlı şiiri de şöyle:

Benden zarar gelmez
Kovanındaki arıya
Yuvasındaki kuşa;
Ben kendi halimde yaşarım
Şapkamın altında.
Sebepsiz gülüşüm caddelerde
Memnuniyetimden;
Ve bu çılgınlık delicesine
İçimden geliyor.
Dilsiz değilim susamam
Öyle ölüler gibi
Bu güzel dünyanın ortasında

 


[1] Adam yay. 16. basım, Ağustos 2000, s. 33.
[2] A’dan Z’ye Sabahattin Ali, haz. Sevengül Sönmez, YKY, Temmuz 2009, s. 435