Sınırlarla çevrili ve sınırların ardında kaldıkça ayrışıp farklılaşan dünyada, göç kaçınılmaz bir olgudur...
13 Haziran 2019 09:30
“Her şeyden önce bize mülteci denmesinden hoşlanmıyoruz,” diyor Hannah Arendt, “Evimizi kaybettik, sonrasında da günlük hayata olan güvenimizi.”[1] Göç, sözcük anlamından sıyrılıp gerçekleştiği anda ev kaybolur ve döneceği bir yeri olmayan insan artık tedirgindir. Ne yapacağını bilemez ve günlük hayatındaki her eylemi ayrıntısıyla düşünmek zorunda kalır. Günlük hayatı artık sürdürülmesi zorunlu bir zaman diliminin ötesindedir göçmen için, her an tetikte olmak zorundadır, çünkü gittiği yerden de kovulma lüksü artık ortadan kalkmıştır. Gideceği yeri yoktur artık onun.
Odysseus’tan bu yana, artık olmayan eve dönüşün hikâyesi anlatılır hep. “Her bir karakterim çevrili olduğum sınırları aşmaktadır. Kendi ben’imin ötesinde olan bu aşılmış sınırlar, beni en çok cezbedenlerdir”.[2] Aşılan sınırlardan bahsederken Kundera, günlük hayatın ve varoluşun sınırlarını kastetmektedir belki de. Ama sürgün edilmiş her yazar gibi, dışına itildiği, legal olarak artık yanına bile yaklaşamayacağı sınırları edebiyat yoluyla aşmaya çalışmaktadır. Tıpkı, “Yaşlandıkça, sıla hasreti ölüm kadar kaçınılmazdır,”[3] diyen ve yazdığı yarı otobiyografik romanla, bilinmeyen Çin’in derinliklerine dalan, Nobel Ödüllü sürgün edilmiş yazar Gao Xingjian gibi. Edebiyat göç etmiş bir yazarın elinde, artık olmayan evin yeniden inşa etmesine yarayan bir araca dönüşür. Taş ve betondan değil de, kelime yığınından oluşan bir ev. Edebiyat artık göçün antagonizması olmuştur.
Sherko Fatah da edebiyata sarılanlardandır. Sherko Fatah Iraklı Kürt bir babanın ve Alman bir annenin oğlu olarak Doğu Berlin’de 1964 yılında dünyaya açar gözlerini. Doğduğunda, bir gecede inşa edilen duvarın üçüncü yılı dolmuştur. Göçle erken tanışır Sherko Fatah. Henüz 11 yaşındayken, bugün bir metro durağı uzaklığındaki Batı Berlin’e ancak Viyana üzerinden ulaşabilmiştir. Başlangıç noktası ve varış noktası arasındaki uzaklık olarak tanımlanan, yer değiştirme ve gidilen yolun uzunluğu arasındaki fark bile göçün sadece bir yerden bir yere gitmek olmadığını kanıtlar gibidir.
Almancada anadil için Muttersprache (anne dili) kelimesi kullanılır. Bunun aksine, anavatan yerine, bütün şefkatini bir kenara bırakarak Vaterland (babanın vatanı) sözcüğü karşımıza çıkar. Aslında Sherko Fatah’ın yazdıkları bu durumun cisimleşmiş hâlidir. Annesinin, güçlü, düşündüren, düşündükçe yayılıp genişleyen ama bir o kadar da mesafeli ve duygudan uzak diliyle kuşanıp, babasının “anlatılmaya değer, egzotik hikâyelerle” dolu yurdunda at koşturmaktadır. Bundan dolayıdır ki, farklı dillerde yazan birçok yazar gibi, Fatah hakkında da “Anlattığı hikâyenin eşine Alman edebiyatında nadir rastlanılır, böylesi sadece çevirilerde karşımıza çıkar,”[4] gibi yorumlarla sıkça karşılaşılır. Sınırlarla, göçle çok erken yaşta karşılaşan Fatah, babasının yurduna, ilk romanı Im Grenzland (Sınırlar Ülkesinde) [5] ile sınırdan giriş yapar. Son romanı Der Letzte Ort (Son Yer)[6] ise, artık kendisinin de romanda belirttiği gibi, “Bu topraklarda ulaşılabileceği son noktaya ulaşmıştır.”
Im Grenzland'da (Sınırlar Ülkesinde) bir kaçakçının hikâyesi anlatılır. Irak, İran ve Türkiye üçgeninde, mayınlı arazilerde dolanan, bir şekilde yolunu bulan, “bir” ülkeden, “başka” bir ülkeye geçerken, burası bizim için yurt dışı değil diyen bir karakterin hikâyesi. Adı yoktur hiçbir karakterinin. Doğduklarında kulaklarına bir isim fısıldanacağına, kaçakçı, anne, asker gibi sadece birbirinden ayrılmalarını sağlayacak, çeşitli meslek grubu ya da toplumsal rollerine işaret eden sözcükler alınlarına yapıştırılmıştır sanki. Karakterler, Tolstoy’un karakterleri gibi fiziksel olarak ayrıntılı bir tasvir edilmenin de çok uzağındadır, sanki adlarıyla beraber sınırların arasına sıkışıp gün geçtikçe diktatörün baskısı altında şekillerini de kaybetmişlerdir. Siluet gibi belirirler ve kitabın beyaz sayfalarında irinli bir leke olarak kalırlar. Aynı bölgede geçen birçok Kürtçe romanın, haykıran, mücadele eden karakterlerinin aksine, Fatah’ın karakterleri kaderlerine razı olmuş gibidirler, Nietzsche’nin deyimiyle “uzaktan bakmak, tek reddetme biçimleri olmuştur.”[7]
Sınırlarla çevrili ve sınırların ardında kaldıkça ayrışıp farklılaşan dünyada, göç kaçınılmaz bir olgudur. Fatah’ın karakterleri için de göç etme vakti gelmiştir. Das dunkle Schiff (Karanlık Gemi)[8]’de, savaştan kaçan, artık bir ad ve bir beden kazanan Kerim’in hikâyesi anlatılır. Kerim, aşçı babasının yanında çalışan sıradan biridir. Gizli servis tarafından babasının öldürülmesiyle başlar Kerim’in hikâyesi. Saddam Hüseyin’in baskısı kendini her yerde hissettirmektedir. Kendilerini “Tanrı Savaşçıları” olarak tanımlayan bir grup tarafından kaçırılır sonra ve esirlikten taraftarlığa evrilme süreci anlatılır. Artık sadık bir militan olan Kerim, intihar bombacısı olmaya karar vermiştir. Eylemden gerçekleşmeden kaçar ve göç, intiharın ve öldürmenin alternatifi olarak vuku bulur.
Karanlık bir gemide bulur kendisini Kerim, göçmenlerin kaderini yüzme bilmeyen filozoflara benzeten Blumenberg’i haklı çıkarırcasına. “Gerçek gemi kazaları ardından metaforik olanları getirir. Kovulmuş ya da kaçmış yabancı, daha yeni ülkenin dillerini öğrenmeden, tıpkı orada olduğu gibi burada da levhalarını yazılarıyla doldurmaya devam eder”[9]. Gemide, bir an önce sahile varıp öğretmeye başlamak isteyen filozof gibi, yeni hayatına başlamanın heyecanı içindedir. Boş olmayan aksine acıyla tıka basa dolu olan levhalarını boşaltma, boşaltabilme umudu sarmıştır tüm hücrelerini. Ama maceralarla başlayan deniz yolculuğu, ana karanın derinliklerinde derin bir yalnızlıkla sona ermektedir.
Kerim Berlin’e varır. Sığınma başvuruları, bilmediği dilde günlük yaşamını sürdürmenin zorluğu, daha önce inşa ettiği kimliğine yeni bir mülteci kimliğin eklenmesi süreci ayrıntısıyla anlatılır. Klişeye göz kırpma pahasına da olsa, Alman Sonja’ya olan aşkı da kitabın önemli bir bölümünde kendine yer bulur. Beraberinde götürdüğü kendi ben’i, belleği yoluyla onu rahat bırakmamaktadır. Zaten parçalanmış insan cesetleri hatıralarıyla dolu bir belleğin, gevezeliğinin tutması için, sıcak bir çaya batırılan mandelin kokusuna ihtiyaç da duyulmamaktadır. Belleği ve yalnızlık arasında sıkışan Kerim’in başkasına dönüşümünün kâğıda serilmiş hâlidir Das dunkle Schiff (Kara Gemi).
Der Letzte Ort (Son Yer)’da Fatah edebî olarak ilk başladığı yere geri dönmüştür. Her ne kadar kendi ben’i bir başkasına (Albert) dönüşmüşse de, bıraktığı, geri dönmek üzere terk ettiği yer, farklı savaşların olduğu ama benzer yaşamlar/ölümlerin hüküm sürdüğü aynı mekândır. Roman, tarihi eserler hakkında araştırma yapmak için Irak’a gelen Alman Albert ile çevirmen Osama’nın kaçırılması ile başlar. Aracılar tarafından para karşılığında değiştirilmeleri, esir olarak çektiği sıkıntılar, kaçış denemeleriyle, savaşın panoramik bir tablosunu çizer. Çölün kavurucu sıcaklığı, alındaki terin rüzgârda savrulan kumla karışması, gün geçtikçe değişen, değiştikçe de kötüleşen ruh ve beden sağlıklarıyla tablonun eksik kalan arka planını tamamlamaya çalışır. Çok da yerinde olmayan flashbacklerle, dönemin Doğu Almanya’sıyla bugünün Irak’ı arasında benzerliklere dikkat çekilmektedir.
Doğu Almanyalı olan Albert ile annesi Doğu Berlin’de bir bursla Almanca öğrenmiş Osama (Fatah’ın babası Doğu Berlin’e bir bursla dil öğrenmeye gelmişti.) arasında gerçekleşen diyaloglar romanın ana çatısını oluşturur. Fatah tüm roman boyunca Alman ben’i (Albert) ile Ortadoğulu ben’i (Osama) arasında mekik dokumaktadır. Göç edenin ya da göçmen bir ailede doğan kişilerin kaderidir, birden çok ben’e sahip olmak ve bunlar arasında sallanıp durmak. Kimliklerin birbirine karışması, Bauman’ın deyimiyle “katı olanın erimesi değil de, sıvılaşma (liquadation)”[10] kimliklerin sıvılaşması, ama birbiri içinde çözünmeyip öz kütlesi farklı olan iki sıvı gibi, iki katmanlı olarak kalması. Olamama! Zamana ve mekâna göre farklı bir forma bürünme. O kadar sık kimliğimiz değişir ki, hiç kimse aslında kim olduğunu bulamaz, dediği gibi Arendt’in, kim olduğunu unutarak geçen zamanla yok olma, kaybolma. “Yumruklar değil, kaybolma duygusu Albert’i hüngür hüngür ağlatıyordu.” (s.17)
“Onlar kafa da kesiyorlar,” diye sordu Albert. Osama biliyordu, burada kalan her yabancıyı, canlı yayında kafası kesilen Amerikalı Nicholas Berg’in kaderi korkutuyordu. “Bazen” dedi acımasız bir gülümsemeyle “şeriat başı yerinden eder”. (s.55)-
Osama, ya da Fatah’ın Ortadoğulu ben’i, bu diyaloğu bir arkadaşıyla, hiç terk etmediği “yurdunda” sürdürseydi büyük ihtimalle, tüm gerçekleri olabildiğince kabul edip, eleştirip karşı çıkacaktı. Ama bu konuşma, metinde yer aldığı gibi, kişinin inşa ettiği Alman ben’i ile, ya da göçmen olarak gittiği ülkenin yerlisiyle geliştiğinde biraz daha ihtiyatlı davranılır. Çünkü burada Osama, diğer göçmenler gibi gayet iyi bilmektedir ki, Albert “onlar” derken kendisini de o gruba dâhil etmektedir. Ondan dolayıdır ki, normalde verdiği, olması gereken tepkiyi bu tür durumlarda vermemektedir, verememektedir. Onun için göçmen bazen zulmünden kaçtığı diktatörü bile savunmak zorunda kalır. Osama gibi o da çok iyi bilir ki, gittiği ülkenin yerlisi bütün egosuyla, tepeden bakma efendi tavrıyla yardım elini uzatırken, bu ülkede kendisini istemediğini, kendisine karşı olan saklı nefretini diktatörüne yansıttığını çok iyi bilmektedir. Tepkilerinin doğallığını yitirir göçmen, Arendt’in deyimiyle.
“Nerden geliyor, tüm bu nefret?”
“Çocukluktan sonra geliyor, insanlar düşünmeye başladığında.”
“Düşündüklerinde, birbirlerinden nefret mi ederler?”
“Ah evet, onlar onun için ikna olurlar.” (s.58)
Decartes’in cogito'sunu nefretin temel kaynağı olarak belirliyor Albert. Düşünmeye başlayan, düşündükçe varlığını inşa eden, kimlik kazanan insanın nefreti yaydığını iddia ediyor. Düşünmeye başlayan özne ile üzerine düşünülen nesnenin arasında inşa edilen bağdır nefret. Özne kendi varlığını garantiye almak için, nesnenin farklılığına ihtiyaç duyar ve ötekiliği nefret yardımıyla inşa eder.
Albert, kaçırıldığında, tek başına bir hücrede tutulmaktadır. Gözü Osama’yı aramakta, kendisini yalnız, bir başına hissetmektedir. Osama kendisi için sadece çevirmeni değil, o toprakların tanıdık yüzü, tek güven duyduğu kişidir. O toprakların oluşturduğu kimliğidir. Osama sonunda getirilir, ama Osama ile aynı dili konuşanların, benzer fiziksel özelliklere sahip olanların yaptıklarına maruz kalan Albert, Osama’ya karşı olan güvenini yitirir. Birbirlerinden karşılıklı olarak kuşku duymaya başlarlar. Sanki yapay olarak bir arada tutulmaya çalışılan kimlikler, zorluklar karşısında çözünmeye başlamıştır. Kaçış planları yapılır ve kaçış başarılır ama herkes kendi yoluna gider. Kısa bir zamanda Albert tekrardan yakalanır, ama Osama romanın kurgusunu zayıflatan bir tesadüfle sonradan Emir olduğunu öğreneceğimiz, eski kaçakçı arkadaşının yardımıyla kurtarılır. Osama Albert’i geride bıraktığı için vicdan azabı duymaya başlar ve geride bıraktığı ben’ine geri döner. Eski kaçakçı arkadaşı buna çok sinirlenir çünkü gençliğinde arkadaşı onu yüzüstü bırakmıştır ama şimdi bir yabancıyı, Albert’i ardında bırakamamaktadır. Arkadaşına göre, Osama başka bir ifadeyle Fatah’ın Ortadoğulu ben’i artık, Ortadoğuludan daha çok Alman olmuştur. Bauman’ın dediği gibi: “Kimlik değiştirme belki şahsi bir durumdur, ama bu belli bağların yok edilmesini ve belirli zorunlukların iptalini de içerir.” Bunun gereği olarak, Osama için kimlik değiştirme her ne kadar şahsi olsa da, bazı bağları, toplumsal normları görmezden gelmelidir ve tabii ki de sonuçlarına da artık katlanmak zorundadır.
Fatah’ın edebiyatı temelde ben’in yolculuğu olarak ele alınabilir. Herhangi bir isimden bile yoksun olan ben, isim kazanır, sözcüklerden oluşsa da bir bedene, benliğe sahip olur. Yokluktan varlığa terfi eden ben, varoluşunu savaşın tüm yıkıcılığıyla hüküm sürdüğü bir zaman ve coğrafyada sürdürdüğü için, önünde duran göç ve intihar seçeneklerinden, hayatta kalma içgüdüsü sayesinde/yüzünden göçü seçer. Adım adım, kendi benliğini şekillendiren ev ve sınırlar arkasında kaldıkça başka birine dönüşür. Ben’in bir başkasına dönüşümüdür göç. Bir başkasıyla yaşamak en zorudur ve bir başkasını yok etmek hep daha kolay olmuştur. Ondan dolayı intihar etmemek uğruna evini terk eden ben, “intihar etmemek” için geri dönmüştür ama burada artık ben’i bir başkası bile değildir.
[1]Arendt, Hannah: Wir Flüchtlinge. Reclam Universal-Bibliothek, 2016, s.10 (Aksi belirtilmedikçe yazıdaki tüm çeviriler bana aittir.)
[2] Kundera, Milan: The Unbearable Lightness of Being, Çev: Michael Henry Heim, ff Publishers, 1995, s.218
[3] Xingijan, Gao: Der Berg der Seele, S. Fischer Verlag, 2001, s.7
[4] https://www.zeit.de/2001/13/200113_l-fatah.xml/komplettansicht
[5] Fatah, Sherko: Im Grenzenland, Jung Jung Verlag, 2001
[6] Fatah, Sherko: Der Letzte Ort , btb Verlag, 2016
[7] Nietzsche, Friedrich: Werke, 1: Menschliches, Allzumenschliches und Andere Schriften
Köneman, 1998, s.460
[8] Fatah, Sherko: Das dunkle Schiff, btb Verlag, 2010
[9]Blumenberg, Hans: Endişe Nehri Geçiyor, Çev: Cemal Ener, Metis Yayıncılık, 2014, s.14
[10] Bauman, Zygmaunt: Liquid Modernity, Polity Publishing, 2000, s.94