Yalçın Tosun'la ilk şiir kitabı Kendini Tutan Su'yla birlikte, şarkılara dönüşen şiirler, öyküler, hayal kırıklıkları, ayrılıklar ve daha fazlası üzerine konuştuk
09 Şubat 2017 13:52
Yalçın Tosun Kendini Tutan Su'yla, öykülerinde olduğu gibi usulca meramını anlatan bir şiir kitabıyla çıktı bu sefer okurlarının karşısına. İnsanın kendine dair bir hayal kırıklığı olduğundan ve açlıktan söz ediyor öfkelenmeden. Uzunca bir öyküyü başka bir biçimde anlatıyor bu sefer Tosun; ayrılık, kavuşmak, kendine bile öteki olmak ve sonra önce kendini sonra hayatı affetmek bütünlüğü içerisinde. Yalçın Tosun’la önce şiire bakışından sonra öykülerinden konuştuk.
Biz sizi öykülerinizle tanıdık. Yazdığınız bazı şiirlerin tarihleri oldukça eski. Şimdiye kadar gün yüzüne çıkarmayıp neden beklediniz?
Birkaç yerde daha söyledim, aslında her şey şarkı sözü yazmakla başladı. Edebiyatın bir kolu olarak görüyorum ben şarkı sözlerini. Toplumsal bilinçaltını gıdıklayan, kurcalayan, etkileyen bir şey o şarkılar. Şiirse şarkı sözleriyle birlikte ilerledi. 2000’lerin başından beri diyebilirim. Aslında, Kendini Tutan Su incecik bir kitap, ancak şiirler 16 yıl içinde yazıldı, yeniden yazıldı, bekledi, demlendi. Neden beklediğimi ben de bilmiyorum, hiç çıkartmayabilirdim de. Ama dört öykü kitabından sonra bir an geldi ve artık çıksınlar dedim. Başka şiirler geliyordu çünkü, onlarla hesaplaşıp vedalaşmalıydım.
Şarkı ya da türkü sözleri sizin için ne ifade ediyor? Ne arıyorsunuz bir melodinin içerisinde?
Şiirlerimin bir ritmi var, aslında yazdığım her şeyde o ritmin izini sürüyorum. Türkü, şarkı, şiir, öykü hepsi kardeş bir noktada. Türler arasındaki kesin çizgilerdense muğlaklığın cazibesine daha çok vurgunum.
Yazarken her daim bir ritmi arar mısınız?
Aslında o belirli bir kendiliğindenlikle, benim de sırrını çok bilmediğim bir düzen içinde varlığını diretiyor. Ben birçok unsurun bir araya gelmesiyle oluşan ve metinden metine farklılaşan ama mutlaka var olan bir iç ritim duygusuyla yazıyorum.
Bob Dylan Amerika’da ozan diye nitelendiriliyor ve şarkı sözleriyle Nobel aldı biliyorsunuz. Türkiye için böyle bir ozanın varlığından söz edebilir miyiz?
Birçok ozanımız var, halk ozanı geleneğinden kent ozanlarına kadar çok geniş bir yelpaze. Kendi edebiyatını yaratmış birçok şarkı yazarı olduğuna inanıyorum. Neşet Ertaş’tan Bülent Ortaçgil’e kadar birçok renk sayabiliriz.
Kitabınızın adı gibi şiirleriniz Kendini Tutan Su, sakin bir üslubunuz var, öfkesiz ve yalın. Bazen bir sayıklama gibi okudum şiirlerinizi, bazen kısacık anlatılmış bir öykü gibi. Bu duyguların sakinliği yorgunluktan mı yoksa bir tavır mı?
Sakinliği ve sükûneti seviyorum. Şiirlerimde de, öykülerimde de bir gizliden hissettirme hali var sanırım. Bağırmaktan hoşlanmıyorum hiçbir yerde. Örtüleri açmıyormuş gibi görünsem de aslında o örtülerin çoğu şeffaflaşıyor bir noktada. Sadece bakmayı bilmek gerek.
Beni etkileyen şiirlerinizden biri “Aç” oldu. Yalnızlık, korku, sığınma arzusu…
‘Aç’ yazımı yıllar süren bir şiir oldu. Son halini alması da öyle. Yalnızlık, korku, dokunma isteği ve tereddütler benim edebiyatımda var olan şeyler. Bir isteğin doğma anı ve onunla yüzleşme anı arasındaki süreç… Eylemse sonra geliyor. Açlıksa hiç bitmiyor, bitmez de. Sözden eyleme, istemekten dokunmaya, susuzluktan suya ulaşmaya giden o zor yoldan söz açıyorum. Çağın bize direttikleri yanında insan olmanın özünde barındırdığı ortak kusurların birleşimiyle doğan, bir ataletle beslenen bir durumdan. Açlığın bendeki ve şiirimdeki yansımaları bunlardır.
Sanki sürekli birbirinden ayrılan insanlar var gibi şiirlerinizde, bir ip usulcacık kopuyor, herkes görüyor ama kimse oraya bir ilmek atmak istemiyor gibi. Kim kimden böyle ayrılabilir ki?
Ayrılınca ayrılınmıyor evet. Ayrılmak netameli, birlikteyken ayrılıyoruz aslında yavaş yavaş bence. Ayrıldım dediğimizde aslında malûmun ilamını gerçekleştiriyoruz. Yine cesarete dayanıyor iş. Mutsuzluk ise pirimizdir, ona korkmadan kucak açtığında insan mutluluk denilen, doğar doğmaz ölmeye mahkûm o kıvılcımı da daha olgunlukla karşılıyor.
Şiir kitabınız üç bölümden oluşuyor. “ömürbeyanı”, “Kağıt Kesikleri”, “Teselli ve Diğer Şarkılar.” Bütününde herkesin kendi hikâyesine dair bir öykü var. Bir acının başı, yaşanması ve insanın kendini ve etrafını affetmesi gibi okudum ben.
Elbette, ne kadar okur varsa o kadar alımlama da olacaktır. Dediğim gibi çok uzun zamanda yazıldı bu şiirler, o yüzden “ömürbeyanı” ile başladım, kitap adı da olabilirdi; Henri Micheaux’dan ödünç aldığım “Kendini Tutan Su” ortaya çıkmasaydı. “Kağıt Kesikleri” az sözcükle ördüğüm ama derimi acıtan şiirlerden oluşuyor. “Teselli ve Diğer Şarkılar” ise ritmin ve müziğin daha öne çıktığı şiirler, şarkıya selam duran, şarkısını özleyen şiirler.
“Çünkü herkes biraz hayal kırıklığıdır” diyorsunuz bir şiirinizde “bir ben eskidim” diye devam ediyorsunuz. İnsan en çok kendinin hayal kırıklığı olur belki de ufak bir serzenişle.
Evet, hayal kırıklığı kendinden başlar ve halkalanarak çoğalır zaten. Kendinden memnun insanlar dünyadan da memnundur genelde. Sıkıcıdırlar ve rahatlarını kaçırmak zordur onların.
Şiirlerinizde yaşadığına, yaşattığına dair bir ikna hali var.
Kim bilir, kendimi yaşadığıma, var olduğuma ikna etmeye çalışıyorumdur belki de.
Günümüz şairlerinden kimlerle ilgileniyorsunuz?
Lale Müldür çok severim. Yıldırım Türker, Birhan Keskin, Murathan Mungan. Aysel Gürel de şairimdir, Sezen Aksu da. Eskilerden Oktay Rıfat, Gülten Akın, Edip Cansever… Bitmez.
Bütün bunların içerisinde 2009’da ilk kitabınız Anne, Baba ve Diğer Ölümcül Şeyler ile Notre Dame de Sion Edebiyat Ödülü’nü, sonrasında Peruk Gibi Hüzünlü kitabınızla 2012 yılında Sait Faik Hikâye Armağanı’nı ve 2015’te Bir Nedene Sunuldum adlı kitabınızla Yunus Nadi Öykü Ödülü’nü aldınız. Ödül almak bir yazar için ne demek?
Ödüller kitaplara veriliyor, kitaplarım adına seviniyorum. Daha çok insana ulaşıyor, dokunabiliyor yazar bu vesileyle. Ancak onun dışında ödül alsın almasın, her kitabın yazarında ayrı bir yeri vardır. Örneğin ödül almamış tek kitabım Dokunma Dersleri, tüm kitaplarım içinde benim için en özel yeri olandır.
Aynı zamanda Hukuk fakültesinde öğretim üyesisiniz. Edebiyat ve hukuk alanında da yaptığınız bir çalışma yayımlandı. Edebiyatınız içerisinde yaptığınız analizleri ben her daim hukuk eğitimi almanıza ve o alanda çalışmanıza da bağlıyorum.
O çalışmayı hocam ve bana çok şey katmış olan Cemal Bali Akal ile birlikte gerçekleştirdik ve bizim yazılarımız yanında çok değerli birçok yazar da bize eşlik etti. Hukuk eğitimi ve mesleğinin insana kattığı birçok şey var evet. Elbette etkilemiştir beni ve yazdıklarımı. Benim açımdan karakterlerime, sözcüklere yaklaşımımda arzuladığım mesafeyi tutturmamda yardımcı olduğunu söyleyebilirim.
Sizin karakterleriniz olağanlar, sıra dışı değil ve gerçekler, gerçek oluşları okuru bu kadar etkileyen bir durum. Sizi okurken çok sevdiğinizi bildiğim Hümeyra’nın şarkısı çalar hep kulaklarımda “Gidemediklerimiz.” İnsan kendinden asla gidemiyor ve hikâyesini elbette anlatmak istiyor diye düşünüyorum.
İnsan kendinden gidemiyor evet, bunu anlatırken de ne dev aynasından ne de küçük gösteren bir mercek arkasından bakmalı. Abartıdan kaçınmaya çalışıyorum. Büyük harflere gitgide daha çok hayran olunan bu çağda, sesi biraz daha kısarak insanları yanıma yaklaştırıyorum. Kulaklarına fısıldamak gibi; çünkü fısıldamanın mahreminde yanınızdakinin sıcaklığını duyarsınız ister istemez. Onun da bir insan olduğunu duyumsarsınız. Bütün mesele belki burada gizlidir.
Kitaplarınızın isimleri ve kitap kapakları mutlaka bir konu başlığı oluyor. İlk öykü kitabınız Anne, Baba ve Diğer Ölümcül Şeyler’den bahsedecek olursak. Anneler, babalar, kadınlar, erkekler, çocuklar… Yıldırım Türker’in “Aile, bir kazadır. Bu kazadan kırık çıkıksız, ölümcül yaralar almadan çıkmaya çalışmakla geçer bir ömür.” sözlerini hatırlatır bana. Bu aile derdini nasıl edindiniz?
Bunun yanıtını ben de bilmiyorum. Herkes gibi sanırım, bir ailenin içine doğarak, doğal olarak edinmişimdir. İlk kitaplarda etekteki taşlar bir dökülür, sonra biraz daha rahatlar yazar. Yıldırım da çok güzel söylemiş ona da buradan bu vesileyle bir selam daha çakalım o halde.
“Kimseye, kendine bile tüm hayatını anlatmamalı insan. Çünkü bu kötülüğü hiç kimse hak etmiyor” diyorsunuz. Sizin dilinizde çocuklar sertler, farkındalar ama kendilerine acımadan anlatmayı başarıyorlar. Bu dil sizin için ne ifade ediyor? Yara açık halde mi kapanınca mı daha iyi anlatılır?
Baştan ayağa yarayız aslında hepimiz, kimi bunu kanırtmaktan, kabuğunu sürekli yolmaktan zevk alır. Kurcalamaktan, iyileşme sürecini uzatmaktan. Ben hep böyle biriydim. Bir yaranın hiçbir zaman tam olarak kapanabileceğine inanmadım. Özellikle çocuklukta alınanların.
Peruk Gibi Hüzünlü kitabınızda hikâyeler başka bir şeye dönüşüveriyor. Ân’ları dönüştürüyorsunuz.
Ânlar çok önemli, aslında her şeyden sonra elimizde avucumuzda onlar kalıyor bir tek. O yüzden anlara eğiliyorum ben de. Okun yaydan çıktığı, sözün artık yutulamayacağı, dondurmayı tam yalayacakken elimizden yere düşürdüğümüz, babamızı ağlarken ilk kez gördüğümüz o anlara…
“Peruk Gibi Hüzünlü” şiirinizin Aysel Gürel’e bir ağıt olduğu söylenir. Bestelendi ve Mabel Matiz’in albümüne hem isim verdi hem de albümde yer aldı. Aysel Gürel sizin için ne ifade eder?
Çok özel bir ruhtu o. Mabel çok eski arkadaşım, birlikte onun cenazesinden döndük ve bir süre sonra ben o şiiri yazdım. Mabel de olağanüstü bir şekilde besteledi ve seslendirdi. Aysel Gürel bir söz sihirbazıdır, deli bir filozoftur, cesur ve bir bilge kadındır bence. Bana çok şey katmıştır, hem sanatçı hem insan olma yolunda.
Dokunma Dersleri kitabınızda âdeta herkese dokunma arzunuz var. Aileden sonra, sizce kaybettiklerimiz ya da aradıklarımız arasında kendimiz mi varız? Temelde hep bir var olma derdiyle mi uğraşır insan, kendini kendine ve yaşadıklarına ikna etme haliyle mi?
İkna meselesine daha önce de değinmiştim. İkna etme halinin birçok insanda olduğunu düşünürüm. Şu ânı yaşadığına ikna etmeli insan kendini. Bir film sahnesi değil o ân, senin hayatın. Ancak öğretilerin gölgesinde insan bu ikna noktasına çok kolay ulaşamıyor, çünkü toplum insanın kendini gerçekleştirmemesi için özenle hazırladığı engelleri bir bir koyuyor önüne. Ondan sonra bir başkasına dokunma meselesi daha da çığırından çıkıyor. Kendine dokunamayan kişi nasıl bir başkasına gerçekten dokunabilir ve onu hissedebilir ki…
Mağdur değil kahramanlarınız güçlü, günümüz edebiyatının içerisindeki bu mağduriyet anlayışını nasıl buluyorsunuz?
Ağlaklığı sevmiyorum ben. Bu hayata bakışımla ilgilidir. Ağlaklıktan kastım olayları büyüterek haddinden fazla dramatize etmek, kurbanlığı bir nişane gibi gururla göğsünde taşıma hali. Buna karşın kabullenen, acı çeken ve bu acısını mağrurca sırtlananlar daha çok ilgimi çekiyor. Ağlamak, ağlaklık değildir çünkü; ağlamak güzeldir ve çoğunlukla gerçektir. Ağlaklıksa bir var oluş haline dönüşür zamanla; bunu hayatta da edebiyatta da sevmiyorum.
Bir Nedene Sunuldum’da artık büyüyorsunuz. Gençlik ve yaşlılık okuyoruz öykülerde. Cinsellik, yasaklar, keşifler. Bu kadar yasak olanı anlatmaya çaba sarf etmek zor olmadı mı?
Yazmak baştan sona zor bir şey aslında, çünkü cesaret gerektiriyor. O cesareti topladığında insan, kendinde ve sözcüklere dürüst ise bir de, gerisi geliyor bence.
Peki, arzuları ne yapacağız?
Arzular her zaman oradalar, sızacak bir çatlak beklerler sadece. O çatlağı bulunca da barajın duvarları yıkılır. Yine anlarla ilgilidir her şey aslında. Sızı gibi, umut gibi bir şeydir arzu da. Şiddetlisi acı verir ama akacak bir yeri bulur önünde sonunda.
Kahramanlarınıza yaklaşımınız nasıl? Onları nasıl görüyor, neyle besliyorsunuz, nasıl tepkiler alıyorsunuz? Güncel ve sosyal hayatla aralarında nasıl bir ilişki-bağlantı var?
Onlara elimden geldiğince eşit mesafeden bakmaya çalışıyorum, bu benim en çok dikkat ettiğim şeylerden biri. Kimseyi kayırmazsanız herkesi aynı ölçüde kayırırsınız çünkü, hayatta da edebiyatta da.
Türkçe Edebiyat içerisinde neye dokunduğunuzu düşünüyorsunuz, çağdaşlarınız arasında anlatım ve üslup olarak sizin gibi yazan pek insan yok.
Bunun yanıtı sanırım benden çok eleştirmen ve okurlarda. Ben sadece kendi yolumu bulmaya ve o yolda farklı patikalara sapmaya çalışıyorum.
Bugün üretilen edebiyatı nasıl buluyorsunuz? İnsanlar sıkıştıkları düzen içerisinde yazmaya gördüklerini kendi gözlerinden anlatmayı ya da kendi hikâyelerini paylaşmayı daha çok arzuluyorlar.
Çok fazla üretim var, zamanın eleğinden geçtikten sonra hangileri dayanır bilemiyorum. Bunun yanında kötü zamanlardan geçiyoruz, sadece biz değil tüm dünya olarak. Kendi adıma bunun edebiyata yansımalarının şıpınişi olmasındansa biraz hazmedildikten sonra gerçekleşmesini daha doğru buluyorum.
Çalışma masanızda şu sıra neler var?
Farklı metinler üzerinde çalışıyorum şu anda. Öyküler, şiirler ve bir kısa roman üzerinde uğraşıyorum. Hangisi öne çıkar, hangisi önce biter ve yayımlanır şimdiden söylemek zor. Birlikte göreceğiz.