Başlamayan rüya

Dikkate değer betimleyici gezi yazıları bulmak mümkün, ama bir yolculuktan dünyaya ya da hiç olmazsa yazarın kendine bir bakış çıkartma girişimlerinin çok yaygın olduğu söylenemez...

04 Ağustos 2016 14:47

Türkiye’de ne ölçüde bir gezi edebiyatı olduğunu bilmiyorum. Böyle diyorum çünkü yakın zamana kadar, polisiye yazan bir ulus olmadığımız konusunda görüş birliği içindeydik. Oysa şimdi neredeyse düzinelerce polisiye yazarımız var ve garip bir şekilde, konunun gündeme gelmesiyle birlikte yapılmaya başlanan araştırmalar bunun zaten yüz yıldır böyle olduğunu ya da, en azından, bu süre içinde her zaman, sandığımızdan fazla polisiye üretildiğini gösteriyor. Belki sorulması gereken soru neden polisiye yazmadığımız değil, yazdığımız polisiyelerin neden farkında olmadığımız. Ve gene belki gezi yazıları ve kitapları hakkında benzer araştırmalar yapılsa onların da beklediğimizden yüksek sayılarda yazıldığı ve birileri tarafından okunduğu ortaya çıkacaktır. Ama tabii, bir kültürde belli bir edebi türün varlığı ancak özel araştırmalarla kanıtlanabiliyorsa söz konusu tür, “var olmak” kavramının sözlük anlamında var olsa bile, o kültürden olanların bilincinde yer edip zihinsel hayatlarının bir parçası haline gelmemiş demektir. Dolayısıyla da Türkiye’de gezi edebiyatı olmadığını söylemek büsbütün yanlış olmaz.

Bu yokluğun nedenlerini saptamaya çalışacak değilim. Sırf yaptığımız yolculukları ve gördüğümüz yerleri değil, genel olarak dünyayı ve hayatlarımızı yazıya dökmek ihtiyacını duymamamız yıllar içinde çok tartışılmış bir konu. Ama bu durumla ilgili olarak ileri sürülen, somut gerçeklere kayıtsız “Doğulu” bir ulus olmamız ya da kişisel deneyimlerin ön plana çıkmasını teşvik eden bir toplumda yaşamamamız türünden açıklamalar bana ne yeterli geliyor, ne de önerecek daha parlak bir açıklamam var. Burada sormak istediğim çok daha basit soru bir gezi edebiyatımızın olmamasının bizi tam olarak neden mahrum bıraktığı.

Konuyla ilgisi hemen belli olmasa da, bir an için Coleridge’in “Kubilay Han”ın başına koyduğu açıklamayı ele alalım. Şair, anlattığına göre, 1797 yazında hasta halde Devon’da bir çiftlik evindedir. “Doktorun reçetelediği ağrı kesiciyi” (yani, daha açık bir deyişle, akşamlık afyonunu) aldıktan sonra Purchas’ın Hac Yolculuğu’nda Kubilay Han’ın kendine görkemli bir saray yaptırtmasıyla ilgili bölümü okurken gözleri kapanır ve üç saat kadar süren deliksiz bir uyku sırasında Kubilay ve sarayı hakkında kafasında “en az 200-300 dizelik” bir şiir oluşur. Uyanır uyanmaz da şiirini kâğıda geçirmeye başlar, ama daha ellinci dizeyi biraz geçmişken “Porlock’tan iş için gelen bir şahıs” ile görüşmek için yazı masasından ayrılması gerekir. Geri döndüğünde kalan dizeleri çoktan unutmuş, gördüğü rüyada kendisine bağışlanan yapıtı kaybetmiştir.

Belki için için, hayat bir şekilde araya girmiş olmasaydı, bizim de büyük yapıtlar yaratabileceğimize inanmak istediğimizden çoğumuz Coleridge’in açıklamasını “Kubilay Han”ın dörtte üçünün yok olmasına yol açan o ünlü “Porlock’tan gelen şahıs”tan dolayı hatırlıyor ve seviyoruz. Oysa şiirin nasıl ortadan kalktığı kadar işin başından nasıl ortaya çıktığı da bu açıklamanın önemli bir parçası.

Coleridge’in esinlendiğini söylediği Purchas’ın Hac Yolculuğu Rahip Samuel Purchas’ın, kendisi hiçbir yere gitmeden, dünyanın uzak köşelerinden dönen gemicilerden dinlediği hikâyelerden ve başka kaynaklardan edindiği coğrafi ve antropolojik bilgilerden oluşan, 1613’te yayımlanmış bir derleme, tek sayı çıkmış bir tür erken National Geographic. Bir bölümü “Kubilay Han”la aynı konuyu ele alıyor olabilir, ama Coleridge’in yaptığı kısacık alıntı bile aralarındaki farkı görmek için yeterli. Purchas’ın metni belli bir olayı “nakletmekle” yetinirken, Coleridge’inki aynı olayı hayatlarımız hakkında bir şey söylemek için kullanıyor; biri zaten var olan bir hikâyeyi anlatıyor, öteki hikâyesini anlatarak var ediyor; biri aktarıcı, öteki oluşturucu; biri dünya hakkında bir rapor, öteki bir sanat yapıtı.

Burada Coleridge için büyük önem taşıyan bir ayrımla karşı karşıyayız. Şairin “Kubilay Han”a eklediği notla aynı günlerde yazmakta olduğu, otobiyografi, edebiyat eleştirisi ve felsefe karışımı Biographia Literaria’da insan aklının dünyayı algılama yeteneğinin iki değişik güçten oluştuğunu ileri sürdüğünü biliyoruz. Kitapta İkincil ve Birincil Düş Gücü olarak adlandırılan bu ikiliyi kısaca tanımlamak o kadar kolay değil. Gene de belki İkincil Düş Gücünün işlevinin, gerçekliği kayda geçirmek ve öğeleri arasındaki benzerlikleri, farkları, sebep-sonuç ilişkilerini vb. görmek olduğu söylenebilir. Temelde betimleyici ve edilgen olan bu gücün aksine, yaratıcı ve etkin olan Birincil Düş Gücü ise gerçekliğin biçim ve anlama sahip bir bütün oluşturacak şekilde düzenlemesini içeriyor. Coleridge’in bu özelliği dile getirmek için Eski Yunancadan türettiği dikkat çekici bir sıfat da var: ESEMPLASTİK. Kubilay’ın sarayının yapılmasını anlatmakla kalan Purchas’ın Hac Yolculuğu’nun kaydedici İkincil, aynı olayı her ayrıntısı zevk ve güçle ilgili imalar taşıyacak şekilde işleyip biçimlendiren “Kubilay Han”ın ise esemplastik Birincil Düş Gücünün ürünü olarak görülmesi gerektiği açık.

Bence bu kategoriler gezi edebiyatını değerlendirmek için ideal. Türkçede her şeye rağmen bu alanda iyi yapıtlar yok değil. Ubeydullah Efendi’nin 1893 Chicago Dünya Fuarı macerası da, Ahmet Rasim’in Balkanlar’a ilişkin izlenimleri de, Çetin Altan’ın 1960’lı yıllarda Afganistan’a yaptığı yolculukla ilgili yazısı da okumaya değer ve bunlara bir dizi başka örnek eklemek de tabii mümkün. Tek sorun şu ki hepsi İkincil Düş Gücünün sınırları içinde kalıyor.

Böyle bir durumun kaçınılmaz olduğu, betimlemeye dayalı bir türün hiçbir zaman bu sınırların ötesine geçemeyeceği ileri sürülebilir. Gerçekten de, gezi edebiyatının büyük ustaları olarak ün yapmış Patrick Leigh Fermor, Cees Noteboom ve Jan Morris gibi yazarları okurken böyle bir görüşe kapılmamak zor. Hepsi gıpta edilecek derecede iyi yazıyorlar, ama sonuçta Rahip Purchas’la yolculuk anılarını paylaşan gemicilerden önemli bir farkları yok. Onların yaptığı da dünyanın belli bir köşesi hakkında rapor vermek ve bunun da ne kadar ilginç ve çarpıcı bir şekilde gerçekleştirilirse gerçekleştirilsin bütünüyle edebiyat düzeyine çıkması söz konusu değil. Kimse Hong Kong’u Jan Morris gibi anlatamayabilir, ama Hong Kong’un anlatılmasıyla yetinmemizi beklemek Moby Dick’i yalnızca balina avcılığı hakkında verdiği bilgiler için okumamızı beklemeye benziyor.

Neyse ki bütün gezi yazıları ve kitapları yalnız betimleyici değil. Edebiyatı edebiyat yapan elbette gerçekliği yansıtmakla kalmayıp belli bir anlam taşıyan bir bütüne dönüştürmesi, ya da Coleridge’in deyişiyle “esemplastik” olması. “Moby Dick neyle ilgili?” gibi bir soruyu bir düzeyde “Balina avcılığıyla” ya da “Eski bir avda kaybettiği bacağının intikamını almaya ant içmiş saplantılı bir kaptanla” diye cevaplandırırken başka bir düzeyde de “Hayatla sürdürdüğümüz kavgayla” diye cevaplandırabilmemizi sağlayan tam da bu. Aynı şekilde, gezi edebiyatının gerçek büyük yapıtları da anlattıkları yolculuk ya da mekânla sınırlı kalmayıp geniş anlam alanlarına adım atıyor.

D. H. Lawrence’ın hepsi güzel ve esrarengiz gezi kitaplarının belki de en güzel ve esrarengizi İtalya’da Alacakaranlık’ın konusu yazarın Birinci Dünya Savaşı arifesinde Avrupa karanlığa gömülmeye başlarken yedi ay geçirdiği İtalya değil, çağdaş insanın fakirleşen ruhu. Her zaman iyi yazmayan, ama yazdığında çok iyi yazabilen Paul Theroux’nun Great Railway Bazaar’ı, “Trenle Asya’da” alt başlığını taşısa da, Asya’dan ya da hatta tren yolculuklarından çok, dünyanın garipliği ve yabancılığıyla ilgili. W. G. Sebald’ın kitaplarında anlatılan Avrupa içinde kısa yolculuklar ise her zaman hatırlama ve unutma temalarının çevresinde dönüyor.

Bana kalırsa Türkçede eksik olan bu yazarlarınkilere benzeyen yapıtlar. Dikkate değer betimleyici gezi yazıları bulmak mümkün, ama bir yolculuktan dünyaya ya da hiç olmazsa yazarın kendine bir bakış çıkartma girişimlerinin çok yaygın olduğu söylenemez. Yahya Kemal “Yol Düşüncesi"nde anlattığı, hayatın büyüsünü kaybettiği duygusuna kapılmasına neden olan yolculuğu eşsiz bir gezi kitabına dönüştürebilirmiş, ama yapmamış. Tanpınar da 1950’li yıllarda sonunda gittiği Paris hakkında kendisinden beklenecek güzellikte bir avuç dergi ve gazete yazısı kaleme almış, ama onun için öteki beşinden daha az önemli olmayan bu “Altıncı Şehir” ile, romanlarının (ve hayatının) önde gelen temalarını yeniden gözden geçirecek, daha uzun, yekpare ve ayrıntılı bir hesaplaşmaya girmemiş. Bir yolculuğun kendisinin ötesinde bir şeylere işaret etmesiyle ilgili olarak akla gelen örnekler başta İki Deniz Arası Siyah Topraklar ile Amerika Büyük Bir Şaka olmak üzere Enis Batur’un ve başta Önümde Boş Bir Uzam olmak üzere Demir Özlü’nün birkaç yapıtı. Eminim, bunlara ekleyecek bir iki yazar ve kitap daha vardır, ama elimizdekiler sanki o kadar. Porlock’tan gelen şahsın Coleridge için vaktinden önce sona ermesine yol açtığı büyük biçimlendirici rüya gezi alanında bizim için neredeyse hiç başlamamış gibi.