Bana Sonunu Söyle: Mülteci çocukların haklarının peşinde

"Luiselli, kendi hikâyelerini anlatma imkânından yoksun göçmen çocukların hikâyelerini, bu kez kendi hikâyesinin de içinden geçirerek bize tercüme ediyor. Onlar ülkelerinden kaçarak hikâyelerini anlatıyorlar zaten, bu yaptıklarının tercümesinin 'ölümden kaçıp hayatı kovalamak' anlamına geldiğini idrak edebilmemiz için Luiselli gibi tercümanlara ihtiyacımız var."

15 Temmuz 2021 14:00

Trump dönemindeki göçmen politikalarının karşıtı bir çizgi izleyecekleri iddiasını seçim kampanyası boyunca sıkça dile getiren Joe Biden’ın yardımcısı Kamala Harris geçtiğimiz günlerde Guatemala’ya yaptığı ziyarette, “Bu bölgede ABD-Meksika sınırına tehlikeli bir yürüyüş yapmayı düşünenlere şunu açıkça söylemek istiyorum: Gelmeyin, gelmeyin. ABD yasaları ve sınırları korumaya devam edecektir” diyerek yeni dönemin göçmen politikalarının çok da farklı olmayacağını gösterdi. Peki, neydi kendisi de göçmen bir aileden gelen Harris’in sözünü ettiği “tehlikeli yürüyüş”? Bununla kastettiği, sanırım, 2014 yazında ABD-Meksika sınırına gelen Orta Amerikalı ve Meksikalı on binlerce çocuğun yürüyüşü ve bunun benzerleri. 2014 yazında biz Türkiye’de bir başka mülteci yürüyüşüne tanık olmuştuk; IŞİD saldırılarından kaçan Ezidilerin yürüyüşüne. Biraz da bu nedenle dünyanın öbür ucundaki “tehlikeli yürüyüş” Türkiye gündeminde çok yer almadı o dönem. En azından kendi adıma bu olaydan birkaç yıl sonra, Valeria Luiselli’nin Kayıp Çocuk Arşivi romanını okurken ayrıntılı olarak haberdar olduğumu itiraf etmeliyim. Luiselli’nin romanı kurmaca bir metindi, Luiselli’nin önceki romanlarından aşina olduğumuz üzere kurmacayla gerçekliğin sınırlarını aşındırıyordu, bununla birlikte ABD-Meksika sınırında yaşananlara dair romanda yapılan göndermeler gerçek hayatta olup bitenlerle bir hayli uyumluydu. Romanı okurken birçok ayrıntının dış gerçekliğe bu kadar uygun olmasını Luiselli’nin sınır ihlalini güçlendirmek için yeğlediğini düşünmüştüm.

Belki böyle bir yan da vardır, ama Luiselli’nin Bana Sonunu Söyle’sini okuyunca meselenin daha karmaşık ve yazarı için daha can yakıcı olduğunu kavradım. Bugün eşine az rastlanır bir imkân var elimizde: Kayıp Çocuk Arşivi ve Bana Sonunu Söyle’yi peş peşe ya da birlikte okumak. Bir yaşantıdan bir edebiyatçının iki farklı kitap çıkarmış olduğunu, bu iki metin arasındaki benzerliklerle ayrılıkları, bağlantılarla bağsızlıkları görmek çok farklı bir tecrübe. Edebi esinin yaratıcılığı nasıl kışkırttığına (ya da tersinin gerçekleştiğine) dair kısmi bir izlenim de ediniyoruz. Kuşkusuz, Luiselli’yi Kayıp Çocuk Arşivi’ni yazmaya götüren tek ya da egemen saik Bana Sonunu Söyle’de aktardığı deneyimleri değildir; bu deneyimler nice dolayımdan geçerek, Luiselli’nin öteden beri tutkunu olduğu, edebi imkânları zorlama arzusuna da dolanarak romanın kurgusunda birtakım yerleri belirlemiş olmalı.

Bana Sonunu Söyle bir tanıklık anlatısı; daha doğrusu odağında Luiselli’nin tanıklıkları olmakla birlikte sadece bunlardan ibaret değil; tanığın ruh halinin yanı sıra duygu, düşünce ve yorumları da metne dahil; bu nedenle bu yapıtı “deneme” olarak adlandırmak çok daha uygun. Beri yandan bu incecik, yüz sayfalık kitabın gücü ve etkisi en çok Luiselli’nin tanık olduklarına, dinlediklerine dayanıyor. Nedir peki tanık oldukları, ya da başka bir deyişle Luiselli’nin tarihe not düştükleri?[1]

Valeria Luiselli Meksikalı-Amerikalı bir yazar. 2014 yazında ABD-Meksika sınırına gelen Orta Amerikalı ve Meksikalı on binlerce çocuğun gözaltına alındığı haberini aldıkları sırada ailesiyle birlikte Arizona’ya, ABD-Meksika sınırına yakın bir kasabaya seyahat etmeye karar vermek üzeredirler – tam da göçmen çocukların yapmayı hayal ettikleri güzergâhın tersi yönde. Bu seyahatle başlayan Bana Sonunu Söyle, ağırlıklı olarak Luiselli’nin bu seyahatin ertesi yılı Amerikan Göçmen Mahkemeleri’nde tercümanlık yaparken gözlediklerini ve tanıklıklarını içeriyor.

Sözünü ettiğim seyahate çıkarlarken bu dört kişilik aile yeşil kartlarını beklemektedir. Üç yıldan uzun süredir statüleri “yerleşik olmayan yabancı”dır. Yeşil kartları geldiğinde “yerleşik yabancı” statüsüne geçeceklerdir. Başvuru sırasındaki beklemede “inceleme sürecinde olan yabancı” ya da “statü talep eden yabancı” olabileceği konusunda şakalar yapıyorlardır. Luiselli yeşil kart başvurusu sırasında kendilerine ABD’ye neden geldiklerinin sorulduğunu belirtiyor. “Net bir cevabımız yoktu,” diye yazıyor; “kimsenin net bir cevabı yoktur zaten.” Tuhaf bir soru formunu yanıtlamak zorundadırlar; poligamik deneyimlerine, ahlak suçuna teşebbüs edip etmediklerine ya da Komünist Parti’ye üye olup olmadıklarına dair çeşit çeşit soru içeren bir formdur bu. Luiselli’nin bu formdan söz etmesinin özel bir nedeni var. Bu form Amerikan Göçmen Mahkemeleri’nde tercümanlık yaparken göçmen çocukların yanıtladıkları sorgu formunu andırmaktadır ama mahkemedeki sorgu formu “çok daha soğuk, daha alaycı ve daha zalim[dir].” Bu sorgu formunun tamamını yanıtladıkça dünyanın hiç kimsenin asla hayal edemeyeceği kadar “boktan bir yere dönüştüğünü hissetmemek elde değil[dir]”. Luiselli denemesini bu sorgu formu üzerinden kurgulamış. Teker teker her soruyu, olası yanıtlarını ve sorunun ima ettiklerini tartışarak ilerliyor kitap.

Çocuklara sorulan ilk soru da ABD’ye neden geldikleri hakkındadır. Yanıtlar çeşitlidir; sıklıkla daha önce ABD’ye gelmiş ebeveynleriyle ya da yakın bir akrabayla bir araya gelmektir amaçları, bunun dışında da çocukların kaçtıkları akıl almaz şeyler söz konusudur:

“Şiddet, çetelerin zulüm ve baskıları, fiziksel ve ruhsal taciz, zorla çalıştırılma, ihmal, terk edilme. Amerikan rüyasının bile peşinde değiller, içine doğdukları kâbustan uyanmak gibi son derece yerinde bir arzu duyuyorlar sadece.” (s. 15)

Kayıp Çocuk Arşivi’nin anlatıcısı da Luiselli gibi dört kişilik ailesiyle (çocukların her ikisi de eşlerin önceki birlikteliklerindendir) benzer bir seyahate çıkar. Romandaki aile on binlerce çocuğun sınırda gözaltına alındığını yolda öğrenir. Anlatıcı kadın halihazırda da bu konuyla ilgilidir; yıllar önce ABD’ye gelmiş bir arkadaşının iki kızının[2] sınırda tutuklandığını öğrendikten sonra mülteci çocuklarla derinlemesine ilgilenmiş ve onlarla ilgili bir ses belgeseli hazırlama işini üstlenmiştir. Daha önce bir şehir ses peyzajı işinde çalışırlarken tanışıp âşık olduğu ve sonrasında evlendiği kocasıyla bu seyahate çıkmaları –Luiselli’den farklı olarak– işleri gereğidir. Kocası da gidecekleri bölgede yaşamış son özgür Kızılderililerin seslerinin yankılarının bir envanterini çıkarma peşindedir. Seyahate çıkmaya ve güzergâha kolay karar verememiştir bu çift. Çıktıkları seyahatin sonunda ayrılacakları konuşulmamış olmakla birlikte hayli belirgindir. İçinde bulundukları durumu, “aile uzamımızın bir anda fazlasıyla oynak bir hal alan zemininde kayıp düşmemek için paranoya derecesinde dikkatliydik” diye ifade eder anlatıcı kadın. Burada bir alegori olduğunu ileri sürmek mümkün. Romanda öne çıkmayan ama arka planda sürekli işleyen “mülteci çocuklar”ın da zeminleri çoktan fazlasıyla oynak bir hal almış ve bu nedenle yollara düşmüşlerdir. Üstelik mültecilerin zeminleri vardıkları yerde de hiç sabit olmaz. ABD’ye gelmiş olmalarının pek bir şey değiştirmediğinin altı Bana Sonunu Söyle’de özellikle çizilir.

“ABD’ye neden geldin, diye soruyoruz onlara. Onlar da bize benzer bir soru sorabilirler pekâlâ: Bu ülkeye gelmek için neden hayatlarımızı tehlikeye attık? Nihayet yeni mahallelerindeki yeni okullarına varacak ve orada, döngüsel bir kâbusun içindeymişçesine, tam da kaçtıkları şeyi bulacaklardı madem, o zaman neden geldiler?” (s. 70)

Kayıp Çocuk Arşivi’nde küçük kız annesine mültecinin ne anlama geldiğini sorduğunda kadının aklından şunlar geçer:

“Kaçan biri mülteci sayılmaz herhalde. Mülteci halihazırda yabancı bir ülkedeki bir yere varmış ama gerçekten, bütünüyle oraya varabilmek için belirsiz bir süre beklemek zorunda olan kişidir. Mülteciler gözaltı merkezlerinde, sığınaklarda ya da kamplarda beklerler.” (s. 65)

Peşi sıra içinden örnekler sayıp döker: Kuyruklarda, telefon görüşmesi sırasında kendilerine sahip çıkacak birinin gelmesini, mahkemenin karar vermesini, iltica hakkını almayı bekler mülteciler. Peki ama kaçtıkları yerde de “beklemek zorunda olan” bu mülteci çocuklar kamuoyunda nasıl algılanmaktadırlar? Öncelikle “yasadışı göçmenler/gençler” olarak adlandırılıyorlardır, Bana Sonunu Söyle’de internette gördüğü iki haberi alıntılar Luiselli. İlkinde bir grup silahlı ABD yurttaşının çocukların konakladıkları merkezin önünde protesto eylemi yaparak hoşnutsuzluklarını ifade ettikleri yazıyordur. Taşıma ruhsatlı silahlarıyla eylem yapan bu protestocuların nasıl birileri olduğunu Trump yönetiminde daha yakından tanıdık: Irkçı Cumhuriyetçiler. Bir başka sitedeyse yaşlıca bir çift güneş gözlükleriyle plaj iskemlelerinde oturmakta ve “Yasadışı olmak suçtur” yazılı pankart taşımaktadırlar. Pek çok yayın organında farklı derecelerle de olsa, bu çocuklara vebalı gibi yaklaşıldığının altını çizer Luiselli.

“Yaygara koparacak, beraberlerinde kaoslarını, hastalıklarını, pisliklerini, esmerliklerini getirecekler. […] Hele bir de burada kalmalarına izin verilirse –önünde sonunda– üreyecekler.” (s. 17)

Luiselli kocasıyla beraber bu haberleri okurlarken bu çocukların ten renkleri daha açık olsaydı verilen tepkilerin değişip değişmeyeceğini merak ettiklerini belirtiyor:

“Daha halis ırklara, farklı milletlere mensup olsalardı farklı mı olurdu? […] Çocuk muamelesi görürler miydi?” (s. 17)

Kayıp Çocuk Arşivinde anlatıcı mülteci çocuklarla ilgili bir ses belgeseli yapmayı amaçlarken, kocasının Kızılderililerin geçmişteki seslerinin şimdideki yankılarının peşine düştüğünden söz ettim. Belki bu ikilinin söz konusu çalışmalarını hayata geçirmeleri, çalışmayı sürdürecekleri mekânlar ayrı ve uzak olduğu için (elbette gelecek tasarımlarına öbürünü katmamaları nedeniyle de) ayrılmalarına neden olacaktır, roman anlatıcısı bunun farkındadır; beri yandan birbirinden o kadar uzak iki konu da değil bunlar aslında. Aralarındaki benzerlikler Bana Sonunu Söyle’de de karşımıza çıkıyor. Luiselli 1830’da Kongre’de kabul edilen Kızılderili Tehcir Yasası’yla son Kızılderililerin de yurtlarından zorla ve gaddarca gönderildiklerini belirttikten sonra, “geri gönderme” kelimesinin şimdi de “yasadışı” Meksikalı çocuklar (“‘Özgürlükler Ülkesi’nin üstün değerlerini tehdit eden koyu tenli barbarlar”) için kullanıldığının altını çizer.

Kuşkusuz, ne Luiselli’nin romanını ırkçılığı afişe etmek için yazdığını iddia etmek doğru olur ne de mülteci çocukların sorunlarını gündeme getirmek için. Edebiyatın böyle siyasi (ya da insani) mesajlarla doğrudan bir ilgisi olmaz, olmamalıdır. Ama Luiselli yaptığı işin hepten amaçsız olduğunu da söylemiyor. Geçtiğimiz aylarda Türkiyeli okurlarıyla buluştuğu Kıraathane İstanbul Edebiyat Evi’nin düzenlediği çevrimiçi etkinlikte,[3] “dilsel bir topluluğun üyeleri olarak, kelimelerin uyguladığı ve rahatlıkla gözden kaçan şiddet türü üzerine düşünmek ve yeniden düşünmekle yükümlü” olduğumuzu vurgulamıştı.

“Kelimeleri ve onlarla on yıllar, yüz yıllar boyunca mütemadiyen dokuyup çözdüğümüz karmaşık duvar halısını şiddet araçlarına dönüşme olasılığından uzak tutmakla yükümlüyüz hepimiz. […] Kelimelerin iktidardakiler tarafından gasp edilmemesini sağlamanın tek yolu bu. Zihinlerinizin iktidarın –bu iktidar ister zorba bir siyasi lider, ister lobicilerin siyasi partileri, ister bizi internet üzerinden denetleyen şirketler olsun– tahakkümü altına girmemesini sağlamanın tek yolu bu.”

Başta belirttim, Luiselli yazdığı kurmaca metinlerde kurmacanın sorunlarını ve kaygılarını tartışmayı seven yazarlardan. Önceki iki romanında bu yöndeki çabası daha belirgindi ama Kayıp Çocuk Arşivi de bunlardan yalıtık değil. Sadece bu romanın anlatıcı-kahramanı bir yazar ya da şair olmadığı için sorun biraz daha dolaylı olarak ifade ediliyor. Mülteci çocuklarla ilgili ses belgeseli yapmaya niyetlidir ama içini kemiren birçok kaygı vardır. Şöyle sıralar onları:

“Politik kaygı: Bir radyo belgeseli, belgesi olmayan daha çok çocuğun iltica etmesini nasıl sağlar? Estetik sorun: […] Herhangi bir hikâye anlatma biçimi bu hususta neden belli bir amaca hizmet eden bir araç olsun ki? Herhangi bir sanat biçimine uygulanan enstrümantalizmin hakikaten boktan sonuçlar garantilemenin bir yolu olduğunu şimdiye dek biliyor olmalıydım: Basit pedagojik malzeme, ahlakçı genç yetişkin romanları, genel itibariyle sıkıcı sanat. […] Etik kaygı: Bir başkasının kederiyle sanat yapabileceğim ya da yapmam gerektiği fikrine nereden kapıldım? Pragmatik kaygı: Radyo ve ses prodüksiyonunda ilk çalışmaya başladığım zaman olduğum o ciddi gazeteci gibi sadece belgelemem gerekmez miydi? Gerçekçi kaygı: Belki de en iyisi çocukların hikâyelerini medyadan mümkün mertebe uzak tutmaktır zaten, zira muhtemel olarak çekişmeli bir konu medyada kendine ne kadar geniş yer bulursa siyasete alet edilme olasılığı o kadar fazladır ve bu devirde siyasete alet edilmiş bir mesele artık […] partilerin kendi gündemlerini ileri taşımak için manasızca kullandıkları pazarlık kozlarıdır…” (s. 102-103)

Bu kaygıların büyük bölümünü duyduğunu düşünebileceğimiz Luiselli için mülteci çocuklar o kadar önemli bir meseledir ki, onlar için mahkemelerde tercümanlık yapmanın yanı sıra bu konuyu hem kurgu hem de kurgu-dışı birer kitapla gündeme getirmek istemiş. Bana Sonunu Söyle’yi yazmaya Kasım 2015’te başladığı sıralarda yeşil kartı henüz gelmediği için gönüllü olarak bile çalışması yasakmış Luiselli’nin. Öğretmenliğe başlamış, ama yasaların katı hükümleri karşısında çok istediği halde sürdürememiş. Tercümanlık ve öğretmenlik yasakmış, peki ya yazmak?

“ABD’ye neden geldin? Yazma ‘iznim’ olup olmadığını merak ettim, benim işim yazmaktı ne de olsa. Ama elbette yazdım ve yazmaya da devam edeceğim, çünkü elimden gelen bu. Öte yandan, özellikle bu hikâyeyi yazmadığım takdirde başka herhangi bir şey yazmanın bir anlamı olmayacağını da biliyorum.” (s. 78)

Luiselli Göçmen Mahkemeleri’nde kendisiyle beraber tercümanlık yapan yeğeniyle bazen –“sadece bazen”– metroyla eve dönerlerken birbirlerine gün boyu mülteci çocuklardan dinledikleri hikâyelerden parçalar anlattıklarını söylüyor.

“Hikâye anlatmak hiçbir şeyi çözmüyor, parçalanmış hayatları onarmıyor. Ama belki de tasavvur edilemez olanı anlamanın bir yoludur bu. Aklımızdan çıkmayan bir hikâye olduğunda kendimize anlatıp duruyoruz o hikâyeyi.” (s. 56)

Luiselli’nin aktardığı mülteci çocuk hikâyeleri içerisinde “tasavvur edilemez olan” birçok şey var. Meksika’yı boydan boya kateden, Bestia [Canavar] diye bilinen trenin üzerinde ya da vagon çıkıntılarında yolculuk yapmayı göze almaları mesela; ya da ABD sınırını geçer geçmez çetelerden ya da mültecileri düşman gören ırkçı Amerikalılardan önce sınır devriyelerine yakalanma çabaları – devriyelere yakalandığında öyle ya da böyle yasal bir prosedürleri oluyor çocukların, belki de sonu Amerikan topraklarında kalma iznine varabilecek bir prosedür işlemeye başlıyor. Göçmenlerin hikâyelerinin esas korkunç olanlarıysa anlatılmayanlardır.

“Rakamlar ve haritalar korku hikâyeleri anlatıyor anlatmasına ama belki de asıl korkunç hikâyeler rakamlara ve haritalara dökülmeyen, hesabı tutulmayan hikâyeler; ne yazılı ne sözlü olarak anlatılanlar. Belki de haklarını teslim etmenin tek yolu –böyle bir şey mümkünse tabii– hep geri dönüp bir türlü aklımızdan çıkmasınlar ve bizi sürekli utandırsınlar diye bu hikâyeleri tekrar tekrar dinlemek, kaydetmektir. Çünkü içinde bulunduğumuz dönemde yaşananların farkında olup da bu konuda hiçbir şey yapmamayı seçmek kabul edilebilir değil artık. Çünkü dehşeti ve şiddeti normalleştirmeye daha fazla devam edemeyiz. Çünkü burnumuzun dibinde bir şey olurken dönüp bakma cesaretini bile gösteremezsek, yaşananlardan hepimiz sorumlu tutulabiliriz.” (s. 28)

Luiselli’nin aklından çıkmayan, bir anlamda ona musallat olan, onu belki de utandıran,[4] Manu ismindeki Honduraslı delikanlının hikâyesidir. Manu, Luiselli’nin tercümanlık yaptığı mülteci çocukların çok büyük bir kısmı gibi ülkesindeki çetelerden kaçmıştır. En yakın arkadaşının mensubu olmak istemedikleri bir çetenin üyeleri tarafından öldürülmesi ve bu cinayetin peşinden çetenin iki kuzenini taciz etmeye başlaması üzerine Manu’nun ABD’de yaşayan teyzesi (kuzenlerin annesi) her üçünü de getirmesi için bir kaçakçıyla anlaşmıştır.

Bu çeteler meselesinin ne kadar can alıcı olduğunu Luiselli açık seçik anlatıyor kitabında. Her ne kadar ABD’de bunun Orta Amerika ülkelerinin yerel bir meselesi olduğuna dair yaygın bir kanaat olsa da, Luiselli’ye göre yerel değil, yarı-küresel bir meseledir. Söz konusu çetelerin neden ve ne zaman ortaya çıktıkları ve hangi ülkeleri etkilediği hesaba katıldığında Luiselli’nin vurguladığı husus ortaya çıkıyor aslında. Gelgelelim bu realite ABD ve onunla işbirliği içerisindeki sözgelimi Meksika gibi ülke hükümetlerinin işine gelmemektedir. Luiselli bu çetelerin Orta Amerika’da ABD hükümetlerinin katkılarıyla başlayıp sürmüş iç savaşların bir sonucu olarak ortaya çıktığını örnekleriyle anlatıyor. Sadece bu değil ama; işin içinde ABD’den satın alınan yasal ve yasadışı silahlarla, çetelerin sattığı uyuşturucunun esas olarak ABD’de tüketildiği gerçeği de var. Ne göç ne çete ne de uyuşturucu sorunu bu nedenlerle yerel değil, Luiselli’nin seçtiği tabirle yarı-küresel. “Meselenin öyle ya da böyle görülmesinin ne önemi var?” diye sorulabilir; ya da bu adlandırmanın mülteci çocuklara ne etkisi olacağı… Luiselli bu meselenin adının “uyuşturucu savaşı” olarak konması gerektiğini vurguluyor.

“Söz konusu durumdan yarı-küresel bir savaş olarak söz etmek ileriye doğru bir adım olur, çünkü bizi bu sorundan bahsederken kullandığımız dili durup düşünmek zorunda bırakır. […] Ama elbette ‘savaş mültecileri’ hükümetler için nahoş bir gerçeklik taşıyor, zira onları ‘yasadışı yabancıları ülkeden çıkarmak’ yerine sorunla baş etmek mecburiyetinde bırakıyor.” (s. 69)

Açıktır ki, adlandırmadaki farklılık başka adlandırmaları da gerektirecektir.

“Meksika’dan geçip ABD’ye gelen çocuklar ‘göçmen’ değiller, ‘yasadışı’ değiller, salt birer ‘kayıt dışı çocuk’ değiller. O çocuklar savaş mültecileri, bu nedenle hepsinin sığınma hakkı olmalı.” (s. 71)

Luiselli’nin kitabı sadece mülteci çocukların yolda neler yaşadıklarını ya da ABD’ye vardıklarında hangi hukuki mekanizmalarla karşılaştıklarını yahut onların ülkelerinden kaçmalarına neden olan musibetlerin tarihsel kökenlerini anlatması açısından önemli değil; bu incecik kitap bunların yanı sıra insan hakları aktivizmi konusunda da hayli bilgilendirici. Farklı aşamalarda sivil yurttaşlarla gönüllü kuruluşların mülteci çocuklar için neler yaptıklarını da öğreniyoruz. Daha yoldayken, çocuklar henüz Meksika’da Bestia’yla o korkunç seyahati yaptıkları sırada mesela. “Diri girenin mumyası çıkar” denecek kertede risklidir bu trenle çocukların yaptığı şekilde seyahat etmek ama “bu kovalamaca nihayetinde onları öldürecek olsa bile çocuklar hayatı kovalıyorlar[dır]”. Bu yolculukta hepten yapayalnız değildirler yine de. Yıllar boyunca bu korkunç tren geçerken oradaki “kaçak” yolculara şişe suyu ve yiyecek paketleri atan kadınlar zamanla formel bir insani yardım kuruluşunda bir araya gelmişlerdir. Ayrıca bu göç yolunda göçmenlere yiyecek bulabilecekleri barınaklar yapılmıştır; bunların en bilineni bir rahip tarafından yönetiliyordur. Ne ki bunlar küçük vakalar, geçici pırıltılardır.

ABD’ye geldikten sonra da yapayalnız değildir çocuklar. Hepsine yardım eli ulaşamıyor olsa da, onlar için mücadele eden çeşitli kuruluşlar olduğundan söz ediyor Luiselli. Onun göçmen mahkemelerindeki yargılamalara dahil olması da böyle bir kuruluş sayesindedir, daha doğrusu Luiselli’nin avukatının böyle bir kuruluş için gönüllü avukatlık yapmayı yeğlemesinin sonucudur. Gönüllü avukatlık yapmaya başlayacağı için artık Luiselli’nin yeşil kart başvurusunu takip edemeyeceğini söyleyince Luiselli’nin aklına mahkemelerde tercüman gerekip gerekmediğini sormak gelmiş.

“Böyle yalnız bırakıldığımdan beri, tanrıların da yokluğunda, küçük tesadüflerin gücüne derinden inanır oldum. Şans bu şekilde işler işte, en azından daha büyük tasarılara kuşkuyla yaklaşan bizler için. Kayıp yeşil kartım ve avukatımın davamı bırakması sayesinde çok daha acil bir sorunla ilgilenmeye başladım.” (s. 30)

Luiselli’nin denemesinde ABD hukukundaki şaşırtıcı bir nüanstan da bahis var. Göçmen Mahkemeleri’nin ceza mahkemesi değil, hukuk mahkemesi olduğunu öğreniyoruz. Verecekleri kararların sonucunda çocuklar sınır dışı edilebildikleri (“geri gönderilme”) yani bir müeyyideyle karşılaştıkları halde, bu davalar “ceza” davası sayılmıyormuş. Bunun önemi de şurada: Ceza yargılaması olmadığı için meşhur Miranda haklarının dördüncüsü (“Eğer avukat tutacak paran yoksa mahkeme sana bir avukat tayin edecektir”) göçmen çocuklar için geçerli değil. Oysa avukatların rolü çok önemli onlar için. Luiselli, Göç Politikaları Enstitüsü’nün 2015 tarihli kapsamlı raporunda avukat bulabilen çocukların büyük bölümünün mahkemeye çıkabildiğinin ve bir tür yardım alabildiğinin belirtildiğini aktarıyor. Dolayısıyla onların avukatlar tarafından temsil edilebilmesi için gönüllü kuruluşlara büyük görev düşüyor.

Bana Sonunu Söyle’nin umut verici bir bölümünde de Luiselli öğretmenlik yaptığı okuldaki öğrencilerini anlatıyor. Okulda Luiselli’nin görevi dersteki öğrencilerin konuşmalarını geliştirmek için onları İspanyolca konuşturmaktır. Bu “ders”i verdiği sıralarda zihni en çok göçmen çocuklarla meşgul olduğu için Luiselli bu konuya ağırlık vermiş. Zamanla öğrenciler de bu konuya bir hayli ısınmışlar; öyle ki, derse “İspanyolca konuşma dersi” yerine “Göç düşünce havuzu” demeye başlamışlar kendi aralarında. Üstelik öğrenciler sadece “düşünmekle” ve “konuşmakla” yetinmemişler. Politik bir öğrenci örgütü haline gelip “faydalı bir şeyler yapmak” istediklerini aktarmışlar Luiselli’ye. Öğrencilerin bu yaklaşımı benimsemelerinde Luiselli’nin derse çağırdığı ve “politik aktivizmin temelleri” üzerine konferans veren Nimmi Gowrinathan’ın söylediklerinin etkisi olmuştur. Luiselli bu profesörün “duygusal sermayeyi –öfke, üzüntü ve belli başlı birtakım sosyal durumlardan kaynaklanan hayal kırıklıkları– politik sermayeye dönüştürme[yi]” özellikle vurguladığını aktarır. Öğrencilerin yapmaya çalıştıkları da tam budur.

“ABD delik deşik bir ülke, […] devasa bir bok çukuru. Ama aynı zamanda, belki de başkalarına karşı bir görev bilinciyle, o delikleri birer birer kapatmaya hazır insanlarla dolu bir yer. Ait olmadıkları topluluklara yardım etmek üzere bıkıp usanmadan çalışan avukatlar ve aktivistler var; hiç de ayrıcalıklı olmadıkları halde vakitlerini kendilerinden de az ayrıcalıklı olanlara adamaya hazır öğrenciler var.” (s. 77)

Bana Sonunu Söyle’nin başlarında öfkeyi başka bir şeye tahvil etmek konusuna başka bir bağlamda da değinir Luiselli. On binlerce çocuğun sınıra geldiğini öğrendikleri sırada ailecek bir seyahatte olduklarından söz etmiştim. İşte bu seyahat sırasında onlar da Sınır Devriyesi memurları tarafından birkaç kez durdurulurlar. Bu memurlara Meksikalı olduklarını söylemek istemezler ve bir western yazmak isteyen senaristler olduklarını, bu nedenle o civara seyahat ettiklerini belirtirler. Memurlardan biri alaycı bir edayla, “Yani sırf ilham almak için ta buralara kadar geldiniz” der. Şunlar geçer o sırada Luiselli’nin zihninden:

“Sizi hikâye anlatmaya iten şeyin ilham değil de aslında öfke ve netliğin bir birleşimi olduğunu nasıl açıklayabilirsiniz ki? Nasıl, ‘Hayır, burada ilham falan bulmuyoruz, karşımızda güzel olduğu kadar kırık dökük bir ülke buluyoruz, bir şekilde artık biz de onun bir parçasıyız, dolayısıyla biz de kırık döküğüz, utanç duyuyoruz, kafamız allak bullak, bazense umutsuz hissediyoruz ve bu konuda ne yapılabileceğini bulmaya çalışıyoruz’ diyebilirsiniz?” (s. 24) [Vurgu eklenmiştir.]

Luiselli hikâye anlatmayı bir insan hakları aktivizmine çeviriyor. Hikâye anlatmanın tek bir yolu yok. Kayıp Çocuk Arşivi’nde hikâyeyi başka türlü anlatıyor, Bana Sonunu Söyle’de başka türlü. Romanda hikâyeleri iç içe geçirip aralarındaki gerilimler ve kesişimler vasıtasıyla hikâye anlatmanın kendisine de odaklanıyor, dolayısıyla hikâye anlatmayı da sorunsal hale getiriyor ama bunu yaparken de derdi oyun vs değil, “bizi kuşatan dünyayı daha iyi anlamak”. Daha önce de değindiğim çevrimiçi söyleşide söylediği gibi:

Kayıp Çocuk Arşivi çocukluk çağı yalnızlığı ve çocukların sınırsız hayal gücünün derinliği, ailevi bağların kırılgan yoğunluğu, tarih ve kurmaca arasındaki gerilimler, siyasi koşullarla özel hayatların karmaşık kesişimleri üzerine bir roman. Ama her şeyden öte, bizi kuşatan dünyayı daha iyi anlayabilme amacıyla hikâyeler uydurma, sesleri ve düşünceleri birbirine dokuma süreci üzerine bir roman.”

Bana Sonunu Söyle’deyse daha önce Göçmen Mahkemeleri’nde yaptığının bir benzerini yapıyor aslında, yaptığı düpedüz tercümanlık. Kendi hikâyelerini anlatma imkânından yoksun göçmen çocukların hikâyelerini, bu kez kendi hikâyesinin de içinden geçirerek bize tercüme ediyor. Belki de onlar anlatma imkânından yoksun değil, bizim anlama kapasite ve imkânımız sınırlı. Onlar ülkelerinden kaçarak hikâyelerini anlatıyorlar zaten, bu yaptıklarının tercümesinin “ölümden kaçıp hayatı kovalamak” anlamına geldiğini idrak edebilmemiz için Luiselli gibi tercümanlara ihtiyacımız var. Luiselli’nin vurguladığı gibi, bu hikâyelerin anlatılması ve tercüme edilmesi gerek!

“Sadece geriye dönüp bakınca, üzerinden ancak yıllar geçtikten, hikâye sona erdikten sonra anlaşılan bazı şeyler var. Bu süre içerisinde, hikâye devam ederken, hikâyeler gelişir, çatallaşır, kendi içinde dolanıp düğümlenirken yapılabilecek tek şey onu tekrar tekrar anlatmak. Anlatılmalı da, çünkü bir şeyin anlaşılabilmesi için pek çok kez, pek çok farklı kelimeyle, pek çok farklı açıdan ve pek çok farklı zihin tarafından anlatılması gerek.” (s. 77)

 

NOTLAR: 


[1] “Tarihe not düşmek” daha çok kurmaca metinler için kullanılır, oysa edebiyatın böyle bir misyonu yoktur. Ancak Luiselli’nin deneme kitabı için bence çok uygun bir tabir bu. Edebi bir not mu, tartışılabilir (bence evet, öyle) ama sonuçta bir not. Başka türlü haberdar olamayacağımız birçok şeyin not edildiği bir kitap Bana Sonunu Söyle.

[2] Bu iki kıza dair bir ayrıntının Bana Sonunu Söyle’de bahsi geçen iki mülteci çocuk için de tıpatıp aynı olduğunu dikkatli okurlar fark edeceklerdir.

[3] Luiselli’nin konuşması şuradan izlenebilir. (629) Valeria Luiselli Kıraathane’de: Kurmaca Ne Zaman Nefes Alır - YouTube Luiselli’nin konuşmasından yola çıkarak kaleme aldığı yazı da şuradan okunabilir: Edebiyat ve siyaset: Kurmaca ne zaman nefes alır - K24 (t24.com.tr)

[4] Luiselli’nin tercüme ettiği sorgu formundaki sorulardan biri de, “ABD’ye gelirken yaptığınız yolculukta sizi korkutan ya da yaralayan bir şey geldi mi başınıza?” sorusudur. Bunu her duyduğunda Luiselli yüzünü ve kulaklarını kapatıp ortadan kaybolmak istemiş. Utanç duymayı, duyabilmeyi çok önemsiyor Luiselli; yazmanın bir misyonu varsa sadece budur belki de.

 

GİRİŞ RESMİ:

Fransız sanatçı JR tarafından ABD-Meksika sınırına yapılacak yeni duvarı eleştirmek üzere 2017’de sınır çitinde siyah beyaz dev bir fotoğraf ve iskelelerle yapılan enstalasyon. Dev çocuk (Kikito), sınır çitinin üzerinden bakıyormuş gibi görünüyor, belki de çiti aşmaya hazırlanıyor.