"Öykülerdeki kişilerin çoğu, hayli tanıdık gelebilecek bir dünyadan sesleniyor, hikâyelerini oradan anlatıyor görünseler de, bu tanıdık dünya içerisinde farklı olmayı, böyle algılanıp dışlanmayı göze almış kişiler. Bu 'dışlama/dışlanma' meselesinde kimin etkin, kimin edilgin olduğu o kadar da belirgin değil çoğu zaman."
05 Nisan 2021 12:22
Kendimizi bildik bileli etrafımızı kuşatan, başkaları da sürekli uyduğu için olağanlaşmış, bizim de çok zaman onları takip ederek neredeyse farkında olmadan uyup yadırgamadığımız, sorgulamadığımız kurallar, düşünme, akıl yürütme alışkanlıkları, yineledikçe başka türlüsünü aklımızdan geçirmediğimiz gündelik ritüeller, milim kımıldamayan bakış açıları ve bunların hepsine eşlik eden, adını koyan, bunu yaparken de bunları perçinleyen ifadeler, tanımlamalar. Huzuru, güveni bütün bunlara riayette, bunların sürekliliğinde bulan bir türüz; güven duygumuz o kadar ince ipliklere bağlı, öyle zorlukla ayakta duruyor ki, bu gibi alışılagelmiş davranış, bakış ya da ifade kalıplarında bir nebze farklılığı olanlar bizi tedirgin ediyor ve hemen onların “huzursuz tipler” olduklarını saptayarak pozisyonumuzu sabitliyoruz. Bu ortak sabitelerimizden oluşan bütünlüğe de “biz” adını verip statükoyu daha sağlamlaştırıyoruz. Oysa bizi biz yapan benzerliklerimiz, birbirimizin kopyası tutum ve fikirlerimiz değil, bize özgü küçük farklılıklarımız.
Ayşe Özlem İnci’nin Yerin Dibinden Geliyorum’da bir araya getirdiği öykülerindeki kişilerin çoğu, hayli tanıdık gelebilecek bir dünyadan sesleniyor, hikâyelerini oradan anlatıyor görünseler de, bu tanıdık dünya içerisinde farklı olmayı, böyle algılanıp dışlanmayı göze almış kişiler. Bu “dışlama/dışlanma” meselesinde kimin etkin, kimin edilgin olduğu o kadar da belirgin değildir çoğu zaman. Genel kabul görmüş şeylerin dışına çıkıp başkalarının yapageldiklerini yapmayan, çoğunluğun dünyayı ve dünyanın meselelerini adlandırırken sorgusuz sualsiz kabullendiği mantığı tersine çevirendir aslında etkin olan; öbürlerinin onu dışladığı yanılsamadan başka bir şey değildir. Onun aralarına girmediğini görmüş, girse de her yaptıklarını yapmadığını ya da onlar gibi yapmadığını, “dışarıda” durmayı yeğlediğini fark etmişlerdir; dışladıklarını zannettikleri kişi çoktandır aralarında değildir, belki de hiç girmemiştir. Onu dışladıklarını, ona karşı bir tavır aldıklarını zannederken kendilerini kandırmaktadırlar, daha doğrusu kendi pozisyonlarının doğruluğunu, haklılığını vurgulamanın peşindedirler.
İnci’nin öykü kişilerini bu şekilde tanımlamak eksik kalır. Onların “dışarıda” oluşları kasıtlı bir ayrı durma arzusundan çok, kendi “içlerinde” kalma arzusunun sonucu gibi görünüyor. Evet, dış dünyanın kişiyi her an kapsama, içine çekme, kendine benzetme gücünün farkındalar, ama buna karşı bir direnç içinde oldukları da pek söylenemez. Belki de hayli uzun zamandır kendi içlerinde kalabildikleri için dışarıdan gelen saldırı ya da çekim çok umurlarında değil. Şöyle de denebilir: Dışarıya karşı bir dirençleri olsa kaçınılmaz olarak bir sürtünme ortaya çıkacaktır, bu sürtünme dışarıyla aralarındaki sınırın bir biçimde ihlali anlamına gelebilir ya da bu sonucu doğurabilir, oysa Ayşe Özlem İnci’nin sözünü ettiğim öykü kişileri dışarısıyla nispeten sürtünmesiz bir ortamda ilişkiye geçiyorlar. Bu mutlak bir iç barış anlamına gelmiyor elbette, oradaki sürtünmeler belki de bitimsiz.
Öykü kişilerinin bu tutumlarını onların söylemlerinde de görmek mümkün. İnci’nin öykülerinin gücü de böylesi bir ruh haliyle söylenmiş cümlelerde çok zaman.
“İsmim Cecilia. İsmimi soranlara tam olarak bunu söylerim. Hepsi bu kadar mı diye ikinci kez sorduklarında, İsmim Cecilia, hepsi bu kadar, diye cevaplarım.” (s. 17)
Net bir tutum, tartışmaya açık değil, vaktiyle tartışılmışsa bile (buna ilişkin hatıralarından söz eder Cecilia), öykünün anlatı zamanında böyle bir şey yok. Genç yaşta böyle bir karar aldıktan sonra buna kendisini mecbur hissetmedikçe uymuştur.
“Büyüdükçe ve düşünmeye başladığımı fark ettiğimden beri mecbur hissetmediğim zamanlarda soyismimi kullanmama kararı aldım. Soyisimler, insanların bir hayata kendileri olarak başlamasını engelleyen öncelikli saçmalıklardır.” (s. 17)
“Sezer Hilkan’ın Not Defteri” öyküsünün anlatıcısının isim konusundaki tutumu da Cecilia’nınkini andırır.
“Kendinden fazla emin olan insanlardan hayatım boyunca hep uzakta yaşamaya çalıştım ve kendilerini isimleriyle anmamaya özen gösterdim. Hafızamda kendi istedikleri gibi yer almalarını tercih etmediğim için bu tavrım bana hep mantıklı gelmiştir.” (s. 25)
Cecilia’nın ve “Sezer Hilkan’ın Not Defteri”nin anlatıcı-kahramanının isimler konusundaki kararlı tutumlarında başta sözünü ettiğim kendi içinde kalma arzusu dikkat çekmiş olmalı. Bu kararlılık aynı zamanda kişilerin kendilik alanlarının ihlalinin isimler üzerinden başlayabildiğine dair bir farkındalığın sonucu. “Sezer Hilkan’ın Not Defteri”nin öykü kişisi, başkalarına hitap etmenin yanı sıra, dünyayı ve kendisini ifade ederken de alışageldiğimiz kalıplardan uzak duruyor. Küçük ama önemli ayrıntılar. Sıkışık trafiği şöyle ifade ediyor mesela: “Trafik, büyük şehirlerde akabilen bir şey değildi.” “Trafik akmıyordu” demek yerine cümlenin böyle kurulması örtük olarak bir başka duruma daha işaret ediyor. Trafik sadece o an değil, hep bu durumda; aynı zamanda öykü kişisinin başka türlüsünün mümkün olacağına dair bir umudu, bir beklentisi de yok. Kendisinden söz etmediğinde de kendisi hakkında bir şeyler öğrenebiliyoruz böylelikle. Benzer bir açı değiştirmeyi uyumak-uyanmak bahsinde de görürüz. “En son üç gün önce uyanmıştım. Bu uyanmak denilen şey fena değildi.” Vurgunun uyumaya değil, uyanmaya yapılmasının da oyuncul bir tersyüz etmeden öte bir anlamı var. Bu kişinin zihninin farklı işlediği ortada. Farklı ama bulanık değil – oysa başkalarınca öyle zannedilmesi o kadar mümkün ki. Tahminlerden, varsayımlardan değil, açık gerçekliklerden konuşma yanlısı. Uyuduğumuzu zannettiğimiz zaman diliminde ne olup bittiğini ne kadar biliyoruz? Oysa uyanmak öyle değil, onun açıkça farkındayız. Öykü boyunca başka yerlerde de bu öykü kişisinin dünyaya ve kendisine azıcık farklı bir açıdan baktığı görülür. Bir yerde mesela insanların kafası olmasıyla akılları olmasının her zaman örtüşen durumlar olmadığını ima eder. “Kitabevinde yedi-sekiz kadar kafa gördüm. İkisi beyaz saçlıydı.”
Verdiğim birkaç örnek “Sezer Hilkan’ın Not Defteri” öyküsünde anlatının tonunun nasıl kurgulandığı hakkında fikir vermiş olmalı. Bir rapor ya da raporlama dili var anlatıcının. Yaşadıklarıyla anlattıkları arasındaki mesafeyi bize hissettiriyor bu dil. Boşuna seçilmediği anlaşılıyor. Anlatırken anlamlandırıyor bir yandan, yani önceden ölçüp biçip anlamlandırdığı, adını koyduğu bir şeyleri aktarmıyor bize. Rapor-yorum bir dil demek lazım belki de.
Anlatıcı kâh hatırladıklarını naklediyor kâh şimdiki zamanı. Ama her iki durumda da belirli bir mesafeyi koruyor. Şu cümlede (“Önünden geçmekte olduğum kapının üzerinde…”) öykünün şimdiki zamanına dair bir başka durum daha söz konusu. Canlı yayındaki bir spiker gibi konuşuyor. Canlı (şimdide) ama spiker gibi (Burada mı? Bundan emin değiliz). Daha doğrusu anlatmakta olduğunun farkında; bizim de farkında olmamızı istiyor. Biri ya da birileri hakkında bir şeyler anlatıyor, bu biri çokça kendisi, ama bu ifadede anlatanla anlatılan arasındaki mesafe genişliyor, buna “nakletme aralığı” diyebiliriz sanırım. Yorum imkânını sağlayan da bu aralık, bu mesafe olsa gerek.
Öykü boyunca bunu bize hissettiren başka örnekler de var. “Ortalama bir utanç” diyor mesela. Kendi hislerine dair bu saptamayı yapması da bu rapor-yorum dili içinde mümkün. İnci’nin öykü kişilerinin bazılarının toplum genelinin dışında durmayı, kendi içlerinde kalmayı yeğlediklerinden söz etmiştim. Kendi içinde kalmak kendini kutsamak anlamına gelmiyor; mutlak surette bir iç barış olmadığını da vurguladım, kendisine bakarken de nakletme aralığına bir pay bırakıyor öykünün anlatıcısı.
Ayşe Özlem İnci bu öyküde anlatıcının düşüncesinin ilerleyişini görmemize de sağlıyor. Bir şey söylerken küt diye “Gereksizdi” deyiveriyor anlatıcı. Başka bir yerde, “Olsa gerek, değildi, ondandı” diyor. “Annem duymadı. Duysun istemezdim zaten.” Vurucu bir başka örnek. Gene küt diye “İllüzyon bu” deyiveriyor. Bir başka örnek: “Çok üzmedi sanırım” der demez düzeltiyor. “Hayır, yıkıldım.” Başka bir örnek: “Görmemişti. Sanırım görmemişti.” Rapor-yorum dili anlatıcının kendisinden söz ettiği yerlerde bir yoklama halini de alıyor böylelikle. Kendisini yoklayarak ilerliyor. Rapor verme ânındaki ruh hali de rapora dahil oluyor.
Beri yandan, sözünü ettiğim anlatı tonu ve anlatıcının ifade tercihleri nedeniyle bu öykü kişisinin dünyayı sadece gördükleriyle, görebildikleriyle sınırlı olarak algıladığı ve ifade ettiği zannedilmemeli. Bakışın ve ifadenin saflaşması hislerin iptali anlamına gelmiyor; aksine, bu bazen arkadaki hikâyeyi de sezme imkânı veriyor. Okuduğu bir nottan çıkardığı sonuçtan yola çıkarak annesi, “Her şeyi zihninde didik didik ede ede aklını alıp kopardın hayatından, parça pinçik ettin” dese de, aslında daha bütünlüklü bakan, sezgiye açık olan odur. Belki de fazla açıktır. Yani sorun bir şeyleri zihninde didik didik etmesi değildir, insanın kendisini hislere, sezgilere açtığında sağlam durmasının giderek azaldığı bir dünyada olmamızdır. Tam bu noktada, neden aklından geçenleri başkalarından farklı ifade ettiğine dair bir şey söyler – annesinin duyamayacağı şekilde.
“Hissettiklerim, diyebileceklerimden çok. Hisler dilimi uyuşturuyor. Bu raporsuz bir anestezi. Dilimin yükü hafifliyor. Bize taşıyacak bir şey bırakmıyor gibi. İllüzyon bu. Aslında bende yığılan ama hissetmediğim, sana veremediğim. Ve senin hissetmediğin, hantal bir yük.” (s. 28)
Uzun uzadıya yoruma gerek yok. Mesele ortada. Yetersiz olan dil değil, ifade etmeye giriştiğinde dilin altından kalkamayacağı kadar çok uyaran olması. Ne ki bunları ifade etmemek de bir başka sorun. İfade edilmeyen hisler giderek bir yığın olarak çöküyor, demek dil gibi ya da dil kadar insanın hissetme kapasitesi de sınırlı, yetersiz. İstiap haddi dolduğunda ya da aşırı yükleme durumunda hissedilemiyor, hisler yığılıp kalıyor kişinin üzerinde.
Başka bir açıdan görerek ifade etmenin bir örneği, “Kimin Duası?” öyküsünün başında çıkıyor karşımıza: “Sabahlardan pazar olanı” diye başlıyor öykü. Açı/ifade farkına öykünün devamında birkaç kez daha rastlarız: “Oturduğumuz ev sokaklardan çıkmaz olanı.” Ya da şu cümlede: “Aynadan kendimi seyrettim.” Normalde “aynada” kendimizi seyrettiğimizi söyleriz, İnci’nin öyküsünün anlatıcı-kahramanı Aysel aynadakinin değil, dışarıdakinin kendisi olduğunun farkında; bu yüzden seyredilen, bakılan “kendimiz” isek “aynada” değil, “aynadan” seyretmekteyizdir. Aysel’in bakma-bakılma simetrisini tersine çeviren ifade tarzının bir örneği daha var. Bütün paragrafı alıntılayacağım.
“Pencereyi kapattım. Banyoya girdim. Aynadan kendimi seyrettim bir süre. Önce elmacık kemiklerimi avuçlarıma doldurdum. Musluğa eğildim. Elmacık kemiklerimi avuçlarımca doldurup boşalttım. Boşalan avuçlarıma su doldurup yüzümeattım, yüzümeattım, yüzümeattım. Bunu üç kez yaptım. Abdest almadım. Abdesti babaannem alır.” (s. 67-68)
Yüz yıkama edimi de burada tersine dönmüş durumda. Bütün paragrafı alıntılamamın nedeni cümlelerin akışına dikkat çekmek. Dünyaya farklı bir açıdan bakmasının, böyle ifade etmesinin yanında, burada başka bir anlamı daha var Aysel’in avucuna elmacık kemiği doldurup boşaltmaktan söz etmesinin. Evet, böyle de anlaşılabilir yüz yıkama edimi, ama salt o değil. Cümlelerin hissettirdiği bir akış var (“yüzümeattım”larda bir de sürat vurgusu). Aysel bize olayları yaşanırken anlatmıyor; öyle olsa “Bunu üç kez yapıyorum” der. Olayların ertesinde anlatıyor, muhtemelen hemen ertesinde, ama şimdiki zaman hissi uyandıran bir ifade bu. Anlatma zamanı ile anlatının geçtiği zaman “yüzüme” ile “attım”ın bitişmesi gibi bitişiyor. Bu paragrafın cümlelerindeki tersine mantığın, metnin ritminin ve “üç kez”den “abdest”e geçişteki çağrışıma dayalı zihin akışının bu bitişmeyi sağladığını söylemek mümkün. Bunların yanı sıra cümlelerin akışında bir canlılık da dikkat çekmiş olmalı; sanki Aysel elmacık kemiklerini boşalttığı avucuna gamzelerinden ya da dudak kıvrımından biraz da gülümseme bırakmış gibi. Nitekim Aysel’in canlı, uçarı ve ironik bakış ve ifadesi öykü ilerledikçe sürecektir.
Ayşe Özlem İnci’nin öykülerinde bildik bir dünyadan enstantaneler anlatıldığını söyledim; seçilen karakterler, olay örgüsü dikkat çekici, kimi zaman sürprizli, şaşırtıcı. Gelgelelim bu öyküler anlatılanların yanı sıra nasıl anlatıldıkları, öykünün hangi noktasında ne gibi ifadelerle metnin ivme kazandığı ve ifadelerin yansıttığı ruh halleri gibi noktalara dikkat ederek de okunması gereken metinler. Hünerlerini ön planda göstermeyi yeğlemeyen öykü anlatıcılarının seslerine dikkatle kulak kesildiğimizde, öykünün edebi bir tür olarak taşıdığı imkânları ve yazarın kendine özgü öykü dünyasıyla öykü dilini sezmek daha mümkün.
Ayrıntılardan, nüanslardan öykü çıkarmayı ya da buralarda öykülere beklenmedik bir hava estirmeyi seviyor Ayşe Özlem İnci. “Rüstem Yuvana Dön” örneğin, özetlenecek olduğunda anlatılanların ilginçliğini, öykünün esprisini (ruh anlamında da) beklenmedik bir rastlantıya dayamış olduğu düşünülebilecek bir metin. Oysa şöyle bir cümle barındırıyor bu öykü:
“Bankaların o bildik serin havasına eşlik eden Rüstem ya da kendisine eşlik eden o serin banka havasıyla Rüstem.”
Öyküde bu cümleyle boy gösterir Rüstem. Öykünün ilerlediği hat da bu cümleyle aks değiştirir. “Ya da”nın iki tarafında ince bir nüans var. Öyküdeki öbür kişi, Cemre bir “hava”nın farkına varır burada; Rüstem’den doğru bir hava esiyordur. Bu cümle Cemre’nin o havayı nasıl karşıladığının ifadesi; tanrı-yazar söylüyor görünse de, bu Cemre’nin hissiyatının ifadesi. Cemre “ya da”nın iki yanındaki önermelerden hangisinin doğru/geçerli olduğuyla ilgili değil; öyle anlık bir his ki bu, gelip geçmiş, üzerinde çok durulmamış, gelgelelim gene de bir mim konmuş. Bizden de beklenen o anlık hissi, o hava akımını hissetmemiz. Cemre’yle beraber Rüstem’i tanımaya başlıyoruz böylece. Bu cümlede etkileyici olan bir yan da şu; yazar bir belirsizliğe, belirsizlik alanına (o mu, bu mu, hangisi?) dikkat çekerken, bir yandan da bankanın havasıyla Rüstem’in havası arasında gözden kaçırılması imkânsız bir bağ olduğunu tespit ediyor. Şu da önemli; “ya da”nın her iki tarafındaki önermeler ifade edildiklerinde birbirlerini iptal etmiş değiller; aynı anda var olduklarına, ifade edildiklerine göre, Rüstem’le bankanın havası arasında bir bağ olduğu gibi, bir bağsızlığa da işaret ediyor bu cümle (ne o ne öbürü). Bu ikisi birbirine tam otursa “ya da”nın iki tarafı olmazdı. Beri yandan bu cümlede belli belirsiz bir ironik açı da saklı; sanki Cemre bir şeyi seziyor ama umursamıyor, adeta “ha o ha bu” deyip eliyle havaya çok hafif, belli belirsiz bir tokat atıyor. Dolayısıyla Cemre’yi biraz daha tanımamıza da yardımcı olan bir cümle bu. Az çok bildiğimiz, neler olduğunu tahmin edebileceğimiz bir hikâye anlatılacakmış gibi başlayan öykü burada kıvam kazanıyor. Yazarın öylesine ya da hoşluk olsun diye yazdığı düşünülebilecek bu cümlede Rüstem’in yazgısına dair de bir şeyler mevcut. Öykünün devamında bu yazgı daha da belirecektir.
Nedir peki Rüstem’in yazgısı? Sözünü ettiğim öbür öykü kişileri gibi kendi içinde kalmakla yetinmemiştir, belki de yetinememiştir, iki yerde birden olmaya çalışmıştır – içeride ve dışarıda. Gelgelelim kaybolmuştur Rüstem iç ile dışın çatışmasında, ikisinde de olamamıştır.
“Bolero” öyküsünün başkahramanı Besime’deyse kendi içinde kalmanın kimi arazlarıyla karşılaştığımızı söylemek mümkün.
“Bazen gerçeğe yaklaştıkça gerçek yalan gibi gelebilir insana. Bana da öyle oldu. Bir kuyunun etrafında gezinir gibiydim. Kendi aklımızla, ellerimizle kendi kendimize kuyular kazarız. Bazen bazı kapıları açar açmaz bu kuyulardan içeri düşeriz. Mesela bunlar kendi seçtiğimiz evin, çalışmak istediğimiz işyerinin, eğitimini almak istediğimiz bir enstrüman için yazıldığımız kurs sınıfının kapısından girer girmez düştüğümüz kuyular olabilir. Bile isteye kazdığımız başka neler olabilir… Mezarlar… Yalan olduğunu bildiğimiz bir lafın gerisindeki iç ses… Göze düşürülen bakışı hazırlayan gerçek duygular… Bazı kuyuların içinde olmasak bile kendimize iliştirdiğimiz ya da bize iliştirilen bir ritimle bu kuyuların etrafında gezinirken içlerine düşmekle burun buruna geliriz.” (s. 45)
Besime hiç kuşkusuz Rüstem’le karşılaştırıldığında kendisi ve dışarısı konusunda daha bilinçlidir, adımlarını sağlam atarak ilerlemiştir. Dişiyle, tırnağıyla kendisine dışarıda bir hayat kurmuştur (ev, iş, kurs); bir yandan da kendine ait bir dünyası vardır, hepten dışarının dayattığı biçimle özdeşleşmemiştir. Aynı zamanda başkalarının küçük-büyük oyunlarını görebilecek kadar mesafesini de korumuştur dışarıyla (yalanın gerisindeki iç ses, saklanan gerçek duygular…), gördüklerini görmezden gelmemiştir. Bu noktada bir bankada şube müdürü olan Rüstem’e ilişkin yapılan saptamanın bir benzeri kesinlikle Besime için geçerli değildir. Şöyle deniyordu Rüstem için: “Banka çalışanlarının kendi ayarında olmadıklarını düşündüğü halde kendini onlara ispatlamaya çalışıyordu.” Kendisinin ve öbürlerinin ayarının farkında olduğuna göre iyi kötü bir kendilik bilinci vardır Rüstem’in, ama halen kendini onlara ispatlamaya çalıştığına göre çok da sağlam duramamaktadır dışarının dayatmaları karşısında. Besime’nin dramıysa içerinin mutlak biçimde dışarıdan ayrılmasının mümkün olmamasından, dışarının dayatmalarının içeride beklenmedik sarsıntılar yaratabilmesinden kaynaklanıyor. İnci’nin öykü kişileri arasında içeriyi en çok koruyup kollayabilmiş olan “Sezer Hilkan’ın Not Defteri”nin anlatıcısıdır belki de, ama onun için de annesinin, “Her şeyi zihninde didik didik ede ede aklını alıp kopardın hayatından, parça pinçik ettin” dediğini unutmamak gerekir. Nitekim Besime de, “Aklımı kandıramıyorum” diyecektir.
“Bunun için başka bir akla ihtiyacım var. Bu aklın bana üstün gelmesi gerekli değil. Benimle birlikte düşünmesi, bir başka aklın bana seslenmesi yeter… Bunun için önce yalnızlığın üstesinden gelmek gerekir, ama nasıl…” (s. 46)
Kendi içinde kalabilmek iyi, güzel, ama insanın bir başka akla da ihtiyacı var. Besime için bir işte çalışmayı sürdürmesinin esas anlamıysa “yalnızlıkla yaşlılıkta başa çıkmanın [çok daha] zor” olmasıdır. “Bolero” öyküsü sadece Besime’nin bu dramıyla ilgili değil. Besime’nin, geleceğiyle ilgili kararı veren, “kendini patrondan daha patron” gören insan kaynakları müdürünün yapay ilgisi, pişkinliği, Besime’nin daha önceden umursamadığı uğraşlarını işine gelince önemser görünmesi karşısında hissettikleri de önemli. Bunu bize doğrudan ifade etmez Besime. Öfke mi, insan kaynakları müdürünün yalanlarının gerisindeki iç sesini çok net duymasına neden olan pişkinliği ve yapaylığı nedeniyle hissettiği utanç mı? Besime için acil sorun gelecekte onu bekleyen kuyulardır. Bunu fark etmesiyle karşısındakine dil dökmek, dert anlatmak önemini yitirir. “Anlamayacak, anlasa da bir şey yapamayacak” biri için çaba harcamak manasızdır. Düşeyazdığı kuyudan onu gene bir anlamda kendisine dönerek kurtulacaktır.
İnsan kaynakları müdürü adına utanç duymaktan söz etmez Besime, ama bunu satır arasında sezeriz. Kimi vurguları sezdirir bunu: “Kendini patrondan daha patron görmek.” Çok kolay ağır yargılayıcı olabilecek, sert hükümlerle devam edebilecek bir ifadedir bu. Besime de yargılamıyor değildir, ama tonu farklıdır onun yargısının; “şirinlik” yaptığından söz eder mesela. Şunu hissettiriyor bize Ayşe Özlem İnci: Bu iki kadın öykü boyunca karşı karşıya oturuyor, konuşuyorlar. Besime, kuyulara düşme korkusu, giderek boğuntusu içinde olsa bile, bir an olsun öbürünün yerinde, karşı koltukta oturmak istemez. Kendi konumunu yeğlemekten vazgeçeceğini düşünemeyiz.
“Yerin Dibi ya da Zeliha” başlıklı öyküde de bir masada oturan iki kişi var, ama bunlar sevgili. Adamın iç konuşmasını takip ederiz öykü boyunca. Bu anlatıcının da iç barışı yoktur ve Besime gibi onun da “dışarıdan” gelen atak karşısında yaşadığı bocalamaya tanık oluruz. Bu kişi bir yandan kendisindeki problemin farkındadır, ama harekete geçememektedir – problemi harekete geçememektir!
“Hiçbir şey yapmamaya çalışarak bir şey yapmaya çalıştığımı fark edip yine bir hayalin değil de yorgunluğun peşinden gittiğimi gördüm. Gitmek dediğim de sürünmek.” (s. 40)
Öykünün başında “kusarak bile duruş sergileyemedi[ği]” için kendine kızdığını söyleyen anlatıcının öykü ilerledikçe kızgınlığının nedeni berraklık kazanır. İşittikleri (ve buna karşı bir şey diyememesinden de elbette) nedeniyle hiç değilse kusmuş olmayı arzulamıştır – bu bile, bu kendiliğinden ortaya çıkan, onun iradesine muhtaç olmayan tepki bile bir şey yapmak olacaktır. Bu olanca kımıltısızlığı içinde, elinden tek gelenin ve kendisini dinlendirebilecek olanın, “bir başkasının lafı, tavrı vesilesiyle değil de kendi rızasıyla yerin dibine gir[mek]” olduğunu itiraf eder. Başkasının lafıyla yerin dibine geçmek etkin bir edim sayılmaz, ya da yıllar içerisinde (şu ya da bu ölçüde etkin olduğumuz bir süreçte) oluşmuş olan benliğimizin otomatik tepkisidir. Anlatıcı bundan ilham almayı başarmanın peşindedir. Hiçbir şey yapmamaktansa yerin dibine bu kez kendi seçimimle geçeyim, demektedir. Bunun bir tür “dinlenme” arzusunun tatmini olduğuna da dikkat etmek gerekir. Kendini bu kez de kendinden, kendi kımıltısızlığının neden olduğu yorgunluktan koruma çabası belki.
Kitabın adının, Yerin Dibinden Geliyorum’un neye işaret ettiği de açıklık kazanıyor. Besime de, Zeliha’nın erkek arkadaşı da başkalarının sözleri nedeniyle yerin dibine geçmişlerdir, ama dikkat çekmek gerekir, halen orada değiller, gelmekteler; yerin en dibine vurduklarını ve artık yükselme yolunda olduklarını düşünebiliriz. İnci’nin öykü kişilerinin dışarıya karşı kendilerini koruma konusunda onlara özgü çabaları var. Başka bir deyişle, hayatı sürdürebilme stratejilerinden söz etmek mümkün. İçine kapanmak, kendini dövmek, başına geleceğini sezmiş olduğuna bile isteye atılmak…
“Kasetçalar” öyküsünde “hayatı sürdürebilme stratejileri” adını verdiğim, kişilerin kendi içlerinde kalmaya dönük özgün çabalarının tersine, insanların başkalarını merkeze alarak geliştirdikleri arayışları Seza “yaşam destek ünitesi” olarak adlandırır.
“Kendimizi neremizden çekersek kurtulacağımızı bilmediğimiz insanların, dayanılması zor bir ritimle bizleri sarsmalarına müsaade eder, eş-yaratıcısı olduğumuz bu sarsak iskeletle dengede kalmaya çalışır ve hayatımıza kıytırık telaşlardan ziller takarız. Bu ziller her sarsıntıda çalar ve böylece ne kadar zor durumda olduğumuzu başkaları da duysun diye can atarız. Çünkü bu ses ne kadar çok kişinin kulağına ulaşır ya da güçlü bir kaynaktan gelirse bizler için o denli güvenilir bir yaşam destek ünitesi halini alır.” (s. 83-84)
Seza’nın şu cümleleriyse bu gibi konulardaki kendi tutumunun ifadesi:
“Önceden, ilişki kurmaya çalıştıklarımın akıllarından geçirdiklerine kafa yorar ve duygularımı umursamazdım. […] Onun ne yapmaya çalıştığını anlamak zorunda değilim. Yanında nasıl hissettiğimi daha fazla önemsiyorum.” (s. 84)
Öykünün merkezindeki kişi Seza değil, Aziz’dir. Bu ilginç öykü kişisini okuyarak tanıma zevkini kaçırmamak için ayrıntıya girmeyip sadece şuna dikkat çekeceğim. Aziz’in de kimi stratejileri var, onun da kendi merkezinde kalmaya odaklı olduğu zannedilebilir ilk başta, ama o bu yöndeki uğraşını başkaları odaklı sürdürmeyi yeğliyor. Görünürde olanın ve kendisinin düşündüğünün aksine, Seza’nın ifadesiyle, bir başkasının onu kendi belirleyeceği ve umduğu şekilde sarsmasına dayanıyor çabası. Kendi merkezinde kalmanın bencil (ve yararsız) bir versiyonu belki de.
İnci’nin Billie Holiday ve Edith Piaf’ı buluşturduğu “Billie ile Edith” başlıklı öyküsündeyse, duygusal ilişkiler bağlamında dışarının basıncına karşı içeride alınan birbirine çok yakın iki tutumla karşılaştığımız söylenebilir. Edith duyduğu kimi arzuların başkaları tarafından yanlış anlaşılması karşısında hissettiklerinin “berbat” olduğunu, ama buna karşı çıkmadığını vurgular. Bu yorucu mücadelede bulduğu çare şarkı söylemektir. Billie ise “Sevmekten vazgeçemedikleri[nin] her gece […] [onu] yere sermek için egzersiz yapıyor gibi” olduklarından şikâyet eder. Beri yandan, sevmekten vazgeçemediği gibi mücadeleden de vazgeçmemiştir. Müziğin her ikisi için de kendi içlerinde kalmanın, kendilerine, arzularına sarılmanın bir yolu olduğu sonucuna varabiliriz. “Zelal” öyküsünün çocuk anlatıcısını da bu bağlamda içerideki kendi korkularına karşı gene içeride mücadele veren, vazgeçmeyen bir kişi olarak değerlendirmek mümkün.
Ayşe Özlem İnci’nin öykü kişileri arasında kendini korumaktan vazgeçerek tutum alan biri de var: Zenaki. Bu isimdeki kahramanıyla aynı adı taşıyan öykünün iletisini açıkça ifade ettiğini düşünmek mümkün ilk anda.
“Bu zulmü gören halk şimdi komşu köy kuraklıkla, hastalıkla, sefaletle uğraşırken suyunu niye paylaşmaz? Bebeler, çocuklar, hastalar iyileşemeyip ölürler…” (s. 14)
Ayşe Özlem İnci’nin öykülerinin şöyle bir özelliği var: Bildiğimiz öykülerden biri gibi başlıyor, ama öykü ilerledikçe sessiz sedasız kendi yolunu çiziyor. “Sezer Hilkan’ın Not Defteri” mesela bulunmuş bir defterle ve anlatıcının bu defterin sahibini arama isteğiyle başlıyor. Daha ilginci, öykünün sonu da şaşırtıcı olmakla birlikte çok yabancı olduğumuz bir yere çıkmıyor. Gelgelelim, yukarıda açıklamaya çalıştığım gibi öykü bu “klasik” denebilecek kurgu içerisinde bambaşka uğraklardan geçiyor. “Zenaki” de iletisini açıkça söylüyor görünürken, olay örgüsü ve ayrıntılarda bambaşka yerlere açılıyor.
Belki de bu iletinin bunca açık olması metindeki başka uğrakları saklamak ve derinleştirmek için. Öykücü, “Siz bunlarla yetinecekseniz, bunlarla yetinip hüküm kuracaksanız buyrun, bekliyorum...” diyor. Zenaki’nin de böyle peşin hükümlerle kurban edildiğini hatırlattığı gözden kaçmamalı. Belirttim, yüzeyde kalındığında, “Ey insanlar, kendi acılarınızın benzerini çeken başkalarının acılarına nasıl kayıtsız kalıyorsunuz böyle” diyerek sitem eden bir öykü olarak okunması mümkün “Zenaki”nin. Oysa derinde insanın acıyla arasındaki karmaşık mekanizmanın dolayımlarına işaret ediyor; acı çekmenin bir türünün acıdan kaçmak olduğuna, ama bunun acıyı yok etmeyip geleceğe taşıdığına. Kendinize acımanız mesela acı çekmek değildir, diyor Zenaki’nin öyküsü; olsa olsa acıyı istismar etmektir, başkalarının acılarını.
Zenaki’nin öykünün başlarında, “geleceği hatırlamaktan” söz etmesi de bundan. Geçmişin geleceğe etkisiniyse şöyle ifade ediyor: “Geçmişi sadece sayıklamak, geçmişi de acıyı da tüketir. Acınız tükenirse, gelecek, size yine kendini hatırlatacak.” Acıdan korkmayın, diyor; daha önemlisi, başkalarının, geçmişteki mağdurların acılarından kendinize korunaklar, sığınaklar yaratmayın; onlar acılarını çektiler, onların acısına bir de siz kendi korkaklığınızı ekleyip çürütmeyin. Merhamet edin onlara, kendi geçmişte acı çekmiş insanlarınıza. Zenaki’nin sözleri, gördüğü zulme rağmen başkalarına merhamet etmemenin arkasındaki mekanizmaya da görünürlük kazandırıyor. Daha kendi soyunun geçmişteki acılarına merhamet etmedikleri, acıyı sadece “sayıkladıkları” için başkalarına da (onlardan olmayanlara da) merhamet edemiyorlardır. Tanrı’dan merhamet dilerken satır arasında şunu diyor sanki: “Merhamet edin ki merhamet bulasınız.” Merhameti kendisi için dilemediği de açık.
Şunun da altını çiziyor Zenaki: İnsanları dışarıyla ilişkisinde kör eden, bunun öncesinde kendi acılarıyla nasıl ilişkiye gireceğini bilmemesi. İnsanları acımasız yapan da, acıları bitimsiz kılan da bu. Köy halkı Zenaki’nin sözlerinden kehanet çıkartıp önce kapıların pencerelerin ardına saklanıyor, sonra da “kâhin”den kurtulup kehaneti iptal edeceklerini zannediyor. Nedenle sonucu karıştırdıkları ortada – işlerine, kolaylarına bu geliyor. Oysa Zenaki onları zorlu yola çağırıyordur. Kehanet geleceğe temlik koymuyor, gelecekteki mutsuzlukları çağırmıyor, belirlemiyor ya da anlatmıyordur; aksine, Zenaki’nin sözleri, geleceğin geçmişte ve şimdide, geçmişi ve şimdi algılayış ve yaşayış biçimlerimizle inşa edildiğinin ifadesi.
Aşırı bir yorum mu olur, acıyla ilişkimizin de bir kendilik kurma ve kendimizi dışarıdan koruma stratejisi olduğunu ileri sürmek? Herkes kapısını penceresini kapatıp saklanırken Zenaki’yi bir tek “burnunun dikine giden” Zirev’in dinlemesi de boşuna olmasa gerektir.
Yerin Dibinden Geliyorum’daki ilgi çekici öykülerden biri de “Zenjey”. Bu öyküyü de bir yapay zekâ öyküsü olarak okumak pekâlâ mümkün. Bununla beraber bu öykü aynı zamanda sanatsal yaratım hakkında. Son yıllarda sıkça duyduğumuz, olumlu yanıtlarının örneklerine ilişkin haberlere rastladığımız, “Yapay zekâ sanat yapabilir mi?” sorusunun peşinden gitmiş Ayşe Özlem İnci. Öykü Zenjey adını verdiği yapay zekânın mucidinin şu sözleriyle başlıyor:
“Yaşadığımız bir olay, merkezinde olmanız sebebiyle üzerinden zaman geçse de sizin için bir anı niteliğine kavuşamayabilir. Çünkü söz konusu an, sizi o zaman diliminde tutsak edebilir. Siz hep orada kalmışsınızdır, ne anısı?” (s. 55)
Geçmişteki bir zaman diliminde tutsak kalmak, zamanın akışının sonsuza dek kırılması, o ânın süreklilik kazanması – orada tutsak kaldığımıza göre o anda, orada yaşamayı sürdürmekteyizdir. (Hatırladığımızda kıpkırmızı kesilerek yerin dibine geçtiğimiz anları düşünebiliriz sanırım burada; her seferinde orada değil miyizdir?) Biliyoruz ki, yapay zekâ bir edebiyat metnini dört dörtlük bir gramerle yazabilir, bütün zaman kipleri onun yazdığı metinde hatasız bir biçimde birbirini izleyebilir, ama edebiyat bu değil, ya da bundan ibaret değil. Zenjey’in vurguladığı gibi, yüklenmiş, depo edilmiş kelimeler, cümleler, zaman kipleri, yazılmış belki bütün edebi metinlerin yanı sıra, sanatçının kendine ait anıları, arkadaşlıkları olmalı; bunların kurulması ve devamı için de duyguları. Beri yandan bu öykü bir başka şeyin daha gerektiğinin altını çiziyor. Zaman algısının da sürçebilmesi gerekiyor; geçmişteki bir anda takılıp kalmak, yaşanmışlıkların bu nedenle bir türlü anı olamaması, o anda yaşamayı sürdürmek. Sanat da böyle sürçme anlarında doğuyor ya da bunların izinden gittiğinde.
Son olarak Ayşe Özlem İnci’nin öykülerinin ironik yanına da değinmek gerekir. Yaygın ve her öyküde karşılaştığımız bir şey değil; daha çok satır aralarında beliriyor, öykü kişilerinin kendileriyle uğraştıkları anlarda biraz daha öne çıkıyor. Bu ironik dil öykülerdeki sarsıcı, iç yakıcı olaylara bir denge getiriyor, ama mekanik bir denge değil. Bir tutam acı, bir tutam ironi asla değil. Bunu “Sezer Hilkan’ın Not Defteri” öyküsündeki bir ifadeyle açıklamak daha doğru olacaktır. Orada öykünün anlatıcısı annesine duymayacağı bir mesafeden seslenerek hislerinden söz ettiğinde bunların yığıldığını, bu nedenle de hissedemediğini, hantal bir yük halini aldığını söylüyordu. İnci’nin öykülerindeki ironik bakış ya da ifadeler de sanırım hislerin yığın halini alıp hissedilmez olmalarının önüne geçen bir denge unsuru olarak iş görüyor.
•