Aslı Tohumcu: “Jules Verne olmak isterdim ama…”

“Biz sadece tanık olmakla kararıyoruz. Bu açıdan da umutsuzluk ayıp ve yanlış geliyor. Dolayısıyla edebiyatın, birilerinin bakış açısını değiştirme olasılığı konusunda da umutla umutsuzluk arasında gidip geliyorum.”

26 Mart 2020 00:55

ÖZLEM AKCAN – Buraya gelmeden önce, son dönemin adaletsizliklerini listelemek istedim. Sonra baktım, yazıyorum, yazıyorum, bitmiyor. Kısaca bir toparlama yaparsak, 2019 yılında erkekler 474 kadını öldürdü. TGS’nin kayıtlarına göre, şu an 84 gazeteci cezaevinde. Dün tutuklanan Barış Pehlivan ve Barış Terkoğlu bu rakama dahil değil. 140 bin kişi KHK mağduru. Binlerce Suriyeli göçmen, yaklaşık bir haftadır Edirne sınır kapısında. Kayyum atanan belediyeler, iradesi yok sayılan seçmen, Selahattin Demirtaş, Figen Yüksekdağ, Osman Kavala, öğrenciler, geçmişten günümüze cezasızlıkla sonuçlanan bir sürü dava ve günlük yaşam içerisinde haber değeri olmayan, gündeme bile gelmeyen adaletsizlikler... Bütün bunlar olurken, Kötü Kalp’i yazmaya hangi duygularla başladın?

ASLI TOHUMCU – Bütün bunlar, yani hem toplumsal ölçekte yaşadıklarımız, insanların yaşadıkları, tanık oldukları, tanık olduklarımız hem de bireysel ölçekte, küçük küçük yaşadığımız şeyler karşısında insan bir, nasıl diyeyim, çıldırma mı diyeyim, delirme noktasına ya da kendini son derece çaresiz hissetme noktasına geliyor. Edebiyatın bu anlamda bir işlevi var ama kurtarıcı olarak, son umut olarak da bakamıyoruz edebiyata. Ne yapabilirim, ne yapabilirim diye düşündüm. Ve şu duygumdan yola çıktım: Bazen biri bir şey söylüyor, elimin tersiyle çarpsam diyorsun ama terbiyen, yetiştirilme tarzın, mezhebin, neyse artık, o izin vermiyor ya yapmana... Hep o efendiliği, hanımlığı, neyse onu koruyorsun. Peki ya bunu yapmak zorunda olmayan biri olsaydı ve insanlara haddini bildirseydi. Bugün, demokrasiyi ve adaleti sağlaması gereken kurumların çalıştığını söyleyemeyiz. O kurumlar yerine bunu yapacak ve yakalanma, cezalandırılma korkusu olmayan biri olsaydı, nasıl olurdu, neler yapabilirdi, diye düşündüm. Gerçek hayatta alamadığımız adaleti, kâğıt üzerinde almak için kolları sıvayayım dedim. Bunun için de bir barış imzacısı uygun geldi bana baş karakter olarak. Onun o çelişkisi, yani barış için imza atmış olması ama kiminle barışacağını, neyle barışacağını şaşırmış hale getirilmesi... Belki hiçbir barış imzacısının böyle bir çelişkisi yoktur ama onların durumuna bakınca, neredeyse bir soykırımdan geçiriliyorlar çünkü, onların durumuna bakınca, en azından bende kiminle barışacağız sorusu uyandı. Çocuk tacizcisinden, hakkını arayan işçisine parmak sallayana, işyerinde mobbing yapandan tacizci emlakçıya ve tecavüzcü müvekkilini yalanlarla dolanlarla serbest bıraktıran avukata ve buna izin veren hâkime kadar, bir başlayayım bakalım, ne kadar gidebileceğim diye düşündüm. Ve bayağı gittim galiba. Bir yirmi kişiyi ağır şiddet uygulayarak cezalandıran ve bir yandan da bunun vicdan hesaplaşmasını yapan bir karakter, dolayısıyla da Kötü Kalp çıktı ortaya.

Ö.A. – Kötü Kalp, mağdur ve failin birbirine karıştığı bir hikâye aslında. Romanda da şöyle bir cümle var: “Bu kötü kalpler çok fena, insanın içindeki iyiliği öldürüyor. Bu insanlar çok fena, insanın içindeki iyiliği öldürüyor. Hayatını gözden geçirince resmen, katliama uğradığını düşünüyor.” Bir kalp nasıl kararıyor?

A.T. – Gene aynı şeyi söyleyeceğim. Toplumdaki bu ahlâki çöküş, evrensel etiğin ve ahlaki değerlerin kaybedilmiş olması, belki onlara hiç sahip olunmamış olması... Türkiye’de değil sadece, dünyanın birçok yerinde böyle olması bunun. Ayrıca Şule Çet cinayeti, seçilmiş vekillerin hapiste olması gibi birçok büyük olay dışında, küçük küçük örneklerle de yaşadığımız toplumsal yozlaşma… Sonra merhamet, vicdan, empati gibi kavramların yozlaştırılması, çürütülmesi... Mesela bak, ilk kitabımı yazdığımda, hem kitap yazmış olmakla bağlantılı hem de ondan bağımsız olarak, “Dünya iyi bir yer. İnsanlar iyi. Herkesin içinde bir iyilik vardır. Fakat bunun ortaya çıkacağı koşul yoktur,” diye düşünürken, bambaşka bir noktaya geldim ben de. Nasıl geliyor insan o noktaya? Şule Çet cinayetinin ardından yapılan yorumları hatırlayalım: O saatte ne işi vardı orada? İçki içmeseydi, şuydu buydu...  Hep mağduru suçlayan, fail hakkında hiçbir cümle kurmayan, fikri sorulmadığı halde korkunç bir kötülüğü fışkırtan yorumlar. Kadının artık yaşamadığını, hiçbir zaman hiçbir hayalini, umudunu gerçekleştiremeyeceğini, ailesinin çektiği acıyı hiçbir şekilde umursamadan konuşan, korkunç kötü bir kalabalık var. O kalabalığa baktığında da insanın evet, kalbi kararıyor. Ama onlardaki karanlıkla, benim kahramanımın karanlığı farklı şeyler diye düşünüyorum.

Ö.A. – “Korkunç kötü bir kalabalık var,” dedin. Asıl mesele bu gibi sanki... İktidarın tüm yaptıklarının yanı sıra olan bitene onay veren, gündelik hayat içinde küçük kötülüklerini yapan kalabalık. “Kötülüğün sıradanlığı,” diyordu Hannah Arendt ve kötülüğün sıradan niteliğini, “normal” insanlardan oluşan kitlelerin iyiyle kötü arasında bir ayrım yapmamasına, yargı yoksunluğuna bağlıyordu. Geçen gün, Tarih Dergisi’nin 8 Mart’a yönelik hazırlanan sayısının erkek yazarlardan oluşmasını eleştiren Buket Uzuner, derginin genel yayın yönetmeni tarafından, aleni biçimde ve saygısızca “hırsızlıkla” suçlandı mesela. Bir kadın edebiyatçı olarak kültürel iktidar içerisinde sen nasıl adaletsizliklere maruz kalıyorsun?

A.T. – Keşke kültürel alanda hiçbir adaletsizlik yok diyebilseydim. Bu alanda emek veren erkeklerle eşit şartlara, haklara sahibiz diyebilseydim. Onu da Durmadan Leyla’da işi mizaha vurarak anlatmaya çalıştım. Çalıştığınız gazetede yükselmeniz için bir erkek müdür tarafından size alternatif yollar sunulabiliyor! Bir senaryo grubunda tek kadın olarak erkeklere çay götürüp getirmeniz istenebiliyor. Küçük olaylar güya bunlar, bazılarının bakış açısıyla sadece dedikodusu edilecek şeyler ama aslında kültür alanında da erkeğin ve erkekliğin iktidarını görüyoruz. Kadınlar üzerinde güç sağlamak istediklerini... Erkeklerin basamakları bize göre daha farklı tırmandıklarını ve bunun her zaman yazarken ustalık göstermekle başarılmadığını görüyoruz. Bu noktada kadın edebiyatçılar olarak ayrıca örgütlenmemiz, değişik bir örgütlenmeye gitmemiz gerektiğini düşünüyorum. Bir sürü şeyi artık ifşa etmemiz, kendi aramızda dertleşmek, dedikodusunu yapmak yerine bunları alenen paylaşmamız ve o insanları sıkıştırmamız gerekiyor. Tavırlarını değiştirmek zorunda bırakmalıyız onları. Aslında yapılabilecek şeyler var. Neden yapmıyoruz sorusu da tabii var.

Ö.A. – Neden yapılamıyor? Bu soru hepsi için de geçerli aslında.

A.T. – Buket Uzuner’in düştüğü durum yüzünden. Buket Uzuner herhalde ekonomik kaygısı olmayan, yüksek satış rakamlarına sahip bir yazar. Belli bir yaşta, çok sayıda eseri olan bir insan. Ama bir iki kitabı yayınlanmış genç kadın yazar kime, nasıl diklenecek? Diklendiğinde kitabını başka biri basacak mı? Üzerine bir etiket yapışacak mı? Haklıyken haksız durumuna düşecek mi? Bedelini ödeyecek mi? Seninle dışarıda da konuşuyorduk, “Kötülük nedir?” diye. İyinin sessiz kalması. Korkunun hüküm sürdüğü bir yerde bedel ödemek kolay bir şey değil. Herkesin yapabildiği bir şey değil. Tabii ki yapmadıkları için de insanları yargılayamayız ama böyle böyle bazı şeylerin önünü kesemiyoruz. Kötülüğün akışını, haksızlığın, hukuksuzluğun akışını da durduramıyoruz aslında basitçe.

Ö.A. – “Korkunun hüküm sürdüğü bir yerde bedel ödemek kolay bir şey değil,” dedin. Kötü Kalp’teki ana karakterin barış imzacısı. Kendi başına gelmeyen, bir başkasının mağdur olduğu adaletsizlik için sesini çıkarıyor ve susmadığı için de mesleğini yapamaz hale geliyor. İktidarın ödettiği bedelin yanı sıra bir de sosyal çevrenin ödettikleri var. Ki bu, genelde görünmez, ama etkisi yıkıcıdır. Romanın satır aralarında, barış İmzacısı bir mağdurun nasıl suçlandığını görüyoruz. Ailesi, arkadaşları, çevresi “Neden imza attın?” diyor, “Sana mı kaldı?” diyor. Cinsel istismara maruz kalan kadına, “O saatte orada ne işi varmış?” demek gibi. Neden insanlar failden değil de mağdurdan hesap soruyor?

A.T. – Evet, “Akademinin işi mi bu? Terörist mi oldun?” sorularına maruz kalıyor. Eşi bile itibarını tehlikeye atmakla suçluyor onu.  

Ö.A. – Evet. Çocukken bile sınıfta bize şey söylenir ya. Arkadaşımız haksızlığa uğradığında, sen onun avukatı mısın der öğretmen. Bütün bunları ses çıkarmamak üzerine kodlarız ki ses çıkarmanın da bir bedeli var.

A.T. – Evet. Üstelik sadece barış imzacıları değil, gazeteciler, avukatlar, STK’cılar da, yani mağdurlar adına ses çıkaranlar da ödüyor o bedeli. Soruna gelirsem... Giderek totaliterleşen, cahilliğin ciddi prim yaptığı bir düzende, özellikle toplumun eğitimli, üreten, toplumun bir kesimi için değil bütün kesimleri için endişelenen, herkes için özgürlük, barış, adalet isteyen kesime karşı büyük bir düşmanlık tohumu ekmeyi başardıkları için olabilir. İnsanlarda faille mağduru ayırt etme yetisi kalmadığı, bırakılmadığı ya da ahlâktan anladıkları çok farklı olduğu, bizden olmayan yaşamasın duygusu körüklendiği için de olabilir. Yargı yetisi yok insanlarda, vicdan ve empati de kayıp herhalde.

Ö.A. – Kötü Kalp’te mesele edilen, hepimizin de tanık olduğu Flormar işçilerinin hak gaspından cinsel istismara, gündelik hayat içindeki ezen-ezilen ilişkisinden insanların bir gecede işsiz bırakılmasına, tüm adaletsizlikler evrensel sorunlar aslında. Romanın ana karakteri KHK’li diye “yerel” bir sorun gibi görülebilir ama dünyanın başka başka yerlerinde de insanlar farklı şekillerde işlerinden oluyor. Adına erkeklik diyelim, otorite diyelim, patriarka diyelim; fark etmez. Tüm bu evrensel sorunların temeli iktidar ilişkisine dayanıyor. Tabana yayılmış bir tahakküm ilişkisi varken, özel hayatlarımıza kadar sirayet etmişken, bir çıkış yolu var mı sence?

A.T. – İsyandan, mücadeleden başka nasıl bir çıkış noktası olabilir, onu ben de bilmiyorum. Siyasetbilimcilere, sosyologlara, psikiyatristlere, sinirbilimcilere mi sormak lazım! Tabii kötülük meselesi olarak baktığımızda, işte demin de konuşuyorduk, eğitim sistemini, teolojik öğretileri, anne-baba-çocuk ilişkisini sağlam bir temele oturtmak lazım. Belki iyiliği de ciddi şekilde organize etmek lazım. Kötülük çok organize ve hızlı. Bulduğu her çatlaktan sızıyor. Hükümet, devletler nezdinde de, bireyler nezdinde de. Ama bir yandan da bakıyorsun, Meksika’da kadınlar Anayasa Mahkemesi’ni yaktılar. Bunun nasıl bir geri dönüşü olacak çok merak ediyorum. Tabii ki şiddeti, yakıp yıkmayı savunmuyoruz ama günde on kadının öldürüldüğü ve kimsenin bir şey yapmadığı bir yerde, Anayasa Mahkemesi’nin yakılmasını ben çok da kötü bulamıyorum. Bizim için bardağı taşıran son damla ne olacak çok merak ediyorum. Kadınlar olarak özellikle.

Ö.A. – Onu ben de çok merak ediyorum. Ayrıca, kimin adaleti meselesi var. Feministlerin çok sık kullandığı bir slogan; “erkek adalet değil gerçek adalet istiyoruz”. Bir kararın hukuka uygun olması her zaman adaleti sağlamıyor. Ve nihayetinde de kalp kararıyor. Mağdur faile dönüşüyor. Dönüşüyoruz hepimiz. Sence failin de dönüşme ihtimali var mı? Umut aramaya çalışıyorum bir yerden.

A.T. – Vardır herhalde. Uzun zaman alacak bir şeydir ama gerekli adımlar atılırsa. Rehabilitasyon mu? Eğitim mi? Nedir onun çaresi bilmiyorum ama... En azından kadın mücadelesi geri adım atmıyor. Alanda çalışan STK’lar, kurulan dernekler, avukatlar, kadın erkek gazeteciler vs. Böyle böyle gayretlerle gerçekleşecek dönüşüm ama bilmiyorum biz görecek miyiz? Çok umutlu değilim.

Ö.A. – Rebecca Solnit, Karanlıktaki Umut adlı kitabında şöyle diyor: “Umut bilinmeyen ve bilinmeyecek olanın kucaklanmasıdır, hem iyimserlerin hem kötümserlerin kendinden emin duruşlarına bir alternatif. İyimserler bizim müdahalemize gerek kalmadan her şeyin iyi olacağını düşünürler, kötümserler ise tam tersi; iki grubun da eyleme geçmemek için mazereti hazırdır. Yapıp ettiklerimizin nasıl ve ne zaman önem kazanacağını, kimi ve neyi etkileyeceğini önceden bilmesek de, yapıp ettiklerimizin önem taşıdığı inancıdır umut.”  Kötü Kalp’in ithafında şöyle diyorsun sen de:“Adaleti hak edip de alamamışlara, keşke elimden gerçek bir şey yapmak gelseydi.” Bu açıdan umutluyum ben.  Şey duygumuz var bizim; bir şey yaparken, bugünden yarına bir çözüm bekliyoruz aslında. Ama bazı değişimler de o küçük küçük üste koymalarla oluşuyor. Sen adaletsizliği edebiyatın araçlarını kullanarak anlatıyorsun, bir başkası haber yapıyor, diğeri sahneye çıkıyor. Bundan elli yıl önce, yüz yıl önce adaletsizliği konu edinen edebi metinlerin birilerinin hayata bakışını değiştirmediğini kim iddia edebilir?

A.T. – Edebiyat bir kardeşlik yaratıyor tabii. Benzer dertleri, benzer hassasiyetleri taşıyan insanlar için. Ben böyle bir kitap yazarsam yüreğim soğur sanmıştım. Çok soğumadı. Ama okuyanlardan “oh olsun dedik, daha da sert yazsaydın” şeklinde yorumlar aldım. Demek ki öyle bir faydası oldu onlara. Soruna gelirsem... Ben bu soruyu yanıtlamak için çok doğru bir yerde durmuyorum sanki. Bir yandan Ömer Madra’yı dinleyince, yazmak da çok anlamsız geliyor. Sırt çantamı ve çocuğumu alayım, gitmesin okula, otostopla, bulaşık yıkayarak, şunu bunu yaparak Dünya’yı gezelim, bir kere geldik dünyaya, zaten kalmış 30-35 yılımız diye düşünüyorum. Bir yandan da, yok olmaz öyle diyorum. Bazen de, mesela bir Rakel Dink’e baktığımda, Emel anneye baktığımda – bu ikisi ilk aklıma gelenler, yoksa bir sürü canı yanmış insan var... Bu insanların inancına, ısrarla barışçıl bir dille konuşmalarına, Emel annenin bir vakıf açıp, çocuklar için bir şeyler yapmaya çalışmasına, Rakel Dink’in kimseyi galeyana getirmeyen konuşmalarına bakınca, umutsuz olmak da çok ayıp geliyor bana. Çünkü ben bunlara sadece tanık olmuş bir insanım. Ben çocuğumu kaybetmedim. Benim çocuğum akşam yan odada yatıp uyuyacak ve sabah bıcır bıcır konuşmaya devam edecek. Ya da benim babam hapishanede değil. Biz sadece tanık olmakla kararıyoruz. Bu açıdan da umutsuzluk ayıp ve yanlış geliyor. Dolayısıyla edebiyatın, birilerinin bakış açısını değiştirme olasılığı konusunda da umutla umutsuzluk arasında gidip geliyorum.

Ö.A. – Tüm bu tanıklıkları yazı aracılığıyla unutulmaz kılma çabası diyebiliriz bence. Ama şunu da merak ediyorum. Toplumsal olayları dert edinen bir yazarsın. Yaşanan her şey, Tanpınar’ın, “Türkiye evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olma imkânını vermiyor,” sözündeki gibi edebiyatını da doğrudan etkiliyor. Peki, tüm bunlar yaşanmasaydı ne yazmak isterdin?

A.T. – 15 yaşındaki Aslı’yı düşününce, Jules Verne olmak isterdim diyebilirim rahatlıkla. Sadece yaratıcı fikirlere odaklanmış, masa başına daha farklı bir keyifle oturan, güzel şeyler hayal eden, insanları şaşırtmayı hayal eden yazar olmak isterdim. Ama bakışım ister istemez bu meselelere kayıyor.

 

7 Mart 2020 tarihinde Kıraathane İstanbul'da Önce Kitap tarafından düzenlenen ve Özlem Akcan moderatörlüğünde yapılan söyleşiden alınmıştır.