Andrew Finkel ile II. Abdülhamid ve Sherlock Holmes'u bir araya getirdiği ilk romanı İkinci Eş Serüveni'ni ve hikâye aramak meselesini konuştuk...
03 Ekim 2019 09:00
Gazeteci Andrew Finkel bir merakın peşinde uzun bir süre dolaşmış ve sonunda bir kitap yazmış. Sherlock Holmes’un izinde biraz dolaşanlar, bir yerde onu muhakkak II. Abdülhamid’le ilişkilendirirler. Nedeni ve gerçekliği pek bilinmeyen bir hikâyedir II. Abdülhamid’in Sherlock Holmes hayranlığı, Finkel romanında bu ikiliyi yan yana getiriyor.
İkinci Eş Serüveni, Arthur Conan Doyle ile yapılan hayalî bir söyleşinin etrafında dolaşıyor. Kitapta, bu sefer bir katil değil, kayıp bir hikâye aranıyor. Osmanlı profesörü Leyla Arslan ile Dr. Watson yan yana geliyor. Kayıp hikâyeyi ararken, kendi hayat hikâyelerinin de kayıp yanlarıyla karşılaşıyor ikili. Aslında bu kitap için şunu da diyebiliriz: bir nevi Finkel’in anlatmak için bir hikâye araması ve o hikâyeyi yaşanmamış fakat yaşanabilir olaylar üzerinden kurgulaması.
Andrew Finkel ile ilk romanını ve hikâye aramak meselesini konuştuk.
Önce sizinle ilgili bir karışıklığı düzeltelim; nerelisiniz, nerede yaşıyorsunuz?
Ben Amerikalıyım, Amerika’da doğdum. Herkes İngiliz olduğumu sanıyor ama değilim. Babam kimya mühendisi, onun işi için 1967’de bir seneliğine İstanbul’a taşındık. O zaman Robert Akademi Erkek Lisesi’ne gittim. İstanbul’dan sonra da Londra’ya taşındık. Eğitimimi orada tamamladım. Sonra buraya tekrar akademisyen olarak geldim ve artık gazeteciyim. 1989 yılından bu yana da Türkiye’de gazetecilik yapıyorum.
Biz sizi aslında gazeteciliğinizden ve kurmaca dışı eserlerinizden tanıyoruz. İkinci Eş Serüveni ilk kurmaca kitabınız. Peki, kurmaca yazmak, kurmaca dışı alanda çalışan bir yazar için nasılmış?
Yayımlanmış ilk kurmaca eserim, evet. Henüz basılmayanlar var ama sanırım basılacak kadar da iyi değiller. Aslında bu ilk romanım ama daha önce bir film senaryosu yazdım, kurmaca o yüzden bana yabancı gelmiyor. Tabii, bu kitabı yazmak çok uzun sürdü. Öğrenerek yazdım. Bir noktada başlamak gerekiyordu. Öğrendikten sonra geri dönüp düzeltiyordum. Bir roman nasıl yazılır, önce bunu öğrenmem gerekiyordu. Benim tecrübelerim dışında bir eser bu, tamamen başka bir şey. Bu kitap için araştırma yapmaya başladığım zaman, gerçek ile kurmaca birbirine giriyordu ve bu benim için çok ilginç bir deneyimdi. Çünkü tarihsel bir kurgu. Kaynak araştırması yaptığınız zaman, bazı olayların bazı kaynaklara göre yaşandığını bazılarına göreyse yaşanmadığını görüyorsunuz.
Kitapta kritik bir nokta var: Abdülhamid bir Sherlock Holmes hikâyesi istiyor ama o istediğinde Doyle Holmes’u çoktan öldürmüştü. Ben Sherlock Holmes’un büyük bir hayranı değildim açıkçası çocukken, serüvenlerini okumuştum, hepsi o kadar. Sonra yeniden araştırmaya başladım. İngiltere’de bir kütüphane var içinde Sherlock Holmes ile ilgili her şey bulunuyor, Marylebone Halk Kütüphanesi, Sherlock Holmes koleksiyonu yapmışlardı. Aklıma geldi ve Conan Doyle’un The Strand dergisindeki hikâyesini yeniden okumak istedim. Sherlock Holmes öldüğünde İngiltere’de yas ilan edilmişti. Çok büyük bir olaydı yani. Dergideki yazıyı okudum ve sonunda karşıma Abdülhamid’in fotoğrafı çıktı. Bunun bir gerçekliği var ve ben de bu gerçekliğin üzerine bir kurmaca yazdım.
Burayı biliyor olmanız bu romanı yazmanızda nasıl bir destek sağladı size?
Türkiye ile ilgili bir şey yazmak istedim. Ben burada yaşıyorum ama buralı değilim. Benim özelliğim profesyonel bir yabancı olmak. Dış dünyayı Türkiye’ye, Türkiye’yi dış dünyayı anlatmaya çalışıyordum; hem Türkiye basını için hem de yabancı basın için çalışıyordum. Bu kitabı aslında film senaryosu olarak yazmaya başladım. Abdülhamid uyumadan önce Sherlock Holmes hikâyeleri okuturmuş, Holmes hayranıymış, bu hayranlığın nedenini araştırmak istedim. Bir rivayete göre Doyle, bir gemi seyahati yapmış ve İstanbul’a gelmişler. Abdülhamid tarafından kendisine nişan verilecekmiş. Başka bir kitapta belirtildiği üzere, Ramazan ayı olduğu için bu görüşme yapılamamış. Bu bilinmezlik beni bir şekilde ağına düşürdü ve çalışmaya başladım.
Abdülhamid ve Sherlock arasında aslında bilinen bir hayranlığı romanınızın temeline alıyorsunuz. Diğer her şey kurmaca. Bu kurmacayı oluştururken, başından olayların sonunu ve nasıl gelişeceğini biliyor muydunuz? Yoksa araştırma yaptıkça mı kurmaca gelişti?
Kendime yine benim uydurduğum bir bilmece sordum. Sir Arthur Conan Doyle neden ölüm döşeğinde hâlâ merakını uyandıran tek Sherlock Holmes serüveninin İkinci Eş Serüveni olduğunu söylemişti? Bu gizemin çözümü başta çok kolay gibi göründüyse de, sonra sonra bu gizemi çözmeye çalışan bütün karakterlerimin de birbirleriyle alakalı kendi gizemleri olduğu ortaya çıktı. Görünen o ki, herkesin saklayacak bir şeyi var ve bu şeylerin ne olduğunu veya nerede olduklarını bulmak da benim yaratıcılık güçlerime düştü. Ve onların hikâyelerini yazmaya başladığımda, karakterlerimin olayların nasıl gerçekleştiğine dair kendi anlattıklarının doğruluğu konusunda hem birbirleriyle hem de benimle mücadele ettiklerini gördüm. Kaostan düzen çıkarmaya çalıştım ama kaosun da hiç beklemediğiniz anlarda kendi ağırlığını koymak gibi bir huyu var. Nihayet, bana ve (umuyorum ki okura da) büyük tatmin sağlayacak bir şekilde sonlanan bir hikâye yaratma amacıma ulaştım.
Rafiuddin Ahmet gerçek bir karakter, değil mi?
Bu başka bir merakım idi ve Rafiuddin Ahmet’i araştırmaya başladım. Onun hayat hikâyesi de bilinmezliklerle dolu. Rafiuddin Ahmet aslında çok iyi eğitim gören bir avukat, Kraliçe Victoria’ya Arapça öğretiyormuş. Hayatındaki en büyük amacı Hindistan’da azınlık olan Müslümanlarla cemaat kurmakmış. O zamanlar İngiltere de Osmanlı İmparatorluğu’na destek vermemeye başlıyor. Rafiuddin Ahmet bunu bir tehdit olarak görüyor. Hindistan’da kalmak istiyor kendi cemaatini kurmak için.
Romanda aslında ciddi bir kadın dayanışması ve mücadelesi hikâyesi de var. Bunu kurguya yerleştirirken ne düşündünüz?
Bu, erkek bakış açısıyla yazılmış bir kitap. İki ayrı dönemde iki ayrı Leyla var kitapta. Biri Kemalist biri ise Kemalist olmayan bir kadın. Birinci Leyla profesör, kendince bağımsız olduğunu düşünen bir kadın. Zaman içinde, ikinci Leyla’nın aslında ondan daha özgür bir kadın olduğunu anlamak onu çok rahatsız ediyor. Kendisinin daha modern olduğunu düşünüyor. Çünkü bir sonraki kuşak. Bana sorarsanız, kitaptaki tek özgür kadın Kraliçe Victoria. Kimsenin hayır diyemeyeceği bir kadın. Bu kadınlar, evet, bir mücadele içindeler ama kazanıp kazanmadıkları meçhul.
Sherlock Leyla’nın yerinde olsaydı, Leyla’nın yaptıklarını sizce yapar mıydı?
Leyla’nın Sherlock ve Watson’la kurgusal bir ilişkisi var; onlardan daha akıllı olduğunu düşünüyor. Bu aslında biraz parodi, Leyla bununla kendince eğleniyor. Sherlock müzik çalıyor, Leyla müzik dinliyor, ikisi de zor müzikleri seviyor. Leyla bilinçli bir şekilde Sherlockçuluk oynuyor.
Neden Watson yine anlatıcı?
Dünyada kaleme alınmış kaç tane Sherlock Holmes hikâyesi olduğunu bilmiyorum ama gördüğüm hikayelerin sadece ikisinde kendisi anlatıcı. İçinde bulundukları durumun ne olduğunun farkında olmayan bir anlatıcı var, o ne olduğunu anlayınca okuyucu da olanları anlamış oluyor. Watson ve Leyla ikisi aynı anda hikâyeler anlatmaya başlıyorlar bu kitapta.
İngilizce yazdınız, Türkçeye çevrildi. Kitap İngilizce yayımlanacak mı?
Evet, baharda İngilizce yayınlanacak. Resimli bir kitap olacak çünkü insanlar Sherlock Holmes hikâyeleri okuduğu zaman o meşhur çizgileri görmek istiyor.
İç içe geçen hikâyeler anlatmayı seviyorsunuz…
Tüm bölümler birbirleriyle ilişkili ama ayrı ayrı hikâyeler. Aslında birinci bölümü ikinci bölümden sonra okumayı tavsiye ediyorum ama şart değil. Bir döngü var. Zaten kitap sonunda bitmiyor, hikâyeler anlatılmaya devam ediyor.
Tarihte böyle bir gezinti yapmak size neler öğretti? Nereli olduğunuz, nerede yaşadığınız karmaşık. Hiçbir yerli olarak tanımlıyorsunuz kendinizi. Peki, bir roman yazmak mekânla nasıl bağlar kurmanızı sağladı?
Kimliğimi aramaktan el etek çektiğimde herhalde 16 yaşındaydım. Nispeten karmaşık yetiştirilmiştim, bir ülkeden bir ülkeye taşınıp duruyorduk, dolayısıyla ben de bir yerli değil de, hep başka bir yerli olmanın hayli makul olduğu sonucuna vardım. Belki de bazı karakterlerimin can havliyle toplumda bir yere ait olmayı istemesi ve bunu bir türlü becerememesi -ve hiçbir yere ait olamıyor gibi görünenlerin de aslında her yere uyum sağması—bir tesadüf değildir. Bana gelince, belli bir yerle veya zamanla kendimi özdeşleştirmiyorum, bu yüzden romanımı okurun da kendini yabancı hissedeceği bir geçmişe oturttum. Aynı zamanda, geçmişin kendini şimdiki zamanda nasıl da yeniden üretebileceği, ama bunun nasıl da öngörülemez olduğuyla ilgileniyordum. Kitapta, türlü hikâyeler anlatıyorum ama aynı hikâyeyi türlü şekillerde de anlatıyorum. Galiba mühim olan, kendimizin kim olduğumuzu sandığımız değil de hikâyelerimizi nasıl anlattığımız. Conan Doyle kitabımda bir karakter –ya da bir karakter değil de daha çok bir gölge diyelim, ve elbette zamanının en büyük hikâye anlatıcılarından biriydi.
Peki, kurmaca yazmaya devam edecek misiniz?
Sherlock Holmes hikâyelerine devam etmeyeceğim sanırım. Sonu olan şeyleri seviyorum. Ben hep yabancıyım. Çağdaş Türkiye, İngiltere veya Amerika ile ilgili kitap yazmamım yanlış olacağını düşünüyorum. Çünkü ben hiçbir yerliyim. O yüzden tarihî kurgular yazmak istiyorum; aklımda bir proje daha var ama şimdilik bende kalsın.