Dünya yalnız bir yer değil

Belki Orhan Pamuk’un babası büyük bir yazar olmayabilir. Artık o da edebiyatın bir parçası...

10 Ekim 2019 10:00

Hayatımızda özel bir yer tutan ölüler acaba neredeler? Hafızamızın göğünde asılı yıldızlar gibi anılarımızda mı geziniyorlar, yoksa başka bir yerde mi yatıyorlar?

Orhan Pamuk’un 2006’da Nobel Edebiyat Ödülü töreninde okuduğu metin, roman yazma edimine olduğu kadar babasına da ithafta bulunuyor. Pamuk’un babası hep yazar olmak istemiş. Şiirler yazar, Paris’e gittiğinde kafelerin teraslarındaki masalara kurulup gelip geçenleri izlerken, düşüncelerini defterlere geçirirmiş. Vaktiyle Paul Valéry’den çeviriler yapmış. Daha da önemlisi, kendini bildi bileli Avrupa edebiyatının klasiklerini durmaksızın okurmuş. Tıpkı babası gibi, Pamuk da Avrupalı yazarlara tutkuyla bağlanır. Yorulmak bilmeyen bir araştırmacı edasıyla İstanbul’da babasının kütüphanesinin labirentinde tüm benliğiyle kaybolur ve daha çok küçük yaşlarda gizemli bir arzu nesnesiymişçesine Avrupa’nın “tuhaflığı”na temas eder.

Yazmaya ilk başladığı zamanlar babası onu yüreklendirir. Edebiyatın yolundan giderek hayal gücünü beslemesinden onu asla alıkoymaz. İlk romanını okuduktan sonra oğlunu övgülere boğar. Hakkında aydınlık bir gelecek öngörüyordur. Pamuk, babasının “iyi” ve cömert bir insan olduğunu anlatır. 

Günün birinde babası yazıhanesine çıkagelir. Biraz mahcup bir tavırla odanın bir köşesine el yazmalarıyla dolu bir bavul bırakır. Oğluna bavulu yalnızca o öldükten sonra açmasını tembihler ve içlerinden dilediğini yayımlama kararını da ona bırakır. Pamuk’un üstüne bir anda başka birisinin edebî talihinin sorumluluğu çöker. Babasının “ciddiyetsizliği” ise onu şaşırtır. “Gizli yaralarını” yeniden ortaya çıkarır. Pamuk daha çok küçükken babasının ona hikâyeler anlatmasından çok hoşlanır, yanı başında vakit geçirdiğinde kendini iyi hissedermiş. Kollarının arasına sokularak onu seyretmeye bayılırmış. Hatta bazen “Baba, beni bırakma” diye bağırdığı bile olurmuş. Her ne kadar babasının dünyayı bir “oyun ve eğlence alanı” olarak gördüğünü söylese de, çocuk terk edilmek istemez. Ayrılık onu ürkütür. Pamuk, babasının Paris’te otel odalarında geçirdiği günlerin sebebinin yalnızca yazı yazmak olmadığını seziyordur. Ayrılıklar her seferinde çok uzun sürer. Anlamsızca tekrarlanırlar. Babasının aynı zamanda hem neşeli hem kaygılı, hem mutlu hem de mutsuz olduğunu anlar. Aile evinden Işıklar Şehri’ne kaçıp “saman alevi” gibi bir hayat sürdüğünde mutludur. Eşiyle kavga ettiği için ise mutsuzdur. “Aile hayatının sıradanlığını” ve rutini reddeder. 

Küçük bavulu açmadan önce Pamuk uzunca bir süre tereddüt eder. Bavul, geçmişi ile ilgili “tanıdık ve çekici” hatıraları anımsatır. Çocukken bavulun kilidini açarak içindeki eşyaları karıştırıp baştan aşağı kurcalamış, “içinden çıkan kolonya ve yabancı ülke kokusunu” solumuştur. Ama şimdi yetişkin hâliyle bavula “dokunamıyordur” bile. Zira bavulun içinde “çok büyük ve esrarengiz bir ağırlık” gizlidir. Kuşkusuz, bavul ona yemek masasındaki boş tabağı, dönmeyen babayı bekleme sancısını, soğuyup yavaşça katılaşan akşam yemeğini hatırlatır. Ancak bavulların çoğu içlerinde bunlara benzer sırlar saklarlar. Az çok gizli kapaklı yaşantılara eşlik ederler. Giysiler bavulda mahrem kalacak hatıraların yanına konur. Buradaki esas sorun başkadır.     

Pamuk tereddüt içindedir. Babasının iyi bir yazar olmamasından dolayı tedirgindir. Beri taraftan, bunun sonuçlarıyla da yüzleşmeyi reddeder. Öyle olduğu vakit, farkında olmadan babasından “tamamıyla farklı, bambaşka bir insanın” yaşadığını kabullenmesi gerekecektir. Babasının “içinde gizli ikinci kişinin” ilham perilerinin lütfundan payını aldığını teslim etmelidir. Baba imgesi asla eskisi gibi olmayacaktır.

Oğul, babasının “hakiki” bir yazar olabileceğini düşünmüyordur. Nihayet bavulu açtığında ve el yazılarının sayfalarını karıştırdığında, bir nevi rahatlar. Yazılarının edebî niteliği yeterince güçlü değildir. Kendi kişiliğini tam yansıtamaz. Babası, hayran olduğu yazarların çocuğu kalmıştır. Bunun sebebi de şudur: Babasının yaşantısı. Pamuk’un babası “arkadaşları, kalabalık salonları, cemaate karışmayı, şakaları” sever. Zaman zaman yalnız başına odasına kapanıp “düşüncelerle haşır neşir” olmayı da arzular elbette. Ama yalnızlığın kendisini asla sevmemiştir. “Gizlice” yaşamamıştır. Yazarlığı “ciddiye” alma imkânlarını tanımamıştır kendine.

Pamuk, babasına nazaran daha münzevidir. Ne zaman “asıl faaliyet” dediği yazı yazmayı tanımlasa, onu bir ihtiyaca indirger: Masaya oturmak ve “kendi içini dökmek.” Yalnızlık, yazarlık mesleğinin olmazsa olmaz koşuludur. Nitekim “Yazar olmak için, sabır ve çileden önce içimizde kalabalıktan, cemaatten, günlük sıradan hayattan, herkesin yaşadığı şeylerden kaçıp bir odaya kapanma dürtüsü olmalıdır. Sabır ve umudu yazıyla kendimize derin bir dünya kurmak için isteriz. Ama bir odaya, kitaplarla dolu bir odaya kapanma isteği bizi harekete geçiren ilk şeydir.” 

Yazar günlük yalnızlık dozundan mahrum yaşayamaz. Onu düşüncelere dalmaya ve sükûneti arzulamaya yönlendiren kişiliğini tatmin edebilmek için kendini bir odaya kapatır. Bununla beraber, bir keşişe dönüşmez. Gerçek anlamda kendini toplumdan çekmez. Her gün, yana doğru bir adım atar. Toplumla arasına mesafe koyar. Kitaplara sığınır. Yazar “kitaplarla kendini bir odaya kapatan” kişidir. Gönüllü bir yalnızlık uygular.

Pamuk, “cemaatlerinden kopan” yazar geleneğini savunuyor. Montaigne’e atıfta bulunuyor. Kendini siper eden yazarın farklı bir toplum bulduğunu, yalnızlığının göreceli olduğunu biliyor. Ona göre, kütüphane denilen de aslında “bütün âlemin küçük bir resmi.” Burasının sessizliğin hâkim olduğu bir yer olduğuna inanmakta yanılıyoruz. Ciltlerin fısıltısını duyabilmek için biraz dikkatle kulak kabartmak yeterli. Masasına kurulduğu andan itibaren yazar onu çevreleyen kelimelerle diyaloga giriyor. Geçmişin sabırsızlanan seslerini duyuyor. Her gün, matbu sayfaların kıvrımlarında saklanan geleneklerle yeniden müzakere ediyor. “Kendi hikâyemizden başkalarının hikâyeleri gibi bahsetme hünerini” mükemmelleştirme gayesinde olduğu için yapıyor bunu. Bu hünerin adı da edebiyat.  

Yazar, yazıhanesinde kitaplar ahalisini dinliyor. İşi, “başkalarının hikâyelerini okuyarak” aralarına kendi hikâyesini katmaktan mürekkep. Şehirde, ormanda, göl kenarında ya da dağların ortasında yaşamış, bunun hiçbir önemi yok. Burada aslolan, tam da Montaigne’in dediği gibi, önce “kendine ait” olmak. Bir yazar bu ruh hâline eriştiği zaman kahramanlarının soluk alışını duyuyor. Kalplerinin çarptığını hissediyor. Diyaloglar oluşuyor. Tasvirler birbirini peşi sıra izliyor. 

Pamuk’a göre yazar, kelimeleri metne yapısını taş taş kuran bir usta gibi yerleştiriyor. O da kendi yordamıyla “köprüler” ve “kubbeler” inşa ediyor. İyi bir roman, dengeli bir yapıyı andırıyor. Her bir unsur yapıyı sağlamlaştırıyor ve ahengine ahenk katıyor. Ne var ki, “kendi hikâyesinden başkalarının hikâyesi gibi bahsetmek” için “sabır” ve “inada” başvuran yazar bir kâşif aynı zamanda. “Kendi içinde bir yolculuğa” çıkıyor. Bu süreçte, “bakışını” kendisine doğru çeviriyor ve çoğu zaman karanlıkta uzun mesafeler katediyor. Tıpkı, okyanuslarda seyir hâlindeki bir denizci gibi, günün birinde sis perdesinin ardında beliren bir “ada” görüyor. Tamamlanan bütün romanlar “yeni âlemleri” andırıyorlar.        

Bu yeni âlemler kısmen varlar. Yazar, sokağın kaldırım taşlarının uzağında değildir hiçbir zaman. Pamuk’un romanlarındaki İstanbul, İstanbulluların tanıdığı ve sevdiği gerçek şehirdir. Okurken, şehir “daha gerçek” olur, gökyüzüne doğru yükselen bir balon misali hakikatten ayrışan büyük bir hayalî kahramana dönüşür. Geçmiş ve şimdinin hikâyelerini birleştiren bu kahramanla herkes kendini özdeşleştirir. Edebiyatın şaşırtıcı simyası: Kendi benliğinin derin katmanlarına götüren yolculuğun ucunda yazar kişisel hayatının, başka hayatların da anlatısı olduğunu anlar.  

Bunun örneklerinden biri Thomas Mann’ın Buddenbrooklar romanı. Yazar, kendine özgü bir dil kullanıyor. Ama bu, eserin Alman edebiyatının başyapıtlarından biri olmasını engellemiyor. Dahası, Pamuk kitapta tasvir edilen burjuva hayatı sahneleriyle İstanbul’da kendi aile yaşantısı arasında benzerlikler görüyor. Kendi farklılığını ele alan yazar, böylece “kendini başkalarının yerine koymayı” başarıyor. Bireysel formülünü bularak ortak bir denklem elde ediyor. Toplumların “gizli geometrilerini” ortaya çıkaran “paralel evrenler” yaratıyor. Pamuk’un gözünde, Dostoyevski’nin Slav kültürünü betimlerken yaptığı da çok farklı değil.

Peki, öyleyse yalnızlık ne ifade ediyor? Toplumla olan çelişki belki de o kadar katı değil. Bununla beraber, Pamuk “derin bir hayat” yaşayanların safında olduğunu söylüyor. Kendini soyutlayanlarla saf tutuyor. Babası ise “rahat bir hayat” yaşayanların tarafında. Kendini yazıhaneye kapatmamış o. Pamuk, babasının bavulunda sakladığı tereddütlerin farkına varırken, edebiyata karşı beslediği coşkulu tutku ve yazarlık mesleğine dair sabırsızlığı sayesinde onlarca yıl boyunca her gün yazabildiğini anlıyor. 

Oğulun yalnızlıkla ilişkisi babasından farklı. Ama “herkesin bildiği ama bildiğini bilmediği şeylerden söz etmektir yazarlık” diyen yazarın amacı konusunda her ikisi de hemfikir. Zira “kapanıp yıllarca yazan biri işte böyle bir insanlığa ve merkezi olmayan bir dünyaya seslenmek ister.” Pamuk çoğu zaman kendini Avrupa’ya yabancı hissettiğini itiraf eder. Kendini “taşrada” hissetme duygusundan mustariptir. Beri taraftan, hepimizin “dünyanın bir merkezi olduğu düşüncesini çok fazla önemsediğimizi” savunur. “Batılı olmayanlar” belki de aşağılanmaktan korkuyorlardır. Büyük milletlerin birçoğunun tarihî “aptallıklarının” arkasında “kendini beğenmişlik” olduğunu öne sürer. Bu tartışmalarda olayların akışını küçük odasından izleyen yazarın avantajı “çocuksu iyimserliğini” kaybetmemesidir. İlham gelmediğinde dahi, insanlığın birliğinin edebiyatta ifade bulduğuna dair inancını korur. Batı ile Doğu arasındaki zıtlığı aşmaya çabaladığı zaman da bunu öfkelerini resmederek ve utançlarını betimleyerek yapar. Kırılganlığı “çok tanıdık bir dünya,” bir yankı odası yaratır. Okurlar kendi çatlaklarının farkına varırlar. 

Pamuk, babasının yazdığı ve ölümünden önce okuduğu yazılarını çok fazla hatırlamıyordur. Hatta arabası şarampole yuvarlanıp trafik kazası geçirdikten sonra başına gelenleri unutan bir kazazedeye benzetir kendini. Kuşkusuz, böyle bir amnezinin arkasında yazma arzusunun da derinden bağlı olduğu bir “suçluluk duygusu” yatar. Babasının yazdıklarını okurken, bavulu açtığında sanki içindekileri “çalmış” gibi menfi bir “davetsiz misafir” olma duygusuna kapıldığını da düşünebiliriz. Son iki ifade Pamuk’a değil, Paul Auster’a ait. Auster, aniden ölen babasının giysi dolabının karşısında durup daha sonra şunları yazar: “Eşyalar özünde hiçbir şey ifade etmiyor. Oysa bizimle konuşuyorlar, birer nesneden çok, bir düşüncenin, bir bilincin kalıntıları olarak, insanların kendileriyle ilgili saçlarını boyamak, şu veya bu gömleği giymek, yaşamak, ölmek gibi kararlar verdiği bir yalnızlığın simgelerini andırırcasına aramızdalar. Ölüm geldiği zaman ise tüm bunlar anlamını yitiriyor.”    

Aile hikâyeleri birbirinden farklı. Auster tesadüf eseri babasının başından daha çok küçük yaştayken korkunç bir olay geçtiğini öğreniyor. Babası çocukluğunda öz annesinin, kendi babasının üzerine ateş edip onu öldürdüğüne tanık olmuş. Ardından da katil eş intihar etmeye kalkışmış. Ama sonunda annesi beraat etmiş. Her şey bu karanlık olayın ardından babasının, Auster’ın daha sonra tanımış olduğu, özünden yoksun ve duygularına yabancı “görünmez adama” dönüştüğüne işaret ediyor.

El yazılarının bulunduğu küçük bavul ise böyle felaketler salgılamıyor. Yokluğu ifade ediyor. Ama özellikle de hayatı açığa çıkarıyor. Genç Pamuk, sessiz ve ketum bir gözlemci olarak fark edilmeden babasının tüm yaptıklarına eşlik etmek için bavulun içine kıvrılıp seyahate çıkmayı arzularmış. Babasının kendisiyle “aynı yaşta” olduğu zamanlar neler düşündüğünü ve yazdığını bilmek istermiş. Ancak ölümünde bavulu kapatır. Belki Pamuk’un babası büyük bir yazar olmayabilir. Gizli yaşantısı ve aile hayatı, “kendini bir odaya kapatan insanın yaptığı işin” anlamını azaltmıyor. Artık o da edebiyatın bir parçası.

Pamuk, Nobel Ödülü töreninde babasının ardından bir daha artık gitmemesi, bavulunda ya da başka bir yerde yanında kalması için bir anma konuşması yapıyor. Herkese babasının yaşadığını ve hâlen yaşamakta olduğunu göstermek istiyor. “İsveç Akademisi’nin bana bu büyük ödülü, bu şerefi veren değerli üyeleri, değerli konuklar, bugün babam aramızda olsun çok isterdim.” Konuşmasını bu sözlerle noktalayarak onu dinlemeye gelenlere babasının, bir şekilde törenin yapıldığı salonun bir yerinde oturduğunu salık veriyor.

Yazar ölüm karşısında sadece yas tutmakla kalmaz. Yas tutmak ölüme önce hayır dedikten sonra evet demek, gerçekleşeni kabul etmek ve büyük bir acıyı hiçbir şeyi unutmadan dindirmektir. Uzun süren bir an, bunalımlı bir dönemdir. Doğru bildiğiniz her şey yerle bir olur. Bilfiil vücudunuz bocalar.

Yazar ise odasında bundan daha fazlasını yapabilir. Onun izinden her okur da daha fazlasını yapabilir. Hayaletlere inanabilir, çünkü bazı seslerin yok olmadığını biliyordur. Gözlerinin önünden yiten sevilen insanın tamamen kaybolmadığını, ölenin gerçekten ölmediğini biliyordur. Her şey sanki o istemeden başka bir yere taşınmış gibi gerçekleşir. Kaldı ki, ortaya çıkıp yeniden görünse kimse buna şaşırmaz. Ne bir yanılsama ne de sihirbazlık numarası. Sadece hayal gücünün ayrıcalığı.

Öyle değilse, neden Pamuk “Her erkeğin ölümü babasının ölümüyle başlar” diye yazsın ki? Bir oğul, babasından yoksun olduğunda kendini “onu taklit ederken yakalar.” İster istemez babasının varlığını sürdürür. Çocukları olduğunda, kendini ölünün oturduğu aynı koltukta bulur. Ön cepheye doğru ilerler. Hayatın kısaldığını fark eder. Kuşkusuz, bu tavırlar ve inançlar yalnızca baba-oğul ilişkisi ile sınırlı değil. Pamuk’un demek istediği şey basit: Paylaşılmış bir hayatın hatırasını yeniden canlandırmak için insanın kendini ölenin yerine koyması gerekir.   

O son bakışı gören, son nefesi duyan, babasının ya da annesinin son düşüncesini sezen, konuşmanın tanıdık bir ses tarafından devam edeceğinden emindir. Hayatımızın önemli bir bölümünde bizi koruyanların artık bunu yapamayacaklarını kabullenmek çok da kolay değildir belki de. Hâlâ bizi düşündüklerine, hafıza dükkânlarının günlük hayatımızın gösterisiyle dolu olduğuna inanırız. Alışkanlıklarımızdan vazgeçmememize ve eskisi gibi günlük işlerimizi onlara anlatmamıza şaşarız. Ne de olsa, usulca yaşadıklarına göre, yine usulca geri dönebilirler.    

En iyisi bedenlerinin tabutlarında veya küllerinin kaplarda yattıklarını düşünmemek. Onlar bizim etrafımızda, atmosferdeki narin gazların arasındalar. Bizi sarmalıyorlar. Bavullarımızda, “kalıntıları” arasında yaşıyorlar. Edebiyatın “paralel evrenlerinde” geziniyorlar. Böylece dünyanın yalnız bir yer olmadığına ve hiçbir şeyin onlardan yoksun bir dünya kadar cesaret kırıcı olamayacağına, çünkü o zaman belki de edebiyatın da varolamayacağına inanıyoruz. Tuhaf bir duygu bu. Bize yakın birinin ölümünün genel anlamda hayatımızın çemberini yeniden tanımlamaya bizi zorlamasıyla açıklanabilecek bir duygu. 

Hayal gücünün kudretini her yazar bilir. Ölenlerin hâlâ yaşadığı o diyara çok evvelden adımını atmıştır. Yapmak istediği şey iddialıdır. Her gününü tükenişe karşı direnmekle mükellef dünyalar “inşa etmeye” adar. Tıpkı Auster’ın, “Boşlukta asılı, ölümle hiçbir ilgisi olmayan, ölümün asla erişemeyeceği bir evrende sıkışmış” hâlde yaşayan babasının örneğinde olduğu gibi. Yalnızlığı sevenler için varlıkların zinciri kopmaz. Aksi hâlde, yazarların yazıhanelerini dolduran kitaplara güven duyması başka nasıl açıklanabilir?  

Pamuk’un babasının bavulu bir tabut metaforu değil. Tüm tabutlar hayatın durduğu izlenimini verir. Bizi olduğumuzdan daha kederli kılarlar. Eğer bazı nesneleri, mektupları, el yazılarını saklıyorsak, fotoğraf arşivliyorsak, roman okuyor ve zaman zaman elimize kalem alıyorsak, bunu bazı şeylerin devam ettiğini bildiğimiz için yaparız. Tıpkı yazarlar gibi, hayatın, edebiyatın dünyalarında sürdüğüne, çünkü bir gün gerçeklikte başladığına inanırız. İşte o zaman, ölümün asıl anlamı asla başlamamak olmalıydı gibi gelir.

 

 

 

Fransızcadan çeviren: Özgün Özçer

Bu yazı Olivier Remaud'nun özel izniyle Türkçeye çevrilmiştir. Kopyalanamaz.

Kaynak: "Le monde n’est pas solitaire", S. Basch & N. Göle (eds.), Cahier de l’Herne Orhan Pamuk, Paris, 2017, s. 23-28

Orhan Pamuk’un alıntıları “Babam”, “In Kars and Frankfurt” (Kars ve Frankfurt’ta), ve 7 Aralık 2006 tarihli Nobel Edebiyat Ödülü töreninde yaptığı konuşma “Babamın Bavulu” adlı metinlerden alınmıştır. Paul Auster’a atıflar için bkz. “Görünmez adam,” Yalnızlığın Keşfi.