"Gerçekler, vatansever bir öyküye sığmayacak kadar karmaşıktır"

Elliot Ackerman: Politika kazanmayla ve gücü elde tutmayla tanımlanabilir. Bunu başarmak için iki yol var: ya insanları bölersiniz ya da birleştirirsiniz. İnsanları birleştirmek çok zor. İnsanları ayırmak için tek yapmanız gereken korkmalarını sağlamak...

05 Mayıs 2016 17:12

Elliot Ackerman çocukluğu İngiltere’de geçmiş bir Amerikan. Üniversitede tarih ve edebiyat okumuş, sonra orduya katılmış ve Irak’ta, sokak çatışmalarının en yoğun yaşandığı dönemde Felluce’de savaşmış. Özel Kuvvetler’e girip Afganistan’da Afgan ordusunu da eğiten Ackerman, şu aralar İstanbul’da yaşıyor ve gazetecilik yapıyor. Ackerman’ın, Afganistan’daki tecrübelerinden yola çıkarak kaleme aldığı Bedel adlı romanı geçtiğimiz günlerde yayımlandı.

Kitabınız Türkçede yayımlandı. Artık İstanbul’da yaşayan bir gazeteci, hatta bir İstanbullu olarak hisleriniz neler?

Öncelikle İstanbullu olarak anılmak benim için büyük bir övgü, teşekkür ederim. Türkçeye çevrilmek gurur verici. Edebiyatın gücüne olan inancımı yeniledi. Amerikan bir yazarın Afgan bir çocuk hakkında yazdığı kitabın kendine Türkiye’de okuyucu bulması hikâyelerin bizi nasıl birleştirdiğinin bir göstergesi. Çokça yılım savaşarak geçti ve bu savaşların çoğu, Amerikan, Türk, Afgan, Suriyeli, Iraklı olarak nasıl farklı olduğumuza odaklanıyordu. Edebiyat bize nasıl da aynı olduğumuzu gösteriyor.

İstanbul’da yaşama fikri nerden çıktı?

Sonraki kitabım hakkında araştırmalar yapmak için geldim, Antep’e ve Kilis’e gittim. İstanbul’daysa yazacak çok fazla şey var. Gazetecilik yapmak için buradayım. Suriye İç Savaşı’yla ilgili, Türkiye’yle ilgili haberler yapıyorum.

Bedel, Elliot Ackerman, Çeviri: Algan Sezgintüredi, April YayıncılıkEski bir askersiniz. Irak’ta, Afganistan’da savaştınız ama size bakınca karşımda Hemingwayvari bir maço görmüyorum. Bu beni biraz şaşırttı aslında. Böyle biri neden orduya katılmaya karar verir?

Aslında Amerikan ordusundaki görevlilerin birbirinden ne kadar farklı zümrelerden geldiğini görseniz daha çok şaşırırsınız. Tabii maçolar da var ama her türden insan var. Ben Deniz Piyadeleri’ne 18 yaşındayken katıldım ve 2003’te üniversiteyi bitirince, Irak Savaşı’yla birlikte subay olarak görevlendirildim. Finansçı bir babayla yazar bir annenin oğluyum, küçükken G. I. Joe’larıyla oynayan bir çocuk da olsam, ordu tabii ki ilk tercihim değildi. Orduya girdim, çünkü 20’li yaşlarım bir bankada evraklar arasında ya da bir hukuk bürosunda fotokopilerle geçsin istemedim. İyi ya da kötü, gerçek sorumluluk isteyen, yaptıklarımın gerçekten önem taşıdığı bir iş istedim, ki o durumda bu, orduydu; yaptıkların hayat memat seviyesinde bir önem arzediyordu.

Şimdiyse gazetecisiniz. Bu sıkıcı gelmiyor mu?

Gazetecilik evrak işinden farklı. Bir yazar olabilmek de zorlu bir mücadele gerektiriyor. Entelektüel bir meydan okuma var ve tabii değişen konumlara hâkim olmak, bunlara farklı açılardan bakabilmek de ayrı bir zorluk. Aslında tam tersini düşünüyorum: yazmak, askerlikten çok daha heyecanlı.

Peki zor olmadı mı, bir gün savaşın ortasındayken öteki gün bir yazar olmak?

Sivil hayata geri dönmek zor değildi, fakat beni askeriyedeki günlerim gibi tatmin edecek bir yön tayin etmek zor oldu. Bunu, yazma eylemi başardı benim için. Bu tarz bir çıkış yolu bulduğum için şanslı sayıyorum kendimi, ama kendi yolunu bulamayan birçoğu için hayat çekilmez bir hal aldı.

Bir roman yazma fikri nasıl ortaya çıktı?

Afganistan’daki son görevimden birkaç ay önce yazmaya başladım bu kitabı, yani ilk görevim Irak’tan 8 yıl sonra. Aziz’in hikâyesini anlatmak için içgüdüsel bir his duyuyordum.

Hikâye kurgu ama, değil mi?

Kurgu, evet, ama orada tanıdığım arkadaşlarımdan, Afganistan’daki özel operasyonlarda danışmanlık yaptığım insanlardan esinlendim. Ben savaşlardan geri döndüm ama savaş arkadaşlarım öyle Facebook üzerinden görüşebileceğim, telefonla konuşabileceğim ya da bir yerlerde bira içebileceğim insanlar değildi. Onlar Afgan askerlerdi. Beraber savaştık, beraber yaralandık, beraber yas tuttuk. Onları tekrar göremeyeceğimi biliyordum. Bu kayıpla başa çıkabilmek için, onların dünyalarına bir arkadaş olarak ışık tutmanın son görevim olduğunu düşündüğümden bu kitabı yazdım.

Kitabınızın hemen başında Aziz ve Ali adında iki kardeşle tanışıyoruz, ailelerini bir saldırıda yitiriyorlar. Sonra Aziz anlatmaya başlıyor: Afgan bir çocuk, hikâye onun etrafında şekilleniyor, savaşı çocuğun gözünden izliyoruz. Buna nasıl karar verdiniz? Herkes sizden daha vatansever bir kitap bekliyordur büyük ihtimalle.

Gerçek bir hikâye anlatmak istedim ve gerçekler, vatansever bir öyküye sığmayacak kadar karmaşıktı. Afganistan’la ilgili gerçek şu: otuz yedi yıldır savaş halindeler. Bir Afgan erkeğin ortalama ömrünün altmış yıl olduğu düşünüldüğünde, şimdilerde eceliyle ölmekte olanlar, 1979’da Sovyetler Birliği Afganistan’ı işgal ettiğinde yirmilerindeydi. Bu insanlar barışı gören son insanlar. Gençler hiç görmedi. Orası için barış, barışın olmadığı bir önceki aşamaya geçmek değil. Barış onlar için bir tahayyülden ibaret. Sanırım savaşı başkasının gözünden, bir Afgan çocuğun gözünden görürsek, biz de bu barışı hayal edebiliriz diye düşündüm.

Aziz, Amerikan destekli bir orduya katılmak zorunda kalıyor. Küçük bir çocuk, büyüyor, asker olmak dışında şansı yok, bombalar, fakirlik, tehditler. Orada bir döngü var gibi, insanlar geliyor gidiyor ve sadece vardiya değişimi yaşanıyor.

Amacım bu karmaşık yapıyı, savaşı ve onun ekonomisini anlatmaktı. Bu ekonominin içinde savaşın oluşturduğu yeni yapıları, komutan, aracı, muhbirleri ve savaş esnasında bu unsurların nasıl birbirini yiyerek yükseldiğini göstermek istedim. Bu unsurlara ilk elden tanıklık ettim fakat yazdıklarımı okuyan çokça Afgan ve Amerikan, detayları toparlamamda, unuttuklarımı hatırlamamda yardımcı oldu.

Kitaptaki Mr. Jack, gizemli, güçlü, manipülatif bir Amerikan figür. Çok fazla derin ilişkiye sahip ve Afgan grupların hepsiyle etkileşim içinde. Onu ABD’nin bir prototipi olarak okuyabiliriz. Çokça Mr. Jack’le tanışmış olmalısınız, hatta bölgedeki Afgan gruplarla iletişiminizi göz önüne alırsak siz de Mr. Jack sayılabilirsiniz?

Evet, insanlar bana Mr. Jack’i çokça sordular. Mr. Jack olup olmadığım da çok soruldu ve şartları göz önüne alırsak bir bakıma Mr. Jack bendim. Gizemli bir karakter, ulaşılabilir biri değil, aslında çoğu Amerikalı Afganlar tarafından ulaşılabilir değil, hem dil hem de kültür bariyeri var ortada. Mr. Jack doğru şeyi yaptığına inanıyor ama uygulamaları sıkça yanlış yönlendirmeler üzerine kurulu ve eksik yerine getiriliyor. Evet, bu bakımdan Mr. Jack’in ABD’nin Afganistan’daki çabalarını temsil ettiği de söylenebilir.

Romanda irili ufaklı silahlı gruplara rastlıyoruz, bir de kocaman Taliban gerçeği var. Anlattıklarınızda bu grupların ideolojik-dinî arka planları olmadığı sonucu çıkabilir. Allahuekber nidalarını çok az duyuyoruz mesela.

Evet, aynı zamanda mezhepsel ve siyasi bağları da yazmadım ki bunlar Afganlar için çok önemlidir. Evrensel olsun istedim. Karakterleri Türk okur ya da Amerikan okurdan ayıran noktalara yoğunlaşmadım. Hepimizin nasıl aynı olduğuna odaklanmaya çalıştım ve farklılıkları bir kenara koyup aslolanı öne çıkarmak istedim. Şöyle diyeyim, İstanbul’da yaşarken ya da Arap dünyasında seyahat ederken Tanrı’ya göndermeler olan çokça sözcük duyuyorum. Bunlar daha çok dikkatimi çekiyordur çünkü aşinalığım yok. Ama bir Müslüman da ABD’ye gitse, eminim ne çok Jesus Christ dediğimizi düşünüp şaşıracaktır. Bunların önemsiz olduğunu düşünüp esas olana odaklanmak istedim.

Kendinizi köktendinciliğe karşı savaşan biri olarak hiç görmediniz yani?

Şimdi öyle görüyorum. Bu olumsuz görüşlere karşı başka görüşlerle, kültürel anlayışlarla, hikâyelerle savaşırsınız. Bağnazlar bizi farklılıklarımızın tanımladığını düşünüyor, oysa bu bir yalan, benzerliklerimiz tanımlar.

Felluce’ye gelmek isterim. Orada savaştınız, sanıyorum ABD’nin yüzleştiği en ağır sokak savaşlarından biri. Kitapta Mümtaz ya da Murtaza’nın bölümleri var, kendi yaşadıklarını, kayıplarını anlatıyorlar. Ama başkasının hikâyesi bu bölümler, başkalarının tanıklıkları. Felluce’dekiler anlatılamayacak kadar kötü şeyler miydi, yoksa Adorno’nun o meşhur sözüne mi katılıyorsunuz?

Birinci Dünya Savaşı’nda cephede savaşan İngiliz şair Wilfred Owen’a katılıyorum ben: “Benim konum savaş ve savaşın acısı. Şiir o acının içinde.” Nobel Ödülü’nü kabul ederken William Faulkner şöyle der: “İnsan kalbinin kendiyle çelişmesi iyi bir yazı ortaya çıkarmak için yeterlidir, çünkü yazmaya değer tek şey, acıya ve ter dökmeye değer tek şey odur.” Bence iyi ve kalıcı bir yazı, insan kalbinin kendiyle çelişkisini anlatır. Bu çelişkinin, medeniyetin en önemli yasalarından “Öldürmeyeceksin!”i unuttuğumuz savaş ortamından daha güçlü olduğu bir yer yok. Aslına bakarsanız, kendi medeni kimliğimizi de terk ediyoruz ki toplumumuzu koruyacak şiddeti sergileyebilelim ve böylece, genelde imkânsız da olsa, öldürmeden önce olduğumuz kişiye dönme şansı elde edelim. İşte kurgu da bu çelişkiyi keşfetmek için iyi bir alan.

Yeni kitabınız için Gaziantep ve Kilis’e gittiniz. Konusu nedir yeni kitabınızın?

Yeni romanım Dark at the Crossing, Türkiye-Suriye sınırında geçen bir aşk hikâyesi. Gelecek yılın başlarında ABD’de yayımlanacak kitap, başarısız bir devrimi başarısız bir evliliğin ışığında ele alıyor. Kitap çoğunlukla Kilis ve Gaziantep’te geçmekte.

Afganistan’da 700 kişiden oluşan bir Afgan komando birliğini eğiten ekiptendiniz. Sonraki kitabınız da Suriye sınırında geçmekte. Hal böyleyken, Suriye’yi nasıl değerlendiriyorsunuz? Eğit-Donat’ın işe yaradığını düşünüyor musunuz hâlâ?

Suriye’deki durum da Afganistan’daki duruma benziyor: hiç bitmeyecek eliptik bir savaş yaşanmakta. Aracılar vasıtasıyla savaşmak işe yaramıyor. Sonunda tam da savaştığın şeye dönüşüyorsunuz. Mesela, CIA tarafından eğitilen Suriyeli güçlerin ABD Ordusu tarafından eğitilenlere karşı savaştığına dair raporlar var. Bu anlamsız.

Kitaptaki grup liderlerinden biri, Kazan, “Barışı askerler kurmaz, askerler gittikten sonra gelenler kurar” diyor. Obama’nın askerleri geri çekmesini bu minvalde okuyabilir miyiz?

Bu soru bizi sadece Afganistan’a değil Suriye ve Irak’a da götürüyor. Bu savaşların hepsi aynı durumda. Bush’un politikalarını nasıl eleştiriyorsam, Obama’nınkileri de eleştiriyorum. Bush yönetiminin yaptığı en büyük stratejik hata orduyu Irak’a yollamaktı denebilir. Ama aynı şekilde, Obama’nın en büyük hatasının da orduyu Irak’tan çekmesi olduğunu söyleyebiliriz. Bu savaşlar bitmez. Bitmedi. Devam etmelerine izin verdiğimiz sürece de bitmeyecek. Tüm bunlar ne zaman sona erer bilmiyorum ama uzun yıllar alacağı kesin.

Şimdiyse ilginç bir figürle karşı karşıyayız, Trump. Bir gazeteci olarak onu nasıl değerlendirirsiniz?

Politika kazanmayla ve gücü elde tutmayla tanımlanabilir. Bunu başarmak için iki yol var: ya insanları bölersiniz ya da birleştirirsiniz. İnsanları birleştirmek çok zor. Siyasette nadiren karşılaşıyoruz böylesiyle. Bölmekse daha kolay. Sadece bir grubun farklı olduğunu söylersiniz ve diğer gruba da onları diğerlerinden, göçmenlerden, liberallerden, Müslümanlardan, Hıristiyanlardan koruyacağınızı. İnsanları ayırmak için tek yapmanız gereken korkmalarını sağlamak. Trump insanlarda o korkuyu uyandırabiliyor. Bernie Sanders ve Hillary Clinton da aynı şekilde. Açıkçası şu anki başkanlık seçimleriyle ilgili bir heyecan duymuyorum.

Şimdi bir gazetecisiniz, makaleler yazıyorsunuz, haberler yapıyorsunuz ve İstanbul’da yaşıyorsunuz. Türkiye’de gazetecilik yapmakla ilgili kaygılarınız var mı? Basın özgürlüğü gibi konularda ülkemizle ilgili neler düşünüyorsunuz?

Basın özgürlüğü sağlıklı bir toplumda tabii ki olmalı. Basın özgürlüğünün zayıflaması, iktidarın bu konudaki mazereti ne olursa olsun her vatandaşı endişelendirir. Türkiye’de tüm bunlara rağmen cesur yazarlar var ve ben onlara hayranlık duyuyorum. 1970’lerde, Amerikalı yazar Philip Roth Sovyetler Birliği’ne karşı koyan muhalif entelektüellerle çalışmak için Çekoslovakya’da çokça zaman geçirdi. Oraya neden gittiğini soranlara, “ABD’de her şey hallolur ve hiçbir şey önemli değildir. Burada hiçbir şey hallolmuyor ve her şey önemli.”

Son soru: Ordudaki günleriniz için pişmanlık var mı? Yıllar süren bir ordu hayatı, hiç katılmasaydım dediğiniz olmadı mı?

Pişmanlıkların insanı değilim ama askerî tecrübeme dair düşünüp taşındığım, başka türlü olsaydı dediğim şeyler var. Mesela hayatta olmayan çok arkadaşım var. Keşke hâlâ hayatta olsalardı. Ama üzüntü ve pişmanlık faydasız. Düşünüp taşınmak önemli, ama pişmanlık asla.